Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Halifeliğin Kaldırılması Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun Kabulü (3 Mart 1924)



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə27/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   40

Halifeliğin Kaldırılması

Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun Kabulü (3 Mart 1924)


Eğitim sisteminin laikleştirilmesine doğru atılmış çok önemli bir adımdır. Aynı zamanda bir hukuk düzenlemesi olduğu için laikliğin gelişimi açısından da önemlidir.

Şeriye ve Evkaf Vekaletlerinin (Bakanlıklarının) Kaldırılması (3 Mart 1924)


Devlette dinsel işlerin usulüne uygun olup olmadığını denetleyen bu bakanlık ile Vakıf işlerine bakan bir başka bakanlık, Halifeliğin kaldırıldığı gün sona erdirildiler. Dinsel işleri görmek için Diyanet İşleri Başkanlığı, vakıflar için de Vakıflar Genel Müdürlüğü, bir süre sonra faaliyete geçti. Dinsel hukuku uygulayan Şeriye Mahkemeleri de aynı yıl 8 Nisan tarihinde kaldırıldılar.

Tekkeler ile Zaviyelerin ve Türbelerin Kapatılması (30 Kasım 1925)


Tekkeler ve zaviyeler çeşitli din amaçlarına bağlı bir çeşit dernek sayılabilir. Sünni İslam düşüncesinin türlü alanlarda yorumu ile erişilen yollara mensup olanlar tekke ve zaviyelerde toplanarak etkinliklerini sürdürürlerdi. Çoğunlukla tutucu geri akımların temsil edildiği bu kuruluşların mensupları arasında devlet hizmetlileri de bulunurdu. Bu nedenle, bazı tekke ve zaviyeler devletin koruyuculuğu altında idi. Laik devletin bu tür gerici kurumları desteklemesi mümkün değildi. Buralardaki kişiler ayrıca çevrelerindeki yurttaşları diledikleri gibi sömürüyorlardı. Yine pek çok türbe Islama aykırı olarak adak ve ziyaret yerleri haline getirilmişti. 30 Kasım 1925 günü tekkeler ve zaviyeler kapatıldı. Türbelerin ziyareti de yasaklandı.

Türk Medeni Kanunu'nun Kabulü (17 Şubat 1926)

Anayasadan Laikliğe Aykırı Hükümlerin Kaldırılması (10 Nisan 1928)


Devletin en üst hukuk kuralı olan ve ona varlık kazandıran anayasa bu belirlemenin en uygun yeridir. Çünkü anayasada devletin işlemesindeki temel ilkeler yazılmalıdır ki, hukuk kuralları koyanlar bunu hangi ölçülere göre yerine getireceklerini bilsinler.
Osmanlı Devleti'nin temelinde İslam dini bulunduğu ilk yazılı anayasamız olan 1876 metninde açıkça belirtilmiştir.

Yeni Türk Devleti'nin ilk anayasası 1921 tarihinde yapılmıştı. Bu anayasanın dikkate değen yani, "devlet dini"nin belirtilmemiş olmasıdır.


Türkiye Büyük Millet Meclisi bu Anayasayı koyarken İstanbul'da padişah henüz tahtındaydı. Bu nedenle pek çok çevre Osmanlı Anayasası'nın da yürürlükte bulunduğunu ileri sürüyordu.
Böylece 1876 Anayasası'nın 1921 Anayasası'na aykırı olmayan hükümlerinin bir süre için yürürlükte bulunduğunu kabullenmek gerekiyordu. 1876 metnine devlet dini yazıldığından, 1921 yılındaki yeni düzenlemede bunun bir kez daha tekrarı gereksiz görüldü. Yoksa, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kurduğu devletin dini vardı. Nitekim, Cumhuriyetin ilan edilmesini gerektiren anayasa değişikliği yapıldığında, saltanat artık kalkmış bulunduğundan devlet dinine ait madde 1921 metnine eklendi. Meclis, kuruculuk yetkisini henüz elinde tutarken 1924 yılında yaptığı yeni Anayasaya da aynı hükmü koydu: "Türkiye Devleti'nin dini, İslam’dır" (2. Madde). Ayrıca anayasanın 26.cı Maddesine, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dinsel hükümleri yerine getirmekle görevli olduğu belirtildi. 1928 yılına gelindiğinde devletin temel kurumları artık laikleşmişti. Devlet din işleriyle sadece yurttaşın ibadet hizmetlerini yerine getirme açısından uğraşıyordu. Bunun dışında yasalar tamamen laik ve akılcı esaslara göre yapılıyor, yönetim de buna uygun olarak yürütülüyordu. Din vicdanlara bırakılmıştı. Ayrıca 1924 Anayasası, devlet dini kabul etmekle birlikte yurttaşlara tam bir din ve vicdan özgürlüğü tanımıştı. Medeni Kanun'da da reşit kişilerin dinlerini seçmekte özgür olduğu belirtilmiş, çocuğun dinsel eğitimi ise devlete değil, onun en yakını olan ana-babaya verilmişti.
10 Nisan 1928 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bir anayasa değişikliği ile yukarıda belirtilen hükümleri ve cumhurbaşkanı ile milletvekillerinin and içme formüllerindeki dinsel ifadeleri kaldırdı. Böylece devleti kuran anayasanın da laiklik ilkesi doğrultusunda daha tutarlı bir duruma getirilmesi sağlandı.

Altı Atatürk İlkesinin Anayasaya Girmesi (5 Şubat 1937)


1937 yılına gelindiğinde belli başlı devrimler tamamlanmıştı. Yeni Türk Devleti ulusçu(milliyetçi) ve laik bir sistem üzerinde yükseliyordu. Bu iki temel ilke ve bunlarla birlikte uygulanan diğer dört ana ilke, devletin en üst hukuk kuralında yerini almalıydı. Böylece, bugünkü Anayasamızda da geçerli olan bu ilkeler 1937 yılında o günün anayasasına eklendi (Yani 1924 Anayasasına):"Türkiye Devleti cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır". Bu ilkeler adım adım 1920 yılından beri Türk Devleti'nin temeline girmiştir. 1928'de bu ilkeler anayasal açıdan pekişti, uygulanmaları hızlandırıldı. 1937'de altı ilkenin Anayasa'ya girmesi sadece biçimsel bir yeniliktir. Ama, bu biçimsel yeniliktir ki, sözü geçen ilkeleri günümüze kadar canlı tutmuştur.

Temel Yasaların Konulması


Devletin ana yapısı çatıldıktan sonra diğer hukuk yeniliklerine geçmek gerekti. Ulusal egemenlik ve laiklik esasına ters düşen yasaların kaldırılması ve yerlerine yenilerinin konulmasından kaçınılamazdı. Kaldı ki ayrıca, mevcut düzenlemeler de son derece yetersizdi. Bu yetersizlikleri kısaca görelim ve daha sonra böyle bir sistem ile demokratik bir hukuk devletinin kurulup yaşatılmasının mümkün olup olmadığını kısaca irdeleyelim.

• Osmanlı Ülkesinde hukuk birliği yoktu. Sünni mezheplere bağlı Müslümanlar kendi imamlarının görüşlerine göre adaletin yerine getirilebilmesini istemek hakkına sahiptiler. Ayrıca pek çok konularda Müslüman olmayan Osmanlı yurttaşlarına kendi hukukları, yani bu kişilerin bağlı oldukları dinin ve mezhebin hukuksal kuralları uygulanırdı. Bu özellikle kişilik, aile ve miras konularında tam bir ayrılık yaratıyordu.

• Kadın ile erkek arasında çok önemli bir eşitsizlik vardı. Herşeyden önce kadınlara devlet yönetimine katılma hakkı tanınmamıştı... Özel yaşamda da eşitsizlik büyüktü: Bir erkek dört kadınla evlenebilirdi. Boşanma hakkı da ilke olarak sadece erkeklere tanınmıştı. Erkek bugünkü gibi mahkeme kararı olmadan dilediği anda karısını boşayabilirdi. Miras alanında kız çocukların payı erkek çocukların yarısı kadardı. Mahkemelerde, o da belli davalarda, iki kadın tanık bir erkek tanık yerine geçerdi. Kadının ekonomik yaşama atılması da mümkün sayılamayacak derecede zordu. Kadınlara meslek yaşamı çok ender istisnalar dışında -ebelik gibi- tamamen kapatılmıştı.

• Modern ekonomik koşullara uygun ticaret ve kredi kurumları düzenlenmemişti.

• Kur'an ve Hadis'te saptanmış suçlara ve cezalara dokunulamazdı. Bunların da çoğu özel hukuk kural arına, yani tazminat hakkına göre düzenlenmiş olup kişilerin ne zaman ve nasıl suçlu sayılabileceklerine ilişkin modern suç kuramı tanınmamıştı. Suç olgusunun saptanmasında toplumsal ve ruhsal etkenler dikkate alınmazdı.

• Yargılama yöntemlerinin gelişmiş hukuk anlayışı ile bağdaştırılması imkansız gibiydi. Mahkemede tek yargıç olan "kadı"nın denetimi mümkün değildi. Suçluları devlet adına kovuşturacak savcılık kurumu da yoktu. Avukatlık da tanınmıyordu.



• Çok önemli bir sakınca da İslam Hukuku kural arının bugünkü yasalarımız gibi, her belli alanda sistemli bir metin olarak düzenlenmemiş olmasıdır. Her İslam hukukçusu İçtihat kapısının kapatılmasına kadar aynı konuda değişik içtihatlar yapabilirdi ve usulüne uygun yapılmış, aynı sorunu farklı biçimlerde çözen içtihatların hepsi geçerliydi. İçtihat yolunun kapatılmasından sonra, o zamana kadar yapılmış binlerce içtihat içinden kadılar dilediklerini seçerlerdi. Böylece birbirinin aynı davalarda değişik hükümler verilebilirdi. İçtihatlara dokunulamaması ve hepsinin geçerli olması dolayısı ile bugünkü yasalar gibi kesin ve açık, her yerde aynı derecede geçerli pozitif hukuk kuralları konulamıyordu. Yargıçların ayrıca pek düzensiz olan binlerce içtihat içinden aradıklarını bulmaları da son derece zordu.
Tanzimat döneminde bu sistemsizlik ve aksaklıkları bir ölçüde gidermek girişimleri yapıldı. İslam Hukuku'nun doğrudan doğruya düzenlemediği alanlarda Batı'dan modern yasalar alındığını söylemiştik. Ama bu modern yasalar yanında İslam Hukuku tarafından düzenlenen alanlar olduğu gibi bırakılmıştı. Örneğin Fransa'dan 1858 yılında modern bir ceza yasası alınmıştı. Ama bu yasaya İslam ceza hukukunun hükümleri de monte edilmişti. Bu tür hükümleri kadılar, diğer konulardaki suçların tespiti ile cezalarını da yeni kurulan modern mahkemeler verecekti. Demek ki aynı yasa içinde bile uygulama açısından farklılıklar vardı. Ticaret ve yargılama hukukları Fransa'dan alınmış, bunları uygulayacak yeni mahkemeler kurulmuştu. Yine sadece Hanefi mezhebi esaslarına göre borç ve mülkiyet ilişkileri sistem açısından modern bir biçime getirilip bir yasa içinde toplanmıştı. Bu yasaya "Mecelle" denilir. Yine kadın, aile, miras gibi alanlarda da eski hukuk kuralları uygulanıyordu. Ayrıca Osmanlı Ülkesinde yaşayan yabancılar (yani başka bir devletin yurttaşı olanlar-Osmanlı yurttaşı gayrimüslimlerle karıştırmayınız!!!) kendi konsolosluklarında kendi yasalarına göre yargılanırlardı. Öyle ise Osmanlı Devleti'nde tam bir hukuk dağınıklığı vardı.
Böyle bir sistemde temel modern hukuk devleti ilkelerine temel aykırılıklar vardır. Bunları şöylece özetleyebiliriz: Hukuk devletine gidişin en önemli koşulu ilkönce "yasa devleti" olmaktır. Bu tür devlette yasalar kesin, açık, her yurttaş için aynı etkiye sahip kurallardır. Osmanlı hukukunda ise, böyle bir durum yoktur. Çeşitli gruplara kendi hukukları uygulanıyor; modern yasa kavramı da olmadığı için çoğunluğa sahip Müslümanlara da yargıçların takdirine göre değişik içtihatlara dayanılarak adalet uygulaması yapılıyordu. Bu son derece sakıncalıdır. Demek ki tam anlamıyla yasa devleti gelişmediği gibi,bunun sonucu olarak hukuk birliği de yoktur. Halbuki ulusal birliğin en önemli koşulu hukuk birliğinde yatar. Bu, dil ve din birliğinden daha önemlidir. İsviçre'yi düşünmeniz bu konuda yeterli fikir verir. İsviçre’de dört ayrı ulus, dört dil konuşur. Ama bir "İsviçre ulusal birliği" vardır. Bunu sağlayan da İsviçre’deki hukuk birliğidir.

Çok önemli bir başka husus da kadın erkek arasındaki eşitsizliktir. Böylesine bir eşitsizlik hukuk devleti düşüncesinin gerçekleşememesi için yeterli nedendir. Başka nedenler aranmasına gerek yoktur.

Yargılamadaki farklılıklar, pek çok hukuksal kurumun düzenlenmemesi gibi önemli başka aksaklıklar da göz önüne alınmalıdır.

Tanzimatta getirilen yenilikler gerçi iyi yetişmiş bir hukukçu kuşağının belirmesine yol açtı. Batı'daki hukuk kavramlarına geçilmesi yolu açıldı. Bu kuşak elbette Cumhuriyetin hukuk devrimini hazırlamakta büyük rol oynamıştır. Yani Tanzimatta Batı hukukunun bir ölçüde alınması bugünkü hukuk gelişmesine öncülük etmiştir. Ama bu olumlu gerçek yanında Tanzimatın getirdiği bir olumsuzluk, zaten parçalanmış olan hukuku daha da bölmesi, hukuk birliğinin gerçekleşmesi için hiçbir umut bırakmamasıdır. Bu söylenilen aksaklıkların giderilmesi zamanı gelmişti. Ulus egemenliğine dayanan, laik bir devlet oluşuyordu. Bu devlette yasaları egemenliğin kayıtsız şartsız sahibi olan Türk ulusunun temsilcileri yapacaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusu temsil ettiği için eşitlik ve düzgünlük esaslarına uygun tam bir "yasa devleti" oluşturmalıydı. Daha önceki ünitede anlattığımız "yasa devletini" bütün gerekleriyle kurduktan sonra, demokratik hukuk devletinin gerçekleşmesi aşamasına geçilecekti. Yasa devleti kurulurken, yapılacak yasalar içinde, hukuk devletinin tohumları da yer alacaktı. Ulusal, demokratik ve bütünsel bir hukuk yapmanın zamanı gelmişti.



Medeni Hukuk Alanında Yasalaşma

"Özel Hukuk" ve "Kamu Hukuku" hukuk biliminin iki önemli parçasıdır. Bunlardan ilki eşit durumda olan bireyler arasındaki her türlü özel ilişkiyi düzenler. Kamu hukukunda ise bir yanda birey,bir yanda devlet vardır. Devletin bireyle ve kendi organları arasındaki ilişkiler kamu hukukunun düzenleme alanıdır. Özel hukukun, belki de bütün dallarının en önemlisi "medeni hukuk"tur. Bu hukuk günlük ilişkilerimizin çok büyük bir kesimini düzenler. Bu hukuk yaşama işlerlik kazandırır. Kişinin -sağ olarak doğması koşulu ile- ana rahmine düşmesinden, ölümünden sonrasına kadar hemen hemen bütün özel ilişkileri bu hukukun konusudur:Kişilik haklarının kazanılması ve kullanılmalarının sınırlandırılmaları, nişanlama,evlenme, evlilik birliğinin (ailenin) sürme ve sona erme koşulları; mirasın paylaştırılması; karşılıklı-karşılıksız yüküm doğuran her türlü ilişkiler, bağıtlar (sözleşmeler), mallar ile kişi arasındaki ilişkiler medeni hukukun konularıdır. Belki de gerek kapsadığı alanlar, gerek üzerinde kurulduğu mantıksal yapı bakımından medeni hukuk bütün hukuk sisteminin temeli, can damarı sayılabilir.


İşte böylesine büyük bir önemi olan medeni hukuk Osmanlı Devleti'nde sistemli ve bütün yurttaşlara eşit olarak uygulanacak biçimde düzenlenmedi... Zira Osmanlı medeni hukukunun kişilik, aile ve miras hükümleri sadece Müslüman yurttaşlara uygulanabilirdi. Bu konular da doğrudan doğruya İslam’ın ilk kaynaklarınca hükme bağlanmışlardı. Bu nedenle değiştirilemez nitelikte idiler. Medeni hukukun diğer bölümleri ise sayısız içtihatla karma karışık bir tarzda düzenlemişti. İlk üç bölüm içinde de açık olmayan hükümleri aydınlatan birbiriyle ters pek çok içtihat da vardı. Bazı konulara ise -içtihat yapılmasının serbest olduğu hicri üçüncü yüzyıldan sonra- hiç değinilmemişti. Zira bunlar modern ekonomik ve toplum yaşamının gereksinmelerinden çıktığı için düzenlenme biçimlerine dair hiçbir bilgi yoktu. Batıdaki uluslar aydınlanma dönemiyle birlikte medeni hukuklarını özenle oluşturmuşlar ve bu hukukun kurallarını belirleyip belli hükümlerle ve sistemli olarak ifade etmeye çoktan girişmişlerdi. Böylece birbiri ardından büyük medeni yasalar (medeni kanunlar) yapılmaya başlandı. Özellikle 19.yüzyıl başlarında yürürlüğe giren Fransız ve Avusturya medeni yasaları pek çok ulusa örnek oldu. Daha sonra, 20. yüzyıl başında Almanya'da, aynı yüzyılın ilk çeyreğinde de İsviçre'de birer büyük hukuk anıtı olan medeni yasalar yapıldı. Bu yasalar da pek çok ülkeye örnek oldu.
Osmanlı Devleti'nde Tanzimat dönemi ile başlayan olumlu kıpırdanmada bazı hukuk alanı boşluklarının Batı'dan alınan yasalarla doldurulduğunu biliyorsunuz. Medeni hukuk alanında ise bu yapılamadı. Zira "yaşamın ilişkilerini" dinden uzaklaşan kurallarla düzenlemek İslam Devleti'nin yapısıyla bağdaşamıyordu. Bundan dolayı başka bir yol denendi: Yukarıda söylediğimiz dağınıklığa son verilecek, bu alandaki onbinlerce içtihat gözden geçirilecek ve bir seçme yapılıp sistemi bakımından modern görünüşlü bir İslam Medeni Yasası hazırlanacaktı. Bu iyi ve yerinde bir düşünce gibi görülüyordu. Ünlü fıkıh bilginlerinden oluşan bir komisyon 19. yüzyılın ikinci yarısında böyle bir yasa hazırladı.
"Mecelle" adı verilen ve İslam dünyasının en büyük hukuku sayılan bu yasa tam değildi.

Kişilik, aile ve miras bölümlerini içermiyordu.

Bu bölümler ise bir medeni yasanın dayanağı olan temel hükümleri kapsarlar.
Eşya-kişi ilişkilerine de çok az yer verilmişti.

Daha çok borç ilişkileri düzenlenmişti.


En önemlisi "içtihat diğer bir içtihadı kaldıramaz" kuralı sadece Hanefi hukukunun kurallarına göre düzenlenmişti.
Böylece devletin örneğin "Şafii"bir yurttaşı Mecelledeki hükümlerin kendisine uygulanmamasını isteyebilirdi. Yine, Hanefi içtihatları arasında da aynı konuyu düzenleyen birbirine aykırı ama geçerli içtihatlar özellikle kişilik, aile ve miras alanlarında çokfazla olduğundan, Mecelle'yi hazırlayan komisyon üyeleri o alanlarda hanefi hükümlerini bile toplayamamışlardır... Böylece Mecelle, büyük bir yapıt olmakla birlikte pek çok bakımdan yetersiz, eksik ve bütün Müslümanlara dahi seslenemeyen bir Medeni Yasa idi.
Atatürk, medeni hukuk alanındaki bu eksikliği çok iyi sezmişti. Eksiksiz ve modern bir medeni kanun yapılmalı ve hukuk inkılabı bu yasa üzerinde yükselmeliydi. Mecelle'yi tamamlayıp düzeltmek, yukarıda saydığımız nedenlerle mümkün değildi. Yeni bir medeni yasanın hazırlanması ise en aşağı on yıllık bir çalışmayı gerektiriyordu. Bu nedenle pek çok ulusa örnek olmuş Batı medeni kanunlarından birini aynen almak en elverişli yoldu. Bunun için önemli örnekler vardır: Japonların ilk önce Fransız, daha sonra da Alman medeni kanunlarını almakta duraklamamaları gibi. Bizim hukukçularımız ise İsviçre Medeni Kanunu üzerinde durdular. Çünkü bu yasa Batı'da en son olarak yapılmıştı. Son derece laik ve akılcı bir görüşle hazırlanmıştı. (Bugün bazı meslektaşlar İsviçre Medeni Yasasının "rahiplerce" hazırlandığını ileri sürmektedirler. Üzerlerinde bilim adamı kimliği taşıyan bu meslektaşlar ya bu konuda son derece bilgisizdirler, o zaman kendilerine hukukçu dememek gerektir. Veya gerçekleri saptırmaktadırlar. Bu da bir bilimadamına yakışmayacak en ağır davranıştır. İsviçre Medeni Kanunu, daha Hristiyanlıktan önce doğan, bu dinle hiçbir ilişkisi olmayan büyük Roma hukukçularırın tamamen akla dayanan düşüncelerinden ve Yine Hristiyanlıktan çok önce doğmuş Germen hukukunun toplumsal anlayışından kaynaklanmış, modern görüşlerle birleştirilmiş son derece büyük bir yapıttır. Bu yapıtı büyük bir bilim adamı olan Eugen Huber (1849-1923) laik bir düşünce ile ve tek başına yıllarca süren büyük bir uğraş sonucu hazırlamıştır. İsviçre Medeni Kanunu'nun hazırlanmasında Huber'e hiçbir din adamı yardım dahi etmemiştir. Kaldı ki, bütün medeni hukuk bilginlerinin oybirliği ile belirttiği gibi, bu yasa kişi özgürlüğüne en büyük yeri veren ve dinle hiçbir ilgisi olmayan en büyük medeni kanundur. Bu yasanın 266.Maddesi, çocuğun dinsel eğitim hakkını ana-babaya vermekte ve reşit olanın dinini seçmekte özgür olduğunu açıkça belirtmektedir. Laiklik bundan iyi bir biçimde ifade edilemez.) Pek çok soruna son derece pratik çözüm yolları getirmişti. Bazı önemli sorunları tam olarak kasten çözmemiş, bu işi yargıcın takdirine bırakmıştı. Böylece yasa uzun bir süre değişen yaşam koşullarına uydurulabilme özelliğine sahipti. Yargıca tanıdığı yetkiler açısından bir benzetme yapmak gerekirse, bizim kadılarımızın çok kesin İslami hükümler dışında hareket serbestliğini, İsviçre Medeni Kanunu yargıçlara tanımıştı. İşte gerçekten çok yerinde bir seçimle bu yasa ile onun ayrılmaz parçası olan Borçlar Kanunu 4 Nisan ve 8 Mayıs 1926 tarihlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildiler. Böylece yeni Türk Medeni Hukuk da doğmuş oldu.

Bu yasa ile daha sonra gelecek diğer yasaları uygulayabilmek üzere inkılapçı bir anlayışla yetişecek hukukçulara gereksinim vardı. Bu amaçla daha 1925 yılında Ankara'da bir Hukuk Yüksek Okulu açıldı. Atatürk en ünlü söylevlerinden birini bu Yüksek Okulu açarken vermiştir (5 Kasım 1925). Hukuk devrimimin büyük önemini bilimsel bir açıklıkla belirten bu söylevle açılan Yüksek Okul, Cumhuriyetimizin ilk yükseköğretim kurumu olması açısından da ayrı bir önem taşır (Bugünkü "Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi").

Medeni Kanunumuz kısa bir süre içinde benimsendi. Türk hukukçusu ona ustalıkla kendi ulusal ruhunu aşıladı... Başlangıçta çekilen zorluklar, Türk hukukçusunun becerisi ve yasanın esnek yapısı dolayısı ile kısa sürede aşılmış, bütün bireylerimizin eşitliğine dayanan, akılcı, uygulama ile kendini sürekli olarak yenileyebilecek mükemmel bir yasa ortaya çıkmıştır. Bugünkü toplumsal ilişkilerimizdeki düzen, eski dönemdekiyle hiçbir bakımdan karşılaştırılmayacak derecede üstündür. Ancak İsviçreliler yasalarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan koşullara uygun olarak yenilediler. Türkiye'de de yasamız bazı noktalarından eskimişti. Hukukçularımızın uzun ve yorucu çalışmalarla hazırladıkları taslakların sonuncusu 1998 yılı ilkbaharında Adalet Bakanlığı’na teslim edildi. Şimdi beklenen, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Türk Hukuk Devrimini yenileyecek adımı atıp tasarıyı yasalaştırmasıdır. Yeni yasa ile, 1926 yılında bilinmeyen pek çok sorunda çözülme yoluna girecektir.

Diğer Hukuk Alanlarında Yasalaşma Etkinliği

Medeni Kanun örneği diğer önemli kamu ve özel hukuk alanlarında da yenileşme için benimsenmiştir. Ulusal hukuk birliğini sağlamak yolunda kesin adımlar atılmıştır. 1926-1929 yılları arasında diğer temel yasalar ardarda kabul edildi. Ticaret, Ceza, Hukuk ve Ceza Yargılama Usulleri ve İcra-İflas kanunları ile hukuk sistemi esas olarak kuruldu. Bütün yurtta tek hukuk uygulamasına gidildi. Kadı mahkemeleri daha 1924 yılında kaldırılmıştı. Modern hukuku uygulamak için eğitime büyük önem verildi. Lozan Andlaşması ile de yabancıların hukuk alanındaki ayrıcalıklı durumu sona erdiğinden ulusçu, akılcı, devrimci hukuk yurdumuza kısa sürede yerleşmiştir. Tek eksik kalmıştı: Medeni hukuk alanında bütün haklarına kavuşan kadınlarımız siyasal haklarından hala yoksundular. Bu eksiklik 1934 yılındaki bir anayasa değişikliği ile giderildi. Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı -bazı batı devletlerinden de önce- verildi.


Şu duruma göre, demokratik hukuk devletinin başta gelen ilk ögeleri 1937 yılına kadar yerleştirilmiş sayılır: Yurtta hukuk birliği sağlanmıştır; yasa hukukuna geçilmiş ve "yasa devleti" bütün koşulları ile kurulmuştur. Bunun sonucu olarak yasalar karşısında mutlak eşitlik ilkesi getirilmiştir. 1924 Anayasası -ve daha sonra yapılan değişiklikleri ile- Türk yurttaşlarına bütün temel insan hakları tanınmıştır. Demek ki artık demokrasi işleyebilir bir nitelik alabilirdi. Tek eksiklik, çok partili siyasal sisteme geçilememesiydi. Atatürk'ün bu konuda iki deneme yaptığı fakat başarısızlıkla sonuçlandığı bilinir.

Değerlendirme

Hukuk devrimi üzerinde Genel bir değerlendirme yapalım: Hukuk yaşamın ilerlemesine ayak uydurmak zorundadır. Aksi durumda donar ve toplum gelişmesinin ardında kalır; böylece toplumda "hukuka bağlılık" ilkesi zayıflar. Türk İnkılabı hukuka dinamizm verdi. Kuşkusuzdur ki, her ülkede olduğu gibi, bizde de bazı konularda bireyle kural arasında tam bir uyum sağlanamıyor. Bu, hukukun evrensel bir sorunudur. Ama bu uyum sorunu kültür ve ekonomi gelişmesi ilerledikçe ortadan kalkacak; fakat bu sırada elbette başka uyumsuzluklar çıkacaktır. Yaşam olumlu yönleriyle de sürekli bir mücadeleyi gerektirir. İşte Atatürk'ün getirdiği akılcı hukuk ışığı altında yetişip insanın değerini herşeyin üstünde tutan Türk hukukçularının sayısı arttıkça, hukukun üstünlüğü ve dolayısı ile demokratik hukuk devleti tam olarak yurdumuza yerleşecektir.

Türk Eğitim Sisteminin Kurulması -20

GİRİŞ

İnsanlar belli yeteneklere sahip olarak dünyaya gelirler. Bu yeteneklerin bir bölümü bütün insanlarda ortaktır; bazıları ise her insanda yoktur veya varsa bile değişik düzeydedir. İnsan herşeyden önce, yaşayabilmek için bu yeteneklerini kullanmak zorundadır. Toplum içinde her insan kendi yaratılışına uygun bir ortam bulmak, bu ortamda yaşamak, gerekirse daha iyi bir ortama geçmek eğiliminde ve isteğindedir. Bu da ancak, yeteneklerin o ortama uygun biçimde kullanılmasıyla mümkündür. Yetenekler ise kendiliğinden, durup dururken gelişmez; öğrenmek ve öğrenilenleri uygulamak ile gelişir. İnsan yeteneklerini kendi çabalarıyla da geliştirebilir; gözleyerek, deneyerek pek çok şey öğrenebilir. Böyle bir durumda insan kendi kendini "eğitmektedir". Ama tahmin edersiniz ki, böyle bir eğitim biçimi sistemsiz olduğundan amaçlara uygun değildir. Öğrenmenin iki amacı vardır: Kişisel ve toplumsal. İnsan toplum içinde belli ve yeterli ölçülere göre yaşayabilmek ve ilerlemek için öğrenmek zorundadır. Bu, kişisel amaçtır. Ama öğrenmenin toplum için de bir amacı vardır: Toplum bütün bireylerin gelişmesi ile ilerler. Birey ile toplum içiçe geçmiştir. Toplumu da insanlar oluşturur. Bireyler durmadan gelişmelidir ki toplum ilerlesin. Burada önemli bir sorun ortaya çıkıyor: Toplumlar her alanda her bakımdan ilerlemek isterler. Ekonomi, siyaset, düşünce alanlarında ve bunların içinde yer alan daha yüzlerce alt alanda. İşte toplumda birey öylesine öğrenmeye yönelmelidir ki, söylenilen alanlarda çalışacakların sayısı yeterli, nitelikleri üstün olsun; çeşitli alanlarda çalışacaklarda bir denge bulunsun. Bunları sağlamak kolay değildir ve devletleşme aşamasına gelen toplumlarda, devlet açısından çözümü zor sorunlar doğurmaktadır.

Eğitimin Tanımı ve Önemi

Yukarıdaki açıklamalarımıza göre eğitimi kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Eğitim kişinin yeteneklerini kendi gereksinmelerine ve toplumun amaçlarına göre geliştirmesini sağlayan öğrenme işi ve bu işin nasıl yapılacağı üzerindeki yöntem ve uygulamaların bütünüdür. Öyle sanıyoruz ki gerek yukarıdaki açıklamalar, gerek verilen tanım eğitimin önemini size göstermiştir. Birey ve toplum için eğitim vazgeçilmez bir ögedir. Öyle denilebilir ki "eğitilmek" gereksinimi kişiye doğuşla gelir. Öğrenmek insanın doğasında mevcut olan bir özelliktir. Toplumlar için ise eğitim, varlıklarını sürdürmeleri için vazgeçilmez bir etkinliktir, bir işlev ve görevdir. Her toplum hem kalkınmasını, hem de kuşaklar arasındaki bağı sürdürebilmek için eğitime kesin bir gerek duyar. Kalkınma için eğitim ne kadar önemli ise, kuşaklar arasındaki bağı sürdürmek de öylesine önemlidir. Özellikle uluslaşan toplumlarda yüzlerce yılda biriken kültür o toplumun sürekliliğini sağlayan en önemli etkendir. Ulusal kültürün şüphesizdir ki durmadan gelişip serpilmesi istenir. Bunu sağlayan Yine eğitimdir. Zira ulusal kültür ancak kuşaktan kuşağa geçerek gelişir. Bu da yalnız eğitimle gerçekleşir.



Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin