Türkiye İktisat Kongresi (17 Şubat-4 Mart 1923)
Cumhuriyetin ilan edilmesine kısa bir süre kala, yukarıda sözünü ettiğimiz "arayışın" ilk önemli ve belki de en somut belirtisi, İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi ile ortaya çıktı. Türk tarihinde ekonomik sorunların çok ayrıntılı bir biçimde ve toplumdaki belli başlı kesimlerin temsilcileri tarafından tartışılıp görüşüldüğü ilk toplantı budur. Her işte olduğu gibi, bu konuda da girişim Atatürk’ten gelmiş ve kongreyi O açmıştır. Bu açılışta verdiği ünlü söylevinde Önder ekonomiyi de çok iyi tanıdığını gösterir: "Siyasal zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, meydana gelen zaferler kalıcı olmaz, az zamanda söner" diyerek Kurtuluş Savaşı’nın bitmesiyle asıl önemli dönemin açıldığını bildirir. Önder, "Ekonomi demek her şey demektir. Yaşamak için, mutlu olmak için, İnsanlığın varlığı için ne gerekli ise onların hepsi demektir" sözleri ile de hem ekonominin çok güzel bir tanımını yapmakta, hem de yeni devletin başarısı için ekonomik gelişmenin önemini vurgulamaktadır. Önder, bu söylevinde Osmanlı Devleti’nin ekonomik alanda neden çöktüğünü son derece çarpıcı bir ifade ve mantık ile açıklamış, daha sonra yeni ekonomik temelin dayanması gerekli ilkelerini belirlemiştir. Atatürk bu ilkeleri belirlerken herhangi bir ekonomik sistem tercihinde bulunmamıştır. Baş ilke siyasal bağımsızlık gibi, ekonomik bağımsızlığı da kurmak ve sürdürmektir (İzmir’de bu Kongre toplandığı sırada Lozan’daki barış görüşmeleri kesilmişti. Atatürk, görüşmeler sırasında ekonomik ayrıcalıklarını sürdürmek için çeşitli oyunlar içine giren devletlere böylece seslenmekte, Konferans tekrar açılırsa izleyeceğimiz yolu onlara göstermektedir.). Ulusal, halka dönük, "bütün sınıfların aynı zamanda zengin olması ve yaşamın gerçek lezzetini tadabilmesi"ni sağlayacak bir yol izlenmelidir. Yurdumuz bir tarım ülkesi olduğundan bu alanda güçlendirici, üretimi artırıcı önlemler alınmalı, ama sanayi de ihmal edilmemeli, dışarıya muhtaç olmamak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Atatürk ekonomik yaşamın "çiftçi, sanayici, işçi, tacir" dörtlüsüne dayandığını belirtir ve Kongre’ye şöyle seslenir: "gerçekten memleketin ve ulusun ihtiyacına uyan esaslı program üzerinde bütün ulusun birlik ve ahenk içinde çalışması lazımdır. Yüksek Kurulunuz bu esasların en değerlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksınız. Arkadaşlar, bence yeni Devletimizin, yeni Hükümetimizin bütün esasları ekonomik programdan çıkarılmalıdır". Böylece Önder ekonomik kalkınmayı yeni devletin temeli olarak görmektedir. Çiftçi, işçi, tacir ve sanayici temsilcilerinden 1135 kişinin katıldığı Kongre Atatürk’ün yukarıdaki istek ve dilekleri doğrultusunda çalışmıştır. Kongre’de yurdun bütün ekonomik ve mali sorunları görüşülmüş, tartışılmış, ama O’nun istediği program hazırlanamamıştır. Kongrede her kesim kendi dertlerinin çözümüne öncelik tanınmasını istiyordu. Türkiye’de yetenekli ve bilgili uzman iktisatçılar henüz yetişmemişti. Pek çok ekonomik kavram bilimsel açıdan tanınmıyordu. Bütün bu nedenler istenilen programın yapılmasını engellemiştir. Ama Kongre’de Türk tarihinde ilk kez, bütün ekonomik sorunların, dertlerin, sıkıntıların konuşulup tartışılması çok yararlı olmuştur. Ayrıca Kongre’de temel bir ilke de kabul edilmiştir. Tam siyasal bağımsızlığın yeniden kurulduğu ve ekonomik bağımsızlığımızın Lozan’da tartışıldığı sırada varılan bu ilke kararı özellikle güncel ve diplomatiktir. Bu ilke şudur: Ekonomik bağımsızlığın her kesimin mensupları tarafından titizlikle korunacağına and içilmiştir (Misak-i İktisadi). Böylece "Ulusal Ekonomi İlkesine" gidiş gerçekleşme yoluna girmiştir. Türkiye İktisat Kongresi’nden beş ay kadar sonra Lozan Barış Andlaşması imzalandı. Bildiğiniz gibi Lozan’da bütün kapitülasyonlar kesin biçimde kaldırılmış, yabancı devletlerin yurdumuzdaki her türlü ayrıcalığı sona ermişti. Böylece içilen andın amacı gerçekleşmiş oluyordu: Ekonomik bağımsızlık da kazanılmıştı.
Aşar Vergisinin Kaldırılması
Tarıma dayalı ekonomiyi geliştirmek için üretecinin özendirilmesi, eline geçecek paranın artırılması gerektir. Osmanlı döneminde köylü ağır vergiler altında ezildiği için tarımsal üretim yeterli bir düzeye çıkamamıştır. Köylüden alınan en önemli verginin adı "aşar" idi. Köylü her yıl ürününün onda birini veya buna denk parayı devlete öderdi. Bu "onda bir" bazen devlet, bazen de vergiyi toplayanlarca keyfi olarak artırılabilirdi. Bu vergi köylüyü yoksullaştırıyor ve üretim artışını engelliyordu. 1925 yılında Cumhuriyet Hükümeti cesur bir karar alarak bu verginin kaldırılmasını sağladı (Aşar vergisinin kaldırılması hakkındaki kanun 17 Şubat 1925 tarihinde kabul edilmiştir.). Bu gerçekten çok cesurca bir adımdır, zira aşarın getirdiği gelir devletin bütün girdilerinin yüzde otuzuna yaklaşıyordu. Devlet çok yoksul olmasına rağmen böylesine büyük bir gelirden vazgeçmeyi göze almıştı. Bu şekilde köylünün rahatlatılması ve üretimin artırılması yolunda çok önemli bir aşama kaydedilmiştir.
Sanayileşme Yolunda Atılan Adımlar
Aşar vergisinin kaldırılması ile devlet tarım alanında önemli bir atılımda bulunmuştu. Özelikle tahıl üretiminde dikkate değer bir gelişme gözleniyordu. Tarım zaten bir ölçüde ulusu besleyecek düzeyde idi. Ama sanayi alanında durum hiç de böyle değildi. Birkaç ufak dokuma fabrikasından başka yurtta ne ağır ne de hafif sanayi vardı. Sanayinin kurulması olanakları da çok sınırlı idi. Bunun nedenlerini şöylece özetleyebiliriz:
• Yurtta sermaye birikimi yoktu ve uzun bir süre de olması beklenemezdi.
• Ne devlette ne de özel kesimde sanayinin kurulmasını üstlenecek girişimciler vardı.
• Sanayi işletmelerinde çalışabilecek yetenekli uzmanlar, kaliteli işçiler mevcut değildi.
Cumhuriyet hükümetleri hiç olmazsa ana, temel gereksinim mallarını üretebilecek fabrikalar istiyorlardı. Devlet bu konuda girişimi özel kişilerden bekliyor, gerektiği takdirde onları özendireceğini söylüyordu. Ayrıca devlet de gerekirse özel kesimle ortak olarak sanayi işletmeleri kurabilecekti. Böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayi gelişmesinde umutlar özel girişimcilere bağlanmıştı .Bu amaçla 1925 yılında kurulan "Türkiye Sanayi ve Maden Bankası" önemlidir. Bu banka madenleri işletmeyi ve sanayi kuruluşlarının yapımına katılmayı amaçlamıştı. Öte yandan aynı yıl çıkartılan bir yasa ile şeker sanayisinin kurulmasına geçilmesi, devletin şeker fabrikası kurmak için girişimde bulunacaklara kolaylıklar sağlaması kabul edilmişti. Bu şekilde devlet kredisi ile özel kişiler 1926 yılında Türkiye’nin ilk iki şeker fabrikasını açabildiler: Uşak ve Alpullu şeker fabrikaları. Ama bu tür girişimlerin sayısı çok azdı. Bunun üzerine 1927 yılında yeni bir özendirme yolu denendi. "Teşvik-i Sanayi Kanunu=(Sanayinin Özendirilmesi Yasası) çıkartıldı (Bu Kanun’un kabul tarihi: 28 Mayıs 1927.). Bu yasa sanayi işletmeleri kurmak isteyenlere büyük kolaylıklar tanıdı. Ama bu olumlu çabalara rağmen "sanayi" kavramına çok yabancı olan, sayıca az ve yetenekleri çok sınırlı özel girişimcileri bu alana çekmek mümkün olamıyordu.
Ulaştırma İşlerinde Gelişmeler
Ekonomik gelişmenin "yol"a bağlı olduğu hepimizin bildiği bir gerçektir. Yol olmaz ise üretimin değeri kalmaz. Malların değiş-tokuşu, tüketiciye ulaştırılması ancak yolla sağlanır. Yol ayrıca insanları hareketli hale de getirir. Yine kültürel birliğin pekişmesinde yolun değeri inkar edilemez. Yol konusunda ilk Cumhuriyet hükümetleri çok enerjik davranmışlardır, Sanayi alanındaki duraklamaları, yol konusunda görmüyoruz. Yolun savunmadan eğitime, ekonomiden ulusal birliğin sağlamlaştırılmasına kadar her kesim için çok önemli bir öge olduğunun bilincine varan devlet çok büyük özveriye malolsa bile, o günün koşullarına göre çok başarılı bir yol siyaseti izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bütün dünyadaki en üstün kara ulaştırması demiryolu ile yapılıyordu. Demiryolu ayrıca yurdumuzun doğal ve ekonomik koşullarına da çok elverişlidir. Bu amaçla daha 1924 yılının başında kabul edilen yasalarla demiryollarının yapımı işine girişilmiştir. Her demiryolu çizgisi için çıkartılan ayrı yasalarla hükümetler bazen devlet bütçesini zorlayarak,bazen iç borçlanmalara giderek bu önemli işe başlamışlardır. Daha 1930 yılına gelindiği sırada pek çok demiryolu çizgisinin (hattının) yapımı bitmişti. Köy ve kasaba yollarının yapımı için bütçe olanakları elvermediğinden yurttaşa yol yapma yükümlülüğü getirilmiştir ("Yol Mükellefiyeti Kanunu". Kabul Tarihi 19 Ocak 1925.). Bu yasanın uygulanması özellikle anayasal haklar açısından eleştirilere yol açmıştır. Bu eleştiriler hukukça doğrudur. Ama o günün koşulları açısından devlet-ulus elele ilkesi altında hükümetin yol konusuna verdiği önemi göstermesi açısından önemli bir adım sayılabilir.
Para ve Bütçe Politikası
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde hükümetler serbest bir para siyaseti izlemişlerdir. Türk lirasının, altın ve dövizin yurt dışına çıkarılması sınırlandırılmamıştı. Devletin para işlerini düzenleyecek bir organı da yoktu. Ama emisyona (para basımına) başvurmada çok titiz davranıldığı için Türk parası değerli idi ve değerini uzun süre korumuştur. İkinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Türkiye sürekli ve ağır bir enflasyon görmedi. Bu arada şu çok önemli noktayı belirtmekte yarar vardır. Devletimizin kurucu kadrosu, daha Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti çalışmaya başladığı günlerden beri hiçbir zaman enflasyonist bir para siyaseti izlemedi. Savaş esnasında bir liraya bile muhtaç bulunulduğu zamanlarda dahi emisyona gidilmedi. Bütün usta iktisatçılarımızın dediği gibi Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasındaki bir önemli etken de, enflasyon yoluna hiç gidilmemesidir. İşte Cumhuriyetin aynı kişilerden oluşan kurucu kadrosu bu siyaseti daha sonra da sürdürdü. Öyle ki, Türk Lirası uzun bir zaman dünyanın en değerli paraları arasına girdi. (Bir doların 90 kuruş olduğu bilinir). Gerek girişimcilere, gerek diğer kesimlere para bulabilmek için kredi kurumlarının kurulup geliştirilmesine çaba harcanmıştır. Atatürk 1924 yılında Türkiye İş Bankası’nı kurdurarak kredi piyasasının canlanmasında ilk adımı atmıştır. Bu banka kısa sürede çok gelişti. Yukarıda söylediğimiz "Sanayi ve Maden Bankası" da gerek kamu kuruluşlarına gerek bazı özel kuruluşlara kredi vermiştir. 1926 yılında kurulan "Emlak ve Eytam Bankası= Emlak ve Yetimler Bankası)" (Bugünkü Türkiye Emlak Bankası) özellikle konut kredisi verme yolunda büyük hizmette bulunmuştur. Türkiye İş Bankası özel sayılabilecek bir kurum iken, son ikisi birer devlet kuruluşu idi. Demek ki devlet artık yavaş yavaş kredi piyasasına girmektedir. Sıkı para siyaseti, bütçelerin hazırlanmasına da yansımış, mümkün olduğu kadar gerçekçi ve denk bütçeler yapılmıştır. Ama bütçeler, gelir azlığı ve biraz aşağıda söyleyeceğimiz borç yükü dolayısı ile küçük boyutludurlar. Modern bir vergi sisteminin kurulamayışı da bu olguyu etkilemektedir.
Ekonomi Alanında Bağımsızlık İlkesinin Gerçekleştirilmesi
Cumhuriyet hükümetleri, kapitülasyonların artığı olan yabancı kurumları ortadan kaldırmaya karar vermiş ve büyük özverili çabalar sonucunda bu amaca ulaşmışlardır. Çeşitli yabancı ortaklıkların sahibi bulunduğu Batı Anadolu ve Trakya demiryolları, limanlar, büyük kentlerdeki hizmet kuruluşları, hepsi sıra ile ve gerekli ödemeler de yapılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin malı olmuştur. Ekonomik bağımsızlık ilkesinin bir başka sonucu olarak, 19 Nisan 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkarıldı. Türk karasularında yalnız Türk gemilerinin yolcu ve yük taşıyabileceği kabul edildi. Düşününüz! Üç yanı denizlerle çevrili yurdumuzun karasularını bile yüzlerce yıl kullanamayıp işi yabancılara bırakmıştık. Türk denizciliği de ölmüştü. Şimdi doğal hakkımıza tekrar sahip çıkıyorduk. Lozan Barış Antlaşmasına göre, Osmanlı Devleti’nin ödeyemediği ve çok büyük bir toplama varan dış borçları, İmparatorluğumuzun dağılmasından sonra ortaya çıkan yeni devletler ile aramızda bölüştürülmüştü. Tahmin edeceğiniz gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin payına en yüklü borç tutarı düşmüştü. Cumhuriyet hükümetleri büyük bir dirayetle, zaman zaman sürdürdükleri görüşmeler sonucu, bu borçları hiçbir dış müdahale olmadan belli taksitlerle zamanında ödemişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ekonomik olanaksızlıklar değerlendirilirken, satın alınan yabancı işletmeler ile ödenen borç taksitlerinin getirdiği ağır yük de dikkate alınmalıdır.
EKONOMİ REJİMİNDE YENİLİK: DEVLETÇİLİK İLKESİNİN UYGULANMASI
İlerideki derslerimizde Atatürk ilkelerinden sayılan "Devletçilik" üzerinde duracağız ve ekonomik yönden bakıldığı zaman bir çeşit karma sistem denilebilecek olan bu uygulamayı değerlendirmeye çalışacağız. Bazı noktalarında kişi özgürlüğüne büyük önem vermesine rağmen ekonomik devletçilik ilkesine neden geçildi ve bu nasıl uyguladı? Şimdi üzerinde durulacak olan konu budur.
Devletçilik rejimine geçişin iki nedeni vardır:
Birincisi, bütün özendirmelere rağmen sanayi işletmeleri kuracak özel girişim sahiplerinin bir türlü ortaya çıkmamasıdır .Toplumun gereksinimleri günden güne artarken, sanayi alanındaki hareketsizlik ekonomik yaşamı iyice durgunlaştırıyor, gelişme ve ilerleme sağlanamıyordu. Bugünkü serbest piyasa ekonomisine ulaşmak o zamanlar için bir hayal idi.
İkinci neden dışarıdan kaynaklanan ve Türkiye’ye bütün şiddetiyle yansıyan bir büyük olaydan doğuyordu. 1930 yılına gelindiğinde sadece Türkiye’de değil bütün dünya ekonomisinde büyük bir durgunluk başladı. Bunun da nedeni 1929 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde çıkan ve bütün dünyaya sıçrayan büyük bir ekonomik bunalımdır. Bu nokta üzerinde kısaca duralım:
20. yüzyıl başlarında dünyanın en güçlü ekonomisine sahip bir düzeye gelen Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, bu nedenle sanayisi iyice gelişip büyümüştü. Savaş bitince bu sanayinin kapasitesini azaltmak mümkün olamadı. Bu dev sanayi büyük bir oranda tüketim malları üretmeye yönlendirildi. Ama çok bol üretilen bu malların pazarı kalmamıştı. İç piyasa mala doymuştu. Bu malları dışarıya satabilmek de çok zordu; zira savaştan çıkan devletlerin hepsi,yenenlerden de olsalar çok büyük ekonomik sıkıntılar içindeydiler. Savaş bittiği için silah satmak olanakları da hemen hemen yok olmuştu. Böylece dev Amerikan ekonomisi büyük bir bunalımın içine düştü. Fabrikalar kapanmaya, pay senetlerinin değeri sıfıra düşmeye. işsizlik görülmemiş boyutlara ulaşmaya başladı. Dünyanın en güçlü ekonomisinin içine düştüğü bu ağır bunalımın diğer ülkelere sıçramasından kaçınılmazdı. Amerikan ekonomisi pek çok ülke ile sıkı bir ilişki içindeydi. Bu ilişkiler bozulunca, bunalım doğal olarak diğer yerlere yayıldı. Ayrıca, Avrupa’nın ileri ekonomiye sahip ülkeleri de Amerikan pazarlarını yitirdiler. Zaten savaş nedeniyle bozulan dünya ekonomisi iyice yolundan çıktı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yurdumuz ekonomisinin durumunu açıklamıştık. Çok geri olan ekonomik durumu düzeltmek için iyi kötü çalışmalar yapılırken, 1929 bunalımı bu çabaları çok olumsuz yönde etkiledi. Tarımsal ürünlerimizin fiyatı, dış pazarlar iyice azaldığı için çok ucuzladı. Öyle ki, aşarın kaldırılmasından doğan ferahlık kayboldu gitti. Özel girişimcilerin başlatmak istedikleri ufak çaplı sanayi yatırımları da yapılamadı. Zira piyasaya egemen olan parasızlık, alım gücünün azalması, cesareti kıran bir ortam yaratıyordu. İşte bu iki neden birleşince o dönemdeki Cumhuriyet hükümeti, o güne kadar izlenilen yoldan ayrılmaya karar verdi. Yurdun en önemli gereksinimlerini karşılamak üzere temel sanayinin mutlaka, zaman geçirilmeden kurulması gerekiyordu. Bu işin gecikmeye tahammülü yoktu. Bundan dolayı devlet bu ağır görevi üstlendi. Bu işin gerçekleşmesi için para piyasasında da devlet üstünlüğü kurulmalıydı. Özel girişim sahipleri ise kendilerine bırakılan alanlarda çalışacaklardı. Böylece kendine özgü bir devletçilik anlayışı doğuyordu. Devlet, daha 1930 yılından önce kurduğu "Türkiye Maden ve Sanayi", "Emlak ve Eytam" bankaları ile para piyasası içine girme hazırlığını yapmaya başlamıştı. 1927 yılında kurulan "Ali İktisat Meclisi=(Yüksek Ekonomi Kurulu)" de bu hazırlıkların başlangıç evresinde atılan adımlardandır. Sadece danışmanlık yapsa bile, uzman iktisatçılardan oluşan bu Meclis, hükümete ekonomik konularda yol göstermiştir. İşte zorunluluklar 1930 yılından sonra devletçi-karma ekonomi sistemine geçmeyi gerekli kılmıştır. İlk yıllardaki arayış artık belli bir sonuca erişmişti.
Devletçi Ekonomik Rejimin Uygulanması
Ekonomik devletçilik başlıca sanayi, tarım ve para-bütçe alanlarında uygulandı. Her alanın özeliklerine göre uygulamalar ufak farklılıklar gösterdi. Şimdi bu konuya biraz daha yakından eğilelim:
Sanayi Alanında Uygulama
Devletçilik ilkesini benimseme özellikle sanayi alanındaki uygulamalar ile kendini gösterdi. Zira bildiğiniz gibi yurdun, ilk planda sanayi mallarına gereksinimi vardı. 1930-31 yıllarında temel sanayinin devlet tarafından kurulması ve işletilmesi yolunda kesin karara varılmıştır. Devletin bu konuda nasıl çalışacağı da belli bir plana bağlanmak istenmiştir. Bu amaçla 1932 yılının sonuna doğru beş yıllık bir sanayi planı hazırlanmaya başlanmıştır. Devlet, kuracağı işletmelerle gerekirse bir özel kişi gibi çalışacak ve gereksinim duyulan fabrikaları yapıp işletecekti. 1933 yılı ortalarında devlet "Sümerbank" adlı ekonomi işletmesini kurdu. Devletin verdiği sermaye ile özel bir kişi, yani bir tacir gibi çalışacak olan bu işletme bir süre sonra hızla yayılan "Kamu İktisadi Teşebbüslerinin" temeli oldu. Yine aynı yıl kabul edilen bir yasa ile (İç İstikraz Kanunu), devletin halktan geniş çapta borç para alabilmesinin esasları da belirlendi. Böylece bir yandan Sümerbank, bir yandan da başka devlet kuruluşları eliyle ilkönce dokuma fabrikalarının kurulmasına, 1927 yılında adımları atılan şeker sanayisinin genişletilmesine başlandı. Bu arada özelikle Sümerbank modelinin başarısını belirtilmelidir. Bu başarı benzeri kuruluşların açılmasını özendirmişti. 1935 yılında yurdun çok büyük ölçüde gereksinimi olan maden işleriyle uğraşacak Etibank’ın kurulması da bu önemli adımlara bir örnektir.
1934 yılında Türk tarihinde ilk kez planlı ekonomi dönemi açıldı. Bu plan ile sanayi işletmelerinin kurulmasında izlenecek yöntem ve sıra sistemleştirildi. Bu, ekonomi alanında yapılan gerçek bir devrimdir. Hazırlanan bu beş yıllık birinci sanayi planına göre dokuma, demir, kağıt, yapay ipek, cam ve kimya alanlarında 1937 yılı sonuna kadar 16 büyük fabrika kuruldu. Bu fabrikaların kendi hammaddelerimize dayanarak ürettikleri malların hepsi, o günlere kadar yurt dışından satın alınıyordu. Bu fabrikaların işletmeye açılmasıyla dışarıdan alınan mallar yüzde elli oranında azaldı ki, bu, birinci beş yıllık sanayi planının gerçek bir başarı ile yürütülmüş bulunduğunu gösterir. Bu başarının bir başka göstergesi de planın hedeflenen süreden daha kısa sürede bitirilmesidir. Amaca ulaşmadaki bu çabukluk yeni bir planın hazırlanması konusunda özendirici olmuştur. Gerçekten daha 1936 yılında ikinci beş yıllık planın hazırlanmasına girişilmiştir. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle bu yeni plan ne yazıktır ki uygulanamadı. Ama 1945 yılına kadar süren bu kanlı savaş sırasında Türkiye, Atatürk döneminde kurulan sanayi işletmeleri sayesinde kendi gereksinmelerini karşılamış ve dışarıya muhtaç olmamıştır. Bu da savaş bitince, Türkiye’nin o güne kadar sahip olmadığı derece yüklü bir döviz birikimini sağlaması sonucunu getirdi. Ne var ki bu döviz hazinesi 1950 yılından sonra uygulanan ve hiçbir ön düzenlemeye dayanmayan, piyasa ekonomisi ile de ilişkisi olmayan ölçüsüz bir yatırım ve tüketim siyaseti ile üç yıl içinde yokoldu ve Türkiye Yine dışarıdan borç alır duruma düştü.
Tarım Alanında Uygulama
Devletçilik ilkesi tarımsal alanda fazla uygulandı sayılmaz. Gerçi Türk tarımını ileri bir düzeye çıkartmak için devlet, Osmanlı döneminde düşünülmesi bile kabil olmayan önlemler almıştır: Köylüye bol ve ucuz kredi verilmesi, aşar vergisinin kaldırılması, tarım yaşamıyla ilgili teknolojik yardımların yapılması için ülke çapında kuruluşlar oluşturulması, bazı alanlarda kooperatifleştirmenin ciddi olarak özendirilmesi bu önlemlerin başında gelir.
Tarımsal üretimi gerçekleştiren köylünün yeterli büyüklükte toprağı olmalıdır. Köylü ancak kendi toprağında özen ve gayretle çalışır. Osmanlı Devleti’nde toprakların çok büyük bir bölümü ilke olarak devlete aitti. Devlet kendi malı olan toprağı köylüler arasında bölüştürür, işleme hakkını tamamen onlara bırakırdı. Öyle ki köylü vergisini ödedikten sonra, ürettiği malın sahibi olduğundan, toprağı kendi mülkü imiş gibi görürdü. Çünkü toprağı işlediği sürece devlet de içinde olmak üzere hiçbir güç onu tarlasından uzaklaştıramazdı. Osmanlı Devleti’nin ilerlemesinde bu sistemin payı son derece yüksektir. Ama devlette 17. yüzyıldan itibaren başlayan yozlaşmadan bu sistem de nasibini almıştır. Daha önceleri açıkladığımız gibi para ekonomisi ve sanayileşmeye geçiş gerçekleşemediğinden, tek değer üreten toprak, devletin bütün gelirlerini karşılamaya başladı. Köylü artık ağır vergiler altında eziliyordu. Bu durumda ona yardımcı olacak "aracılar" türedi. Bu kişiler köylüye gereksinimi olan parayı borç olarak veriyorlar, onun vergisini ödüyorlardı. Böylece toprak üzerinde devlet denetimi giderek yokoldu; feodal bir düzen oluştu. Bu aracılar bir süre sonra, hukuksal açıdan hiç hakları olmadığı halde, topraklar üzerinde eylemsel bir hakimiyet kurdular. Genellikle "Ayan" adı verilen bu kişiler devlete ekonomik alanda bir ölçüde yardımcı olduklarından, devlet, toprakları üzerindeki haklarının bunlar tarafından kullanılmasına göz yummak zorunda kaldı. Böylece Türkiye’de büyük bir toprak sorunu doğdu. Çok geniş alanlara yayılan büyük toprak parçaları birkaç kişiye ait sayılırken, üretimi sağlayan asıl köylü kitlesinin toprağı ya yoktu veya çok azdı. 1858 yılında çıkartılan "Arazi Kanunu" ile bu eylemsel durum hukuksallaştı. Yine de temelde, devlete ait topraklar, ayanlara bırakılmıyor, ama onları kullanma yetkisi bir mülkiyet hakkı gibi güvenceye bağlanıyordu.
Batı’da ekonomik gelişme çağı açılınca, devletler tarımsal üretimi artırabilmek için çeşitli yöntemlere başvurarak köylülerini toprak sahibi yapmışlardır. Böylece girişilen işe "toprak reformu" adı verilmiştir.
Cumhuriyet hükümetleri toprak sorununun elbette bilincinde idiler ve aslında devlete ait olması gereken toprakların bir reformla köylüye devredilmesi düşüncesine her zaman sahip çıkmışlardı. Atatürk toprak reformunun gerekliliğine sık sık değinirdi. Bu konuda bazı girişimlere de geçilmiş sınırlı sayıda ve yalnız birkaç yörede bir miktar toprak dağıtılmıştı ama bu yapılan hiç yeterli değildi. Bu eksiklik dışında devletin özellikle tarım teknolojisi ile ilgilenmesi Türk tarımının gelişmesini sağlamıştır. Bu devlet ilgisi öylesine yoğundu ki, güneyde narenciye, Doğu Karadeniz’de çay, pekçok yerde şeker pancarı tarımları Cumhuriyetin Türk köylüsüne armağanlarıdır. Diğer yandan kendiliğinden, olumlu bir gelişme ile özellikle Trakya, Marmara, Ege ve kısmen Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerinde toprak sorunu büyük ölçüde çözülmüştür. Ama özellikle Güneydoğu Anadolu’da ve Doğuda sorun sürüyor. Hele Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) tamamlandığı zaman Türkiye’nin tarımsal üretimi yeni kazanılan bu tarım toprakları dolayısı ile bir katından fazla artacak ve o zaman sözü geçen yörelerde bir toprak reformu gereksinmesi kendini duyuracaktır. Yetersiz de olsa bu konuda bazı ön hazırlıklara geçilmiştir.
Para, Kredi ve Bütçe Konusunda Uygulamalar
Para ve kredi düzeninin sağlanmasında devletçilik ilkesinin uygulanması önemli bir etken olmuştur. 1930 yılının ortalarında Türk ekonomisinin para işlerini düzenlemek üzere Merkez Bankası kuruldu. Artık Türk parası üzerinde tam bir devlet denetimi oluşmuştu. Batılı devletlerin bir kuruluşu olan ve padişahça verilmiş bir ayrıcalığa sahip bulunan "Osmanlı Bankası", bizim merkez bankamızdı. Bizim ekonomik devletçilik siyasetinde bildiğiniz gibi özel girişim sahipleri de korunur. Özellikle Türk ekonomisinde çok önemli rolü olan esnaf kuruluşlarının, orta sınıf tüccarın geliştirilmesi gerekti. Bu amaçla kredi kurumları çoğaltılmış ve genişletilmiştir. Esnafa kredi verecek Halk Bankası’nın açılması (1938) mevcut bankaların düzenlenmesi çok önemli adımlardır. Devletçilik ilkesi, vergi siyasetinin de modern bir biçimde yürütülmesini gerektirir. Özellikle yeni kurulacak işletmelere kaynak bulabilmek için, bir yandan iç ve dış borçlanmalara gidilirken, bir yandan da vergi gelirlerini adil biçimde artırmak gerekiyordu. Bu konuda bazı girişimler yapılmış, kazanç vergisi konulmuş, pek çok kesim başka vergilerle de yükümlendirilmiştir. Böylece devlet gelirlerinde belli bir artış sağlanmışsa 1949 yılında Gelir Vergisi Yasası çıkartılıncaya kadar tam bir vergi sistemi kurulamamıştır. Bugün de aynı aksaklık daha geniş boyutlarla sürmektedir.
YİNEL DEĞERLENDİRME
Bu değerlendirmeye başlarken sözü ilkönce çok değerli iki iktisat bilginimize bırakıyor ve onlardan bazı düşünceler aktarıyoruz:
"Atatürk ve arkadaşları, 1923’te bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu dünyaya ilan ettiği zaman, ülke ekonomisi yarı bağımlı durumda idi. İşgalci ülkelerin hükümetleri, Atatürk’ün ekonomik sorunları çözemeyerek, onlardan kredi, yiyecek ve giyecek isteyecek durumda olduklarını hesaplamaktaydılar. Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç ve dış çevrelere, mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış bir harabe görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici, memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma yazma bileni her ilçe ve köyde bulmak mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle ayakta duruyordu. Anadolu’da öztüketimi karşılayan köyler ve bazı ilçeler dışında, ülke insanlarının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışması için ne gerekliyse dış ülkelerden ithal ediliyordu. Devlet, cılız yerli girişimleri korumak ve vergi gelirlerini artırmak amacıyla gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına (henüz) sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne Büyük Dünya Bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir (1929’da başlayan bunalım). Bu bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir. Başlıcalarını saydığımız bütün bu olumsuz koşul ara rağmen Atatürk, birbiriyle tutarlı ve ülke gerçeklerine uyan ekonomik önlemlerini yürütmekten vazgeçmemiştir.
Dostları ilə paylaş: |