Türk İnkılabı [Devrimi] Nasıl Korunur?
Atatürk devrime karşı tepkiyi doğal görür: "Her yeni devrime karşı bir tepki olacaktır. Bu olmayacak bir şey değildir. Bunu beklemek gerektir.. (Bu tepki) herhangi bir biçim ve yönde olabilir (1923)". "Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Bir çok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerektir (1925)". Bu sözlerden de anlayacağınız gibi, Atatürk büyük bir gerçekçidir. Devrime karşı tepkileri doğal görmekte, ama buna karşı gereken önlemlerin de alınması gerektiğini belirtmektedir: "Her türlü yükselme ve gelişmeye yeteneği olan milletimizin sosyal ve fikri inkılap adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır (1925)". Yani Atatürk devrim adımlarının "kısaltılmasını" bile istememektedir.
Devrimi korumanın Atatürk'e göre başlıca üç yolu vardır. Bu yollar Genel olarak bütün devrimlerin korunması için de geçerli sayılabilir:
• Herşeyden önce devrim, onu yapanlar ve yürütenlerce durmadan kökleştirilmelidir: "İnkılabın temellerini her gün derinleştirmek, sağlamlaştırmak, güçlendirmek gerektir (1925)".
• Devrimin getirdikleri toplumun her kesimine anlatılmalıdır. Özellikle devrime karşı olanların aydınlatılmaları gerektir: "Mutlu inkılabımızın karşısında düşünce ve duygu taşıyanları aydınlatmak ve doğru yolu göstermek aydınlara düşen milli görevlerin en önemlisi ve birincisidir (1929)". Atatürk bu görevi aydınlara vermekle onları devrimciler kadrosuna sokmak istemektedir. Devrimcilere düşen bu görevin diğer bir yanı da tepki gösterenlerin olumsuz düşüncelerine karşılık vermek, onları yanıtlamaktır: "Kamuoyunu onların yalan yanlış saptırmalarına kaptırmamak, aydınlatmak gerektir (1923)".
• Nihayet devrimi korumak için başka önlemlere başvurmak yoluna da gidilebilir: "En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için sert tedbirlere başvurulmuştur. Bize gelince, inkılabı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız (1925)".
Özetleyecek olursak, Türk devrimini yapan, onu yaşatmak için gereken her türlü yola başvurulmasını istemektedir. Bu yoldaki önlemler özellikle inandırıcılık ve caydırıcılık etkileri doğuracak niteliklere sahip olmalıdır. Ancak bir hukuk devletinde, devrimi korumak için alınacak önlemlerin mutlaka hukuka uygun biçimde düzenlenmesi gerektiği de unutulmamalıdır.
BİR ATATÜRK İLKESİ OLARAK "İNKILAPÇILIK" [DEVRİMCİLİK]
Atatürk'ün devrim üzerindeki görüşlerini, düşüncelerini anlattıktan sonra, devrimciliği -ya da inkılapçılığı- kolayca açıklamak mümkündür. Ancak, bu noktada yukarıda yaptığımız ikili ayrımı gözönüne almak gerekiyor. Atatürk ve çevresindekiler bu dünyadan çekilmişlerdir... Atatürk belli başlı devirim atılımlarını 1936 yılına kadar tamamlamıştı. Artık O'nun çabası, büyük emeklerle kurulan Türk devrimini kökleşmesini ve her kesimde yaygınlaşmasını sağlamaktı. Bu bakımdan O'ndan sonra gelen devrimci kuşak hem yapıyı tamamlama işlevini sürdürecek hem de temeli koruyacaktır. Bu nedenle yeni kuşaklarda sürdürücülük ve koruyuculuk niteliklerinin bulunması gerektir. Bu özelliklere erişmek için devrimcilerde iki ana nitelik bulunmalıdır:
• Devrimin hedefi kavranılmış olacaktır.: "İnkılabın hedefini kavramış olanlar onu daima muhafazaya muktedir olacaklardır (1930)". Evet, devrimcilik için bu kural ilk ve kaçınılmaz bir koşuldur. Ama sadece "kavranma" yetmez. Hedefi kavrayanların onu insanlara anlatmaları, yaymaları gerektir. Bunu da, karşısındakilerin bilinçlerine seslenerek, onları inandırarak yapmak gerektir. Atatürk'ün şu sözleri devrimcilik niteliklerini son derece açık ve güzel biçimde belirtiyor: "Gerçek inkılapçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılabına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi sezinlemeyi bilirler (1925)". İşte bu eğilim sezilip kavranılınca asıl "inandırma" işi, belki daha doğru bir ifade ile "eğitimi" başlayacaktır. Gerçek devrimci, halkın bilincinde daima yer tutmak zorundadır.
• Atatürk ilkelerini korumakla görevlendirilen Türk devrimcisi bu işi sıkı sıkıya, dar kalıplar içinde yürütmeye çalışırsa, devrim ülküsüyle ters düşer. Türk devrimi sürekli olarak yenilenmelidir. Bu yapılmazsa Osmanlı İmparatorluğu'nun son yüzyıllardaki durumuna düşülebilir. Atatürk ilkeleri ve onların doğurduğu devrim sürekli yenileşmeye açıktır. Devrimimiz dinamiktir, yani hareketlidir ve yaratıcılığa elverişlidir. Devrim kurumlarını dondurmak yoluyla korumak devrimimizin temelindeki akılcılığa aykırıdır. Ama bu yenileme, devrimin ilk evresinde atılan temeli değiştirerek yapılamaz; gelişme o temel üzerinde yükselen kurumların yapısında gerçekleştirilmelidir. Devrimin koruyuculuğu, onu sürekli olarak geliştirmekle birlikte yapılmalıdır. Öyle ise ikinci özellik durmadan yeniliklere açık olmaktır.
Fransız ihtilalinin saçtığı düşünceler, ortaya çıkardığı yasalar kalıcı oldu ve modern dünyanın siyasal-kültürel temel taşları olarak tarihi bezedi. Zira bu devrim "insanı" yücelten, O'na değer veren ilke ve yasaları getirmişti; özgürlüğü yerleştirmişti. Buna karşılık başka felsefe temellerine dayanan, hayali amaçları gerçekleştirme uğrunda bazı önemli doğal yasaları bir yana bırakan bir başka büyük bir ihtilal, doğurduğu önemli devrimin kalıcılığını sağlayamadı. Milyonlarca insanın acılara sürüklendiği devrimleri yerleştirme çabaları ancak belli bir noktaya kadar başarılı oldu ve sonucunu getiremedi. 20. yüzyıl bu devrimin başarısızlığını tescil etti ve bu olayla kapanıyor. Elbette ileride insanlığı ne gibi değişikliklerin beklediğini bilemeyiz. Ama görülen odur ki, İlkçağ'dan beri tartışılan, gerçekleşmesi uğrunda savaşılan ülkülerin Fransız devrimi ile insanlara uygulanabilir bir duruma eriştiği inkar edilemez. Bireye saygı, eşitlik, özgürlük, insana en yüksek değeri verme gibi evrensel ilkelerden kim vazgeçebilir? Bu bakımdan başka ilkelere dayanan ve başarısız sonuçlar veren devrimlere hiç benzemeyen Türk devriminin yaşama, ilerleme ve gelişme umudu son derece güçlüdür. Biz Atatürk'ün açtığı evrensel yolda, Yine O'nun isteği doğrultusunda tam anlamıyla yürüyerek, hatta koşarak gitmeliyiz. Ancak bu takdirde özgür, insana değer veren, gerçek bir demokrasi durumuna geliriz. 20. yüzyıl sonunda en ileri ülkelerin demokrasi rejimini içtenlikle uygulayan devletler olduklarını unutmayalım. "İleri" oldukları savı ile demokrasiyi hiçe sayanlar sonunda yanlışlık içinde bulunduklarını anladılar ve yüz yıla yakın süren denemelerini bırakarak demokrasiye döndüler. Bu nedenle gerçek devrimcilik, demokrasi yolunda yürümektir.
Atatürkçülüğe Karşı Eleştiriler ve Yanıtları -29
Her ideoloji, her rejim mutlaka eleştirilmelidir. Eleştiri,gerçeklerin ortaya çıkarılması için en etkili ve doğru yoldur. Zaten bilimsel gelişme de eleştiri yoluyla sağlanmıştır. Öyle ki, bir buluş sahibi bilim adamı, onu kamuoyuna bildirmeden ilkönce kendi eleştiri süzgecinden geçirmeli, daha sonra da bu işle ilgili çeşitli kişilerin düşüncelerini almalıdır. Hele bir devletin temeli olarak konulmuş ideolojiye ve onun uygulamasına eleştiri getirilmezse, o ülkede ne gelişme sağlanabilir ne de o ideoloji ile hedeflenen amaca ulaşılabilir. Demokratik olmayan rejimlerde eleştiri ya tamamen yasaklanmıştır veya devlet güdümünde, belli sınırlar içinde yapılır. Demokrasinin en temel özelliği düşüncelerin açığa vurulması özgürlüğünün bulunmasıdır. Eleştiri ile rejimin aksayan yanları, toplumsal, eğitsel, ekonomik bozukluklar ortaya çıkartılır. Yöneticiler bu eleştirilerden yararlanırlar. Eğer yararlanma da durumu düzeltemezse, demokrasinin ana kuralı olarak, o hatalı yöneticiler yurttaşın oyu ile iş başından uzaklaştırılır. Yeni gelen kadro eleştirilerde açık olduğu ölçüde başarı şansına sahiptir.
Düşünceyi özgürce yayma elbette çok önemli bir haktır. Ancak, demokrasi özgürlük üzerine kuruludur. Bu nedenle düşünceyi yayma özgürlüğü, doğrudan doğruya özgürlükleri kısıtlamak veya ortadan kaldırmak için de kullanılamaz. En demokratik, en özgürlükçü rejimlerde bile özgürlükleri yoketmek hakkı tanınmaz. Bugün, özgürlüklerin korunmasında üye devletler arasında büyük bir olumlu işlev gören bir uluslararası sözleşme vardır: " İnsan Hakları ve Ana Özgürlükleri Korumaya Dair Sözleşme ". Avrupa Konseyi üyeleri tarafından 4 Kasım 1950 tarihinde imzalanan bu sözleşmeye Türkiye Cumhuriyeti de katılmıştır. Daha önce 1948 yılında ilan edilen " Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Demeci” ile içerik bakımından büyük bir fark göstermeyen bu sözleşmenin çok özel ve bu güne kadar tarihte görülmemiş bir niteliği vardır: Üye devletler, kendi aralarında bir yargı gücü oluşturmuşlardır. Günlük konuşma dilinde "Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi" denilen bu yargı organında, üye devletler içinde yaşayanlar sözleşmede sayılan özgürlüklere aykırı davranıldığını ileri sürerek kendi devletlerini dava edebilirler. Yargı organının yetkisini tanıyan devlet verilecek karara mutlaka uymak zorundadır.
İnsan hakları konusunda boş sözlerle süslü siyasal gösterilerin artık gereksizliğini bu yargı organı somut biçimde kanıtlıyor. Zira bütün parıltılı sözlere rağmen gerçekte yurttaşının haklarını çiğneyen Avrupa Konseyi üyesi devletlerde yaşayanlar, bu yargı organına gittikleri zaman, verilen karar devletin aleyhine olursa, bu, tahmin dersiniz ki, o devletin siyasal ve hukuksal yapısı üzerinde önemli tartışmalara yol açar.
Önemini böylece belirttiğimiz bu Sözleşmenin ünlü bir 17. Maddesi vardır. Bu maddeyi aynen yazmakta yarar görüyoruz: "Bu sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa veya bireye, bu sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yokedilmesini veya sözleşmede öngörülenden daha geniş ölçüde sınırlamalara tabi tutulmasını hedef alan hiçbir etkinliğe girişmeye veya harekette bulunmaya yönelik herhangi bir hak bağladığı biçiminde yorumlanamaz".
Bu hüküm kısaca "özgürlükleri yoketme özgürlüğü yoktur" biçiminde özetlenebilir. Öyle ise Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlarına tanıdığı hak ve özgürlükleri, onları ortadan kaldırmak için kullananlar "devlet benim özgürlüğümü önlüyor" savını ileri süremez. Kaldı ki, düşünceyi ifade etme özgürlüğünün "demokratik bir toplulukta.. ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün... kamu düzenini korumanın zorunlu olduğu durumlarda belli koşullara uyularak sınırlanabileceği" de aynı sözleşmenin 10. Maddesinin 2. Fıkrasında belirtilmiştir. En demokratik toplumlarda bile özgürlüklerin belli ölçüleri aşmamak üzere sınırlanabileceği ve hiçbir özgürlüğün bir başka özgürlüğü ortadan kaldırmak için kullanılamayacağı yukarıda en somut biçimde görülmektedir.
Yukarıdaki satırları okurken bazı öğrencilerimizin "demek ki yazar, Atatürk’ü eleştirmenin özgürlük dışı bir iş olduğunu ileri sürüyor" düşüncesine kapılacaklarını tahmin ediyoruz. Hayır: Biz Atatürk’ün kurduğu demokratik bir devlette yaşıyoruz. Eleştirme ve onu ifade etme özgürlüğümüz vardır. Ama hangi ölçüde: Devlet ve toplum düzenini bozmamak ve özelikle özgürlükleri ortadan kaldırmamak koşulu ile. Şimdi bir Türk yurttaşı eğer, Atatürk’ün kurduğu düzeni baştan aşağı kötüler yerine örneğin bir İslam devleti kurulması gerektiğini ileri sürerse yasalarımıza göre yerinde bir davranışta bulunmamış sayılır. Zira devletimizin temel yapısını kuran anayasamız hem varlık nedenini anlatan "Başlangıç" bölümünde, hem "değiştirilemez" nitelikteki ve daha önce Yine anımsattığımız 2. Maddesinde "Atatürk’ün koyduğu ilkeleri ortadan kaldırmanın olanaksızlığını" açıkça belirtmiştir. Ama bu, Atatürk’ü ve O’nun düşüncelerini eleştirmenin mümkün olmayacağı anlamına gelmez. Atatürk’ün kurduğu düzen demokrasi olduğuna göre elbette O’nun koyduğu sistem içindeki bazı noktalar eleştiriye açık olmalıdır. Hatta sistem pek çok açılardan eleştirilebilir. Burada dikkate alınması gerekli nokta, eleştiride Atatürkçülüğü yokederek, O’nun getirdiği demokratik rejimi ortadan kaldırma kastının bulunup bulunmadığını saptamaktır. Eğer eleştiri açıkça böyle bir amaca yönelmişse o zaman suç işlenilmiş olur. Bu da evrensel özgürlük anlayışına aykırı değildir. Bugün Almanya’da Hitler dönemini övüp onun getirdiği rejimin en iyi sistem olduğunu ve bu uğurda çalışmak gerektiğini ileri sürmek ağır bir suçtur. Alman anayasası bu yoldaki davranışları demokratik özgürlükler sınıfına sokmamıştır. Ama hiç kimse Almanya’da demokrasinin ve özgürlüğün bulunmadığını ileri süremez. Hatta bu ülke günümüzde en geniş özgürlük kavramına sahip demokrasilerin başlarında gelmektedir. Bütün bu Genel bilgilerin ışığı altında Atatürk ile O’nun sistemine yöneltilen eleştirileri kısaca gözden geçireceğiz. Her eleştiriyi kendi görüşümüze göre de yanıtlayacağız. Sistemin bir bütün olarak değerlendirilmesi ise son ünitemizde yapılacaktır.
Atatürk ile Atatürkçülüğe karşı eleştiriler ve bunların sonucu olan tepkiler, çok partili demokratik yaşama geçilmesinden sonra su yüzüne çıktı. O zamana kadar belki toplumda henüz eleştirisel bir zihin yapısı oluşmadığından, belki devletin aldığı ağır önlemlerin etkisinden, herhangi bir tepkiye veya eleştiriye rastlamıyoruz. Bu da elbette sağlıklı bir tutum değildi. Atatürk yaşarken öylesine büyük bir sevgi yumağı ile örülmüştü ki, O’nu eleştirmek son derece zor bir işti. Ama 1938 yılından sonra başlayan İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde, belki İkinci Dünya Savaşı’nın zor koşullarının da etkisiyle oldukça sıkı bir özgürlük sınırlaması yaşandı. Bu sınırlama içinde Atatürk’ün en yakın arkadaşı ve yardımcısı olan İsmet İnönü’nün, büyük Önder hakkında eleştiriye tahammül edememesi normaldir. Kaldı ki pek çok başka konuda da eleştiri sınırlaması vardı.
Çok partili yaşama geçilince, özgürlük sınırlamalarının hiç olmazsa bir ölçüde kalkması bir zorunluluktu. Mevcut anayasa da özgürlükleri, iyi niyetli bir yorumla uygulanması koşulu ile oldukça elverişli bir düzeyde tanımıştı. Çok partili yaşam, iktidar mücadelesi demektir. Her parti iktidara geçmek ister ve bu demokrasinin en önemli koşuludur. Ama siyasal partiler seçimi kazanmak için oy toplama yolunda en kolay propagandanın artık yıpranmış olan mevcut iktidar partisini eleştirmek olduğunu gördüler. Bu da doğaldı. Ama o parti döneminde konulmuş olan devrim ilkeleri de tartışma, ardından da saldırı konusu yapılınca işler gerçek bir demokrasideki gibi gitmemeye başladı. Açık olmasa bile gizliden gizliye işletilen din sömürüsü laiklik ilkesinin ileride karşılaşacağı ağır tepkilerin gelişmesi zeminini hazırlamıştır. Böylece başlayan çok partili demokrasi içinde siyasetçilerin en büyük sermayesi, başta laiklik olmak üzere Atatürkçülüğün belli başlı yönlerini gözden düşürmeye çalışmak oldu. Giderek bu hava, yeni yetişen kuşaklar içindeki bazı kesimlerin açıkça Atatürk karşıtı olmalarıyla sonuçlandı. Bugün Atatürk ile Atatürkçüğe yapılan eleştiriler böyle bir ortamın eseridir. Bugün eleştiriler şu iki ana noktada toplanıyor: Atatürk’ün kişisel yönlerini eleştirmek ve O’nun kurduğu sistemi yıkma derecesine varan tartışmalara açmak. Şimdi bu noktalar üzerinde kısaca duralım:
ATATÜRK’ÜN KİŞİLİĞİNE KARŞI ELEŞTİRİLER
Bir devrim önderinin kişiliğinde iki cephe vardır. Bunlardan birincisi o önderin özel, kişisel yaşamıdır. Diğeri ise devrimci kişiliğinin özellikleridir. Bir devrime tepki göstermek isteyenler için en ucuz demagojik malzeme, halk gözünde devrim kadrosunu karalamaktır. Hele bu devrimde ana kadro yoksa ve bütün devrim tek kişinin akıl ve eyleminden çıkmışsa o zaman işler daha kolaylaşır. O tek kişinin ilkönce özel yaşamı didiklenir ve gerçek yahut gerçek dışı pek çok uydurmalarla önder halkın gözünden düşürülmeye çalışılır. Bizde de böyle olmuştur. Son derece aşırı ve saygısız çevreler Atatürk’ü, ana-babasının kökeninden başlayarak karalamaya çalışmışlar, ayrıca O’nun alkol ü içkiye karşı düşkünlüğünü, hatta evlilik yaşamındaki mutsuzluğunu bile olumsuz propagandaları için kullanmışlardır. Halbuki bugün, bir suç işlemedikçe veya açıkça ahlaka aykırı davranmadıkça kimsenin özel yaşamına karışılamaz. Bu hukuk düzeninin temeli olan insan haysiyetinin korunması ve gelişmesi için tanınmış en önemli kişi güvencelerinden biridir. Ama biz bu sevimsiz yakıştırmalara birkaç cümle ile yanıt vermek zorundayız: Atatürk özel yaşamında düzgün, düzenli, disiplinli, herkesin hakkına saygı gösteren bir davranış içindeydi. İçki düşkünlüğü, O’nun tek başına son derece ağır bir yük altında bunalmasından ve kendisine gerçek anlamda yardımcı olabilecek, Türk aydınlanması için düşündüğü ulusal kimlik içindeki kültür devrimi hedefinin çok az kişi tarafından anlaşılmasının verdiği sıkıntıdan kaynaklanmaktadır. Uluslararası üne sahip büyük Türk psikiyatristi Namık VOLKAN, değerli araştırmasında bu gerçeği bilimsel olarak saptamıştır... Bu ucuz eleştirileri yapanlara ne yazıktır ki aynı ucuzlukta bir yanıt vermek zorundayız: Hala Osmanlılık özlemi içindeki bu çevreler yere göğe koyamadıkları pek çok Osmanlı sultanının içki düşkünü olduğunu, hatta içkiye karşı en amansız ve son derece sert bir savaş açan IV. Murat’ın genç yaşında alkol düşkünlüğü sonunda öldüğünü acaba inkar edebilirler mi. Ama biz Atatürk’ü böylesine savunmaya muhtaç değiliz. Bir nokta daha var: Osmanlı sultanları içkiyi gizli içerlerdi. Atatürk ise halk arasında olduğu zaman açıkça içkisini içmiş, "ben kapalı kapılar arkasında gizli gizli, günah işler gibi davranan bir Önder değilim. Herşeyim açıktır ve halkımın önündedir" demiştir.
Onu kişisel yönden kendilerine göre "ağır" eleştirenler iki noktada hiçbir suçlama nedeni uyduramadılar. Bunlardan birincisi hele günümüz demokrasilerinde son derece güncel: Atatürk tarihte mal-mülk derdi olmayan eşsiz ve tek önder olarak anılacaktır. Bu çok önemli konu üzerinde Atatürk karşıtlarını doyurucu çok somut ve göz yaşartıcı bir örnek var:
Atatürk son derece orta halli, hatta yoksulluk sınırına yakın yaşayan bir ailenin çocuğu idi. Ama, çok uzun süren askerlik yaşamında o zamanlar için oldukça doyurucu olan aylıklarından tasarruf etmiştir. Kurtuluş Savaşı başında beş parası olmayan bir başka kadro dünyada yoktur. Ancak, Atatürk, özellikle cumhurbaşkanı seçildikten sonra önemli sayılacak bir aylık aldığı gibi, O’nu çılgınlar gibi seven halk her gittiği yerde kendisine çiftlikler, konaklar armağan etmiştir. Böylece cumhurbaşkanı Atatürk "zengin sayılabilecek" bir duruma erişti. Fakat büyük Önder bu servetin kendisine ulusu tarafından verildiğini çok iyi biliyordu. Bir ölüm karşısında bu büyük servet yasal mirasçılarına kalacaktı. Özellikle kız kardeşi Medeni Kanun’da güvence altına alınan "saklı paya" sahipti. Yani Atatürk servetinin bütününü dilediği kimseye veya kuruluşa bağışlayamazdı. Servetin önemli bir bölümünü mutlaka kardeşi alacaktı. Büyük önderi bu son derece rahatsız ediyordu. Bu nedenle tarihte eşi görülmemiş bir yasa için hükümete başvurdu. Hükümet bu isteği yerinde buldu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yasalaştırdı. 12 Haziran 1933 tarihli ve 2304 sayılı yasayla Atatürk’ün Medeni Kanundaki miras hükümlerine bağlı olmadığı kabul edilmiştir. Böylece o, yasal olarak mirasçılarını servetinden yoksun bıraktı. Önder daha sonra kendisine verilen bütün çiftlik ve benzeri taşınmaz malları "ulusuna geri verdi". Ölümüne yakın günlerde yaptığı vasiyetnamesi ile de geriye kalan bütün servetini kendi kurduğu Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na bağışladı. Çocuğu olmadığı için evlat edindiği birkaç kişiye çok mütevazi aylıklar bağlattı. Mirasından yoksun bıraktığı kız kardeşine ise sadece bir ev alınmasını istedi.. İşte "zengin" Atatürk, ulusu ve ailesi! Atatürk’ün sadece bu davranışı O’nun evrensel boyutlardan taşan kişiliğini gösterebilir. Atatürk’ün "devrimci" kişiliğine karşı yöneltilen eleştiriler de insaf ve akıl dışıdır. Bunları da kısaca ikiye ayırarak değerlendirmek mümkündür. İlk eleştiri, Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşındaki tutumuyla ilgilidir. Kurtuluş Savaşına Vahdettin’in isteği ile başladığı, O’na binlerce altın verildiği, hatta kendisini Samsun’a götüren "Bandırma" vapurunun görkemli ve kocaman, sağlam lüks bir gemi olduğu; Kurtuluş Savaşı’nın başında Vahdettin’e sadık iken üzerine aldığı kutsal görevi, yani padişaha karşı verdiği sözü tutmayıp kendi başına buyruk hareket ettiği, sonunda Saltanata ve Halifeliğe baş kaldırıp, bilinen yola girdiği, hatta bu konuda İngilizlerle işbirliği yaptığı özellikle şeriatçı çevreler tarafından pek ciddi bir anlatımla halka sunulmaktadır. Bunların ne kadar uydurma ve asılsız olduğu bilinir. Ayrıca Turgut ÖZAKMAN büyük emek harcayarak yazdığı eserinde bu savların hepsini birer birer çürütmüştür. Örneğin, kendisine verilen binlerce altını taşımanın dahi imkansız olduğunu, Ulusal Kurtuluş Savaşı başlarken ne kadar parasız bir biçimde işe başladığını, ayrıca Vahdettin ile işbirliği yaptığını doğrulayacak hiçbir belgenin bulunmadığını bildiğimiz gibi, Kurtuluş Savaşı’nı yaşayıp anılarını yazanların hiçbiri Mustafa Kemal Paşa’nın böyle bir misyonundan söz etmez (Turgut ÖZAKMAN ödül de kazanan değerli araştırmasında bu konularda Atatürk’ü karalamak için gösterilen bütün çabaların ne kadar düzmece olduğunu bilimsel bir biçimde kanıtlar. Bk.: Vahdettin, M. Kemal ve Milli Mücadele / Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar, Ankara 1997, 789 s.).
Bu çevreler Atatürk’ü karalamaya çalışırken, bütün Kurtuluş Savaşını da lekelemek istediklerinin ya farkında değildirler, veya bu işi kasten yapıyorlar. Örneğin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin zorunlu olarak kurduğu İstiklal Mahkemeleri konusunda söylenilen yalanlar dudakları uçuracak derecede vahimdir. Bu mahkemelerin "onbinlerce", bazılarına göre de "ikiyüz bin" kişiyi idam ettirdiği yolundaki yalanlara ne yazıktır ki kanan yurttaşlarımız vardır. Herşeyden önce, şunu belirtelim ki, İstiklal Mahkemeleri çalıştığı 7 yıl içinde ancak 2000 dolayında idam hükmü infaz etmiştir. İdam edilenlerin yüzde doksanından fazlası katil, eşkiya, asker kaçağı olarak cinayet işleyip soygunlar yapan, ordumuzu arkadan vurmak isteyenlerle işbirliği içinde bulunan, hıyanet kaynağı Rum ve Ermeni çetelerinin mensuplarıydı. "Onbinlerce kişinin" idamı akıl ve mantığın alacağı bir sav olamaz. Nitekim bu konuda bilimsel araştırmayı belgelere dayanarak yapan Ergün AYBARS bu açık yalanı en mükemmel biçimde yanıtlamıştır. Buna benzer bazı başka uydurmacalarla, hele Sakarya Savaşından sonra bütün Türk ulusunun varını yoğunu koyarak yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nı , Saltanatı ve Hilafeti yıkan Atatürk’ü karalamak için küçümsemeye cesaret edebilmektedirler.
Atatürk’ün kişiliğinde Kurtuluş Savaşı’nı küçültmek isteyen bu çevrelere aydın olduklarını bildiğimiz bazı kişilerin de karışması ayrıca üzüntü vericidir. Türk Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme karşı verilen ve başarı ile sonuçlanan ilk mücadele olduğunu, o zamanların ezilen ulusları gözleriyle görmüş ve Türk’ün bu savaşını benimsemişken, Atatürk öldüğü zaman bu ulusların hepsi "emperyalizme karşı zafer kazanmayı öğreten büyük Önder olarak" O’nu acı içinde anmışlarken, bir Türk bilim adamının "Kurtuluş Savaşı’nın anti emperyalist bir savaş olmadığını" ileri sürmesi anlaşılır bir değerlendirme değildir.
Atatürk’ün devrimci kişiliğinin ikinci eleştiri noktası, zaferin kazanılmasından sonra gösterdiği davranışlardan kaynaklanıyor. Büyük devrimci yapmak istediklerinin hepsini baştan söyleyemezdi. Bunu sizlere daha önce anlatmıştık. O, fırsatları değerlendirerek en kısa zamanda ve en az zararla devrim hareketlerini yürüttü. Bu bakımdan davranışlarında bir tutarsızlık yoktur. Tam tersine, daha Kurtuluş Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde kadın-erkek eşitliğini savunan, modern eğitim için uğraşan ve en yakınlarına bile bunların yapılacağını açıklamayan Atatürk’ü bu açıdan eleştirmek değil, övmek gerektir. Zaferin kazanılmasından sonra ise Atatürk’ün birbiri ardınca gerçekleştirdikleri bu çevrelere göre hiçbir bakımdan onaylanamaz.
ATATÜRKÇÜLÜĞE YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Sistemi Bir Bütün Olarak Reddedenler
Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü hiçbir zaman kabullenemeyen en önemli kesimi eski Osmanlı düzenine yeniden dönüşü özleyenler oluşturmaktadır. Bu kesim Genel olarak Kurtuluş Savaşı’na bile karşıdır. Ancak son zamanlarda bu savaşın Türk ve İslam tarihi açısından değeri tartışılmayacak derecede açığa çıktığından, yukarıda gördüğümüz taktiğe başvurulmuş ve Kurtuluş Savaşını Vahdettin’in örgütlediği gibi kanıtlanması mümkün olmayan düzmece savlara sığınılmıştır. Şimdi, zafer kazanıldıktan sonra kurulan rejimi bu çevrelerin benimsemesi veya kabullenmesi mümkün değildir. Bir ünite önce gördüğümüz "tepkiciler"i, bizim devrimimizde en başta bu kesim temsil etmektedir. Çünkü bu kesim üyeleri Türk devrimine kökten karşıdırlar. Onlar Tanzimat’tan beri yapılan yeniliklere de hiç iyi gözle bakmamışlardır. Saf Osmanlı sistemi bu kesimin özlemidir.
Bu kesimin mensuplarına verilecek yanıtlar o kadar çoktur ki: Egemenliğin Tanrıya ait olmasını doğru kabul edilse bile, bu egemenliği Tanrı adına kullanacak kişi hiçbir dinsel kaynakta belirlenmemiştir. Osmanlı halifesine egemenlik hakkını kim vermiştir? Daha önceden, bu devletin hükümdarları neye dayanarak egemenliğe sahip olmuşlardır? Elbette halkın sessiz onayı ile. Bütün dünyada görülen dinsel monarşi geleneği içinde bu görüşü o zamanın koşulları içinde eleştirmek mümkün değildir. Ama aydınlanma çağından sonra bilimsel olarak ortaya konulan gerçeklerin yönetim anlayışını etkilemesi, bunun sonucunda da 18. yüzyıl biterken Amerikan cumhuriyeti ile Fransız ihtilali gibi iki çok büyük olay Batı’daki teokratik monarşilerin sonu olmuştur. Diğer yandan din , cinsiyet ve ırk farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşitliği, bu noktadan hareketle insanlara doğuştan gelen temel haklar ve özgürlükler artık tarihin bir evresini oluşturan çok önemli değişikliklerin belli başlı ilkeleridir. Dünyanın akışına ters düşen eskiye dönük görüşleri hala savunmak ne dereceye kadar yararlı olabilir? Sözü geçen kesime bu gerçekleri anlatmak çok zor olacağa benzemektedir.
Bu kesim demokrasiyi de benimsemez. Kesimin önde gelenleri demokrasinin hedeflerine ulaşmak için bir araç olduğunu sık sık tekrarlarlar. Demokrasiye hiç inanmayan bir yazar, Atatürk’e hakaret de etmemiş olmak; ama O’nu bir ölçüde kendi düşüncelerine uygun gördüğünü belirtmek için bakınız neler diyor: "...O (Atatürk) bir inkılapçıydı. Dinin yanlış anlaşıldığına, halkın aldatıldığına, tekke ve zaviyelerin yozlaştığına inanmıştı. Hepsini kapattı. Bugünküler diğer bütün tarikatlara düşmanlık ediyorlar. ...Mustafa Kemal dinin bir hayat nizamı olduğunu bilirdi. Büyük bir alime Kur’an’ın en güzel ve kapsamlı tefsirlerinden birini hazırlattı. Amacı dinde reforma ilmi bir yol bulmaktı. Bulamadı. Sadece ezanı Türkçeleştirmekle yetindi... Demokrasi umurunda bile değildi. “Biz bize benzeriz” sözüne yürekten inanmıştı. İstiyordu ki laik cumhuriyete inanan aydınlar çıksınlar, partiye ve ulusa önderlik etsinler... İnkılapları sağlam temellere oturtsunlar.... Bugünkü Atatürkçüler de böyle istiyorlar. Ama bunu mertçe ve açıkça söylemeye cesaret edemiyorlar. Çünkü Batı’ya sığınıyorlar. Biz de onlar gibi demokrasi istiyoruz diyorlar... Yalan. Düpedüz halkı aldatıyorlar. İktidara giden yollara yasal mayınlar döşemişler. Birileri demokrasi, insan hakları!.. Hak ve hukuk diye zırvalamaya başladı mı...". Yazı böylece uzayıp gidiyor. Bu yazarın düşüncelerine göre, Atatürk’ün kendileriyle ortak ve ortak olmayan yanları vardır. Ortak yan demokrasiye inanmamasıdır. Karşı geldikleri yan ise cumhuriyetçiliği ve laikliğidir. Ama yazar, Atatürk’ü son derece zeki bir yolla kendi cephesine de çekebilmektedir. Bu da Atatürk’ün dini inancının belirtilmesi ve tekke ile zaviyeleri yozlaştığı için kapattırmasıdır. Kendisi de hukukçu olan yazar Atatürk’ü bu noktada bıraktıktan sonra Yine bir ünite önce gördüğümüz "devrimciler" ile bir sürtüşmeye giriyor. O’na göre bugünkü Atatürkçüler demokrasiye inanmıyorlar. Sadece batıya hoş görünmek için bu mantoya bürünüyorlar. Demokrasi ve insan hakları onların gözünde sadece birer araçtır. Ne için? Elbette Şeriat düzeninin geri gelmesini önlemek için. Demek ki bu kesimin gözünde "insan hakları" değer verilmeyecek bir yığından başka birşey değildir.
Bu kesimin düşüncelerine karşı yanıt vermek çok zor. Çünkü onlar kendilerini son derece haklı görüyorlar. Türkiye’nin hangi koşullar altında kurtulduğunu, devrimler yapılmasaydı sonumuzun ne olacağını hesaplamadan sadece eskiyi diriltmenin yollarını arıyorlar. Bu kesimin çok iyi tarih bilgisine sahip olmasını dilemekten başka yapılabilecek birşey yok. Ancak kendilerine tanınan özgürlükleri, onları yok etmek için kullandıkları bir gerçek.
Türk devrimini bir bütün olarak reddeden ikinci kesim son iki on yılda belirmiştir. Bu kesimin mensupları gayet iyi ve sağlam eğitim almış, demokrasinin bütün nimetlerini tanımış; ondan kopmanın mümkün bulunmadığına yürekten inanmış kimselerdir. Böyle bir düzeyde bulunanların Türk devrimine ve özellikle Atatürk’e karşı çıkması yadırganabilir. Ama onlar kendilerine göre haklı sayılabilecek bazı tutmamak noktaları bulmuşlardır. Bunlardan hareket ederek Türk devrimini eleştirirler.
Bu kesimin güncel adı "numaralı cumhuriyetçiler"dir. Çünkü onlar Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin hiçbir ilkesi ve kurumu ile bağdaşmamışlardır; ama Yine de cumhuriyetçidirler. Yeni bir cumhuriyet kurulmasını istemektedirler. Bu da "ikinci cumhuriyet" olacaktır.
İkinci cumhuriyetçiler Türk toplumunun bugün içinde bulunduğu durumu karamsar gözlerle görüp eleştirmekle işe başlarlar: Ulusal gelirimiz kişi başına 3000 doların üstüne çıkamamıştır. İkinci Dünya Savaşı bittiği zaman bizimle aynı düzeyde olan Portekiz ve Yunanistan çoktan 10 bin doların üstüne fırlamıştır. Gelir dağılımı tam bir açmaz içindedir. Adalet ve eğitim işleri çıkmazdadır. Sağlık işleri tam bir fiyasko içinde yürümektedir. Türkiye’de insan haklarına aykırı davranılmaktadır. Evet, bu söylenilenler içinde gerçeklerin bulunduğu bellidir. Ama bugünkü olumsuzlukların nedeni olarak "Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyet" gösteriliyor. Onlara göre Atatürk silahlı kuvvetlere dayanarak ve kendisine bağlı bir bürokratik oligarşi oluşturarak bazı yenilikler yapmıştır. Onlara göre bu yeniliklerin demokrasi ile bağdaşması imkansızdır. Bu kesimin en önde gelen kalemlerinden biri "kemalizm ile demokrasi bağdaşamaz" demektedir. Böylesine kişisel bir güç merkezi haline gelen Mustafa Kemal, kurduğu cumhuriyetle sadece kendi çıkarlarını düşünen bir avuç bürokrat yetiştirmiştir. İşte bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun kaynağı bu tür, demokrasiden ve insan haklarından uzak bir rejimde, daha doğrusu Atatürk’ün kurduğu sistemdedir.
Hepsinin son derece aydın kişiler olduğunu söylediğimiz bu kesime verilecek yanıtlar aslında çok basit ve kolaydır. Bu aydınların en büyük yanlışı -ki aldıkları kültür böyle bir yanılgıya düşmemelerini gerektirir- günümüz dünyasının koşulları altında 1918 yılı Türkiye’sini değerlendirmeleridir. Osmanlı Devleti’nde uygulanan kötü bir kültür politikası nedeniyle demokrasiyi tam olarak kavrayacak aydın yetişmiş miydi? Bu soru yanıtsız kalıyor. Zaten yetersiz olan insan kaynakları 1911 yılından beni aralıksız süren 10 yıllık savaşta iyice tükenmiştir. Acaba Mustafa Kemal bu koşullar altında kurtuluş mücadelesine başlamakla hata mı etti? Ne yapsa idi? O, elindeki yetersiz insan gücünü olağanüstü bir çaba ile kullanmış, hepsini tek hedefe büyük zorluklar içinde yöneltmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurmamalı mıydı? Ne yapsaydı? Padişah buyruğunda mı kalsaydı? Yurdu kurtarmak için çabalayan mert ve yiğit kuvayı milliyecileri bir bayrak altında birleştirmeyip onları başıboş mu bırakmalıydı? Evet, bu kişiler Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşında ne yapması veya ne yapmamamsı gerektiğini o günkü koşullar altında eleştirsinler. Ama bu konularda yanıtları yok! Zafer kazanıldıktan sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın özgürlükleri boğan kişisel bir yönetime gittiği, halkın demokratik eğitimini engellediği, ekonomik politikasının tam bir çıkmaz olduğunu ikinci cumhuriyetçiler rahatça ileri sürüyorlar. Onlara göre Atatürk’ün kurduğu tek parti rejimi Türkiye’de demokrasinin doğumunu geciktirmiştir. Bu görüşleri kendimiz yanıtlamadan önce sözü 20. yüzyılın en ünlü siyaset bilimcisi ve kamu hukukçusu M. Duverger’e bırakalım: "...Bazı tek partiler gerek felsefeleri, gerek yapıları bakımından gerçek anlamda totaliter değildir. Bunun en iyi örneğini 1923’ten 1946’ya kadar Türkiye’de faaliyet göstermiş olan CHP sağlamaktadır. Bu partinin başta gelen özelliği, demokratik ideolojisindedir... Faşist rejimlerde her gün rastlanılan otorite savunusunun yerini Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır; bu da “halkçı” veya “sosyal” diye nitelendirilen “yeni” bir demokrasi değil, geleneksel siyasal demokrasidir...Parti liderlerinin gözündeki tekel, Türkiye’deki özel siyasal durumun bir sonucu olmuş ve çok partili sistem, ideal olmakta devam etmiştir. Türk tek partisinin yapısında da totaliter bir taraf yoktu. Bu yapı ne hücrelere, ne milise, hatta ne de gerçek anlamda ocaklara dayanıyordu... Üyelik herkese açıktı" (M. Duverger, Siyasal Partiler, (Çev.: Ergun ÖZBUDUN), Ankara , s 359 - 361)). Ünlü A. J. Toynbee ise şöyle diyor: "1920’lerde Türk toplumu ya gelişecek, ya da ölecekti. Her ne pahasına olursa olsun yaşamayı yeğlemiştir. Bununla birlikte tek parti yolu hiçbir zaman faşist-nazi- komünist tipi bir diktatörlük biçimi almamıştır" (ÖZAKMAN’dan naklen. S 736, not 16.)).1935 – 1937 yılları arasında Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Lorraine anılarında şunları söylemektedir: "Atatürk’ü diktatör sayanlar olmuştur. Bence bu hem yanlış hem de yanıltıcı görüştür... Çünkü Atatürk bilinçli olarak kendi yokluğunda uygulanabilecek bir düzen kurmaya, kendinden sonra sürebilecek bir hükümet ve yönetim sistemi yaratmaya uğraşıyordu...Kanunlara aykırı davranışlarda bulunmaktan kaçınmıştı. TBMM’ne ise büyük saygısı vardı. Pek çok kimsenin sandığı gibi sağa sola emirler yağdırmak şöyle dursun, Atatürk bakanları her zaman kendi sorumluluklarını yüklenmeye zorlardı " (ÖZAKMAN’dan naklen. S 739.)). Bir yandan birinci derecede gözlemcilerin, bir yandan Bernard Lewis [tarihçi], M. Duverger, A. J. Toynbee, D. H. Rustow gibi dev siyaset bilimcilerinin Atatürk dönemi hakkındaki teşhisleri budur. Kaldı ki "Tek partili totaliter bir sistemin her işe egemen şefi, o devletin okullarında okutulmak üzere kendi el yazısı ile hazırlayıp yayınladığı ders kitabında “demokrasiyi tek insancıl rejim olarak övmesi, özgürlüğün ne kadar büyük ve doğal bir gereksinim olduğunu, Türkiye Cumhuriyetinde siyasal partilerin gereği, nasıl parti kurulacağını anlatması” ve bunları tamamlayan pek çok bilgi vermesi" acaba nasıl açıklanabilir? Tarihte "diktatör" olarak nitelenen kişilerin hangisi böyle bir iş yapmıştır? Yine yanıt yoktur. Atatürk demokrasiyi 1923 yılında nasıl kuracaktı acaba? Çok okunan ve böylesine haksız ithamlardan acı duyan tanınmış bir yazarımız bakınız neler diyor: "Onlara göre sanki 1923’te ortada her türlü olanaklara sahip bir devlet vardı. Bu devletin halkı uygarlığın en yüksek seviyesindedir. İnsanların yüzde doksanı okuma-yazma bilmektedir. Milli gelir dünya ölçülerine yakındır. Ülkede fabrika bacaları tütmekte, yollar her yere ulaşmaktadır. 1912’den beri Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda o ülkenin insanları değil başkaları savaşmıştır. İşte bu ortamda Mustafa Kemal ve arkadaşları antidemokratik uygulamalarla millete tepeden bakarak,demokrasiyi hiçe sayarak İstiklal Mahkemelerinde 30 bin kişiyi asarak asker gücüyle Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır". Bu değerli yazarın ironik bir biçimde çizdiği tabloda bir eksik var. O da şu "1923 yılında Türk kadını erkeği ile aynı haklara sahipti. Kadın her türlü mesleğe girebilirdi. Seçme ve seçilme hakları vardı. Tek kadınla evlilik de esastı"... Evet bu unutulan noktayı da tamamladıktan sonra değerli yazara geri dönelim. O’nun bu güzel girişten sonra çizdiği tablonun yüzde yüz tersi doğruydu. Bu durumda ikinci cumhuriyetçiler acaba kendileri Atatürk’ün yerinde olsalar nasıl kuracaklardı demokrasiyi diyerek haklı bir soru yöneltiyor.
Bugün ulusal gelirin düşüklüğü, ana toplumsal kurumların bozukluğu Atatürk döneminde kurulan rejime bağlanıyor. Peki o günkü koşullar altında nasıl bir rejim beklenirdi? Bütün yoksulluklara ve kadrosuzluğa rağmen hep halka dönük ve demokrasi yolunda eğitim vermek siyasetini sürdüren Atatürk; bugünkü kaostan nasıl sorumlu tutulabilir. Eğer İkinci Dünya Savaşı’na kadar Portekiz ile Yunanistan’ın ulusal geliri bizimle aynı düzeyde ise bu, Savaş öncesi ekonomik siyasetimizin doğru olduğunu gösteriyor ve bu suçlamaları ile ikinci cumhuriyetçiler kendileriyle bir kez daha çelişkiye düştüklerinin farkında değiller.
Dostları ilə paylaş: |