Bütün bunlara rağmen, Atatürk, inkılâplara hâlâ menfî tavır takınmaya devam eden bazı dinî çevrelerin varlığını müşâhade edince oldukça üzülmüştür. Nihayet Atatürk, şöyle konuşmaktadır:
"Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mânâ ve biçimiyle medenî bir toplum hâline getirmektir, inkılâplarımızın temel prensibi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri
8 İ. Ilgar, "Atatürk, Lâiklik, Din ve Devrim", Atatürk, Din ve Lâiklik, s. 154.
9 Ç. özek, Türkiye'de Lâiklik, İstanbul 1962, s. 35-38; A.F. Başgil, Din ve Lâiklik, İstanbul 1977, 3. basta, s. 188-193; R. Genç, Türkiye'yi Lâiklestiren Yasalar. Ankara 1998, s. 2-17.
8
HlLÂFET TARTIŞMASI
181
değiştirmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamen çıkarılmış olunacaktır. Onlar çıkarılma* dıkça dimağa hakikat nurlarını yerleştirmek imkânsızdır...
Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tâbi olan kimseleri dünyevî ve manevî olan hayatta mutla kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün içeriğiyle medeniyetin parlak izlerine filân veya falan şeyhin uyarmasıyla maddi ve manevî saadeti arayacak kadar iptidaî insanların Türkiye'deki medeni toplumun içinde var olduğunu asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakîkî yol, medeniyet yoludur. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Tarikat liderleri bu dediğim hakikati bütün açıklığıyla idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak, müritlerinin doğru yolu bulduklarını elbette kabul ede* çeklerdir...
Cumhuriyet Hükümetimizin bir Diyanet İşleri makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imâm gibi görevli bir çok memurları bu* luomaktadır. Bu görevli kişilerin ilim ve vazifelerinin derecesi bilinmektedir. Ancak burada vazifeli olmayan bir çok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti giymekte devam etmektedirler. Bu gibber içinde çok câhil, hattâ okuması yazması olmayanlara rastladım. Özellikle bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya İlişki kurmaya adetâ engel olma sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu tu* turn ve yetkiyi kimden, nereden almışlardır? Millete hatırlatmak isterim ki, bu lâubaliliğe müsâade etmek, asla doğru değildir. Herhalde yetki sahibi olmayan bu gibi kişilerin, görevli olan kimselerle aynı d* biseyi taşımalarında ki sakınca bakımından hükümetin dikkatini çekeceğim"10.
m Atatürk 'ün Söylev ve Demeçleri, D, t. 217-218.
182
MEHMET SARAY
Nihayet Atatürk, Cumhuriyet Hükümetini de harekete geçirerek dinî çevrelere karşı yaptığı bu mücâdeleyi başarıyla sona erdirmiş ve inkılâplarına karşı bu zümreden gelen muhalefeti tamamıyla ortadan kaldırmıştır. Her ne kadar bazı küçük ve ferdî muhalefet sesleri çıkmaya devam etmiş ise de, bunlar Atatürk'ün, millî, demokrat ve medenî bir Türkiye ve Türk cemiyeti yaratma çabalarına bir mâni teşkil etmemiştir.
Araştırmanın bu safhasında zihinlerde belirme ihtimali olan şu sorunun cevabı üzerinde biraz durmak ve izahta bulunmak icap ediyor. Acaba Atatürk'ün, dinî çevreler üzerine bu kadar yüklenmesinin sebebi nedir? Daha önceki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Atatürk, Müslümanlara ilk emri "Oku!" olan İslâmiyet'in, "insanlara feyz ruhu vermiş" olduğuna inanan ve bunu herkesin huzurunda açıklamaktan memnunluk duyan bir insandı. Ona göre "Dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyordu". Hangi şey ki akla, mantığa, menfaat-i âmmeye muvafıktır, biliniz ki o bizim dinîmize de muvafıktır". İnsanlığın terakkisine ve refahına bu kadar açık olan, ilme ve öğrenmeye değer veren İslâm'a, "Hayatta en hakîkî mürşid ilimdir" diyen Atatürk'ün muhalefet etmesi imkânsız bir husustur. Atatürk'ün muhalefeti İslâmiyet'e değil, onun yüce ruhunu anlamayan veya anlamak imkânı bulamadan din adamı pozisyonu kazanmış ve bunu istismar eden câhil kişilere idi.
Atatürk'ün dinî konudaki verdiği mücâdelenin dinin aslma değil, bilâkis din perdesi altında yürütülen taassuba ve dinin çeşitli maksatlarla istismar vasıtası yapılmasına karşı olduğunu aşağıdaki şu örnek de açıkça göstermektedir:
"2 Temmuz 1932 de toplanan I. Türk Tarih Kongresinin son günlerinde, Atatürk tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gazi Orman Çiftliğinde bir çaylı toplantıya çağırdı. Bu toplantıda bizimle iki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e şunu sordu:
- Paşam, din lüzumlu bir şey midir? Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?
Atatürk bu soruya şu karşılığı verdi:
• Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din Tanrı ile kul arasındaki kutsal
HİLÂFET TARTI$MASI
bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların din komisyonculuğuna i/in verilmemelidir. Dinden maddî çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte Mı, bu duruma karşıyız. Buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticâreti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin mum-dele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.
Dinle Hilâfeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Birincisi ne kadar faydalı İse, İkincisi "kadar lüzumsuz Mr hal almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden bu güne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması. Müslüman dünyasının Halife olmaksızmda yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir?"".
Atatürk, İslâmî ilimlerden ve irfandan nasibini almamış olan câhil din adamlarıyla, köklü inkılâplara kalkışmanın imkânsız olduğunu anladığı için, onları saf dışı etmeyi veya tesirsiz kılmayı daha uygun bulmuştur. Büyük ekseriyeti hakikaten yetersiz olan bu din adamları zümresinden, Atatürk'ün yapmak istediği inkılâpları idrâk etmesi veya ona destek olması beklenemezdi. Nitekim, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte tatbike konan inkılâpların çoğuna bu tip din adamları menfî tavır takınmışlardır. Atatürk, yapmak istediği yeniliklere karşı onları birer engel olarak gördüğü için, kendilerini pasifıze etmeyi daha uygun bulmuştur. Atatürk'ün, o devir din adamlarıyla olan mücâdelesini başka bir şekilde anlamak veya izaha kalkmak fevkalâde yanlış ve hatalı bir tutum otur.
Nihayet Atatürk, iyi yetişmemiş din adamları zümresinin muhalefetini kırıp gerekli kanunî tedbirleri aldıktan, yâni din işlerini devlet işlerinden ayırdıktan sonra, inkılâplarım tatbike ve onları millete anlatmaya tuzla devam etti.
Burada, inkılâp nedir, niçin ve hangi sahalarda inkılâp yapılmalıdır? sorularının cevaplan üzerinde bazı zarurî açıklamalara ihtiyaç vardır. Bu açıklamayı, inkılâpların yaratıcısı ve planlayıcısı olan Atatürk, şöyle yapmaktadır:
11 Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi. Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara 1972. s, 53-54'den naklen Gürtaş, Atatürk ve Din Eğitimi, s. 54-55,
184
MEHMETSARAY
Türk inkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin ilk anda işaret ettiği ihtilâl mânâsından başka, ondan daha geniş bir değişmeyi ihtiva etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri bertaraf eden en gelişmiş tarz olmuştur.
Milletin, varlığını devam ettirmek için fertleri arasında düşündüğü ortak bağ, asırlardan beri gelen şekil ve mâhiyetini değiştirmiş, yâni millet dinî ve mezhebi bağlılık yerine, Türk milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştın
Millet, beynelmilel umumî mücâdele sahasında hayat ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vâsıtanın ancak çağdaş medeniyette bulunabileceğini, Mr değişmez gerçek olarak tespit etmiştir.
Velhâsıl efendiler, millet, saydığım değişimlerin ve inkılâpların tabii ve zorunlu gereği olarak, genel idâresinin ve bütün kanunlarının ancak dünyevi ihtiyaçlardan ilham alan ve ihtiyacın değişip gelişmesiyle devamlı olarak yenilenen bir dünyevi idare zihniyetini, varlığının şartı saymıştır.
Eğer altı sene evvelki olayları hatırlarsanız, devletin şeklinde, millet fertlerinin ortak bağlarında, kuvvetin kaynağı olan medeniyet yolunun takibinde, kısacası bütün teşkilât ve ihtiyâçlarını dayandırdığı hükümler açısından büsbütün başka esaslar üzerinde bulunduğumuzu göreceksiniz. Altı sene içinde büyük milletimizin hayatının akışında meydana getirdiği bu değişimler, herhangi bir ihtilâlden çok fâzla, çok yüksek olan en muazzam inkılâplardandır.
Bahsettiğim büyük inkılâp yolunda Türk milletinin şimdiye kadar sarfettiği mesaî, dâhili ve hârici kasıtlı sebeplere karşı yorulmaz, yıpranmaz mücâdeleler içinde geçmiştir. Bu mesai, millî irâdenin direnen varlığından ve hukuk erbabı elinde bulunan kanunların ve toplanan bilgilerin mevcudiyetinden kasten habersiz davranarak, önce Türk milleti ve devletinin yeni mevcut şeklini fiilen meydana çıkarmak uğrunda verilmiştir. Şimdi vücuda gelen bu büyük eserin zihniyetini" ihtiyacını tatmin edecek yeni hukukî esaslarını ve yeni hukukî erbabını vücûda getirmek için teşebbüs etmenin zamanı gelmiştir...
HİLÂFET TARTIŞMASI
185
Cumhuriyet Tfirkİyesi'nde eski hayat kaideleri ile eski hukuk yerine yeni hayât kaidelerinin ve yeni hukukun geçmiş bulunması, huğun kaçınılmaz bir oldu bitlidir. Bu oldu bitti yeni kanunlarımızda Hide ve izah olunacaktır.
Yeni hukuk esaslarından, yeni ihtiyâçlarımızın talep ettiği kanunlardan bahsederken sadece 'her inkılâbın kendisine mahsus müeyyidesi bulunmak zarurîdir'hikmetine işaret etmiyorum. Beyhude bir sitem temayülünden nefsimi sakınarak, fakat Türk milletinin muasır medeniyetin vasıflarından ve feyizlerinden istifâde etmek için, en azından üç yliz seneden beri sarf ettiği gayretlerinin ne kadar elemli ve ıstıraplı engeller karşısında heba olduğunu, büyük üzüntü ve ibretle göz önüne alarak söylüyorum"12.
Atatürk'ün bu izahlarından da anlaşılacağı gibi, O, her şeyden evvel inkılâbın ihtilâlden farklı olduğunu ve bu farkın unutulmamasını istemiştir. Atatürk'e göre, Türk inkılâbının en büyük hedefi, hâkimiyetin kayıtsız, şartsız milletin elinde olduğu modern bir devlet kurmaktı. 8u yüzden ilk fırsatta saltanatı kaldırmıştı. Ona göre, yeni Türk devleti şu öç temel ilkeye dayanarak yükselmeli idi:
a- Millîleşerek: Türk milletinin fertler arasındaki bağlılığım Türk milliyeti rabıtasıyla temin etmek. Yeni Türk devleti bir ümmet yığını yerine Türk milliyeti üstüne kurulacaktı. Bu ise, ister-istemez Türk devletini lâikleşmeye götürmüştür.
b- Medenileşerek: Türk milletim ve devletini muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak. Bu da, ancak ilmin ve irfanın önderliğinde sağlanabilirdi. Böyle bir yol takip edilirken, uzun zamandan beri ilim ve irfandan uzaklaşmış olan medrese mensupları ile dinî çevrelerin tesirinden uzak durmak icap ediyordu. Kısaca, lâikleşme kendiliğinden zaruri hale geliyordu.
c- Demokratlaşarak: Hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin elinde olduğu bir idare kurmak gerekiyordu. Bu idare şekn* en az batı demokrasile-
12 Atatürk'ün Söylev Ve Demeçleri, II, a. 240-241.
186
MEHMET SARAY
ri seviyesinde olacaktı. Demokraside, yâni milletin kendi kendini idare ettiği bir sistemde, siyâsî kudret ve dinî kudretin birbirinden ayrılması ister istemez lâikliği getiriyordu.
Atatürk, tespit ettiği hedefler istikâmetinde inkılâpları bir bir yapmaya devam etti. Onun Türk milletine, milletin Ona olan sonsuz güven ve sevgisi sayesinde inkılâplar, tahmin edilemeyecek kadar kısa zamanda istenilen neticeleri vermeye başladı. Bu, Atatürk'ü son derece memnun etmekle beraber, O daha da ileri gidilmesini ve "medeniyet ailesinde lâyık olduğumuz" yeri almayı ve hattâ geçmeyi istiyordu.
Sonunda Atatürk, lâiklik konusunu halletmek için harekete geçti. Verdiği direktifle yakın arkadaşlarından İsmet Paşa ile, Necmeddin Sadak, Mahmut Esat, Şükrü Saraçoğlu, Ruşen Eşref, Yunus Nadi, Celal Nuri, Fa-lih Rıfkı, Mazhar Müfit ve Şükrü Kaya Beyler'in önderliğinde bir grup mebus Anayasa'mn 2. maddesi ve onunla ilgili olan 26. maddenin, devleti tam manâsıyla lâik ve demokrat bir Cumhuriyet olmaktan alıkoyduğu gerekçesiyle, değiştirilmesi için TBMM Başkanlığı'na bir takrir vermişlerdi13. Bu takrir, Refet Bey'in başkanlığındaki 10 Nisan 1928 tarihli Meclis oturumunda hiç müzâkere edilmeden ittifakla kabul edilmek suretiyle Türkiye devletinin lâik ve demokrat bir Cumhuriyet olması için adım atılmış oldu.
Artık tamamıyla lâik bir devlet haline gelen Türkiye Cumhuriyetinde inkılâplar birbirini takip etmiş, milletçe ve devletçe her sahada büyük derlemeler kaydedilmiştir. Atatürk, Cumhuriyeti ilânının 10. yıldönümünde elde edilen başarıları şöyle dile getiriyordu:
"Türk milleti,
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türlüye Cumhuriyetidir.
Fakat, yaptıklarımızı asla kâfi görmeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve
13 özek, Türkiye'de Lâiklik, s. 39-40.
HİLÂFET TARTIŞMASI
187
en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekîdir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terâkki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekâsını ilme bağlılığım, güzel sanatlara sevgisini, mili! birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle inkişâf ettirmek milî ülkümüzdür.
Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta, muvaffak kılınacaktır.
Bugün, aynı inan ve kat'iyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenî âlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacak!ir.
Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vas* fi ve büyük kabiliyeti, bundan sonraki inkişâfı ile, itinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır"M.
Atatürk'ün ortaya koyduğu bu tablo ve netice, vatanını ve milletini seven her Müslüman Türk için bir gurur ve iftihar vesilesi olmuştur. Bu mutlu neticenin elde edilmesinde, muhakkak ki, din işlerinin devlet işlerinden
14 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, H, s. 271-272.
188
MEHMET SARAY
ayrı tutulmasının son derece müspet tesiri görülmüştür. Onun içindir ki, bizlere bu sevindirici gelişmeyi sağlayan büyük Atatürk'e, bazı mutaassıp çevrelerin haksız tarizlerine aldırmadan, miUetçe sonsuz şükran borçluyuz.
Burada, lâiklik ilkesi benimsendikten sonra dinin durumu ne olmuştur? Devlet din işleri hakkında herhangi bir tedbir almış mıdır? sorulan akla gelebilir, önce, İlik olan bir devlette, hukukî mânâda, şu üç hususun varlığı zaruretini belirtmek lâzımdır:
a - Din ve Devlet Ayrılığı,
b - Dinî (Vicdanî) Hürriyet,
c - Dinî Eşitlik.
Acaba bu hususların hepsi de gerçekleşmiş midir? Bazı zarurî durumlar hâricinde, bu hususların lâik Türkiye'de yer aldığı görülmektedir. Meselâ, uygulamada din ve devlet ayrılığı hemen tahakkuk etmemiştir. Çünkü böyle bir ayrılık bazı sosyal, kültürel ve siyâsî şartların tesiri altında cereyan eder. Bu husus, pek çok meselelerini bizden önce halletmiş olan Avrupa memleketlerinde daha kolay gerçekleştirilmiştir. Oralarda sosyal, kültürel yapı, demokratik hayatın erken gelişmesi ve Hıristiyanlığın hususiyetleri lâikliğin tam olarak kurulmasını sağlamıştır. Batılılaşma ülküsünde olan Türkiye de Avrupa memleketlerini örnek alarak yola çıkmıştır. Fakat, Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel şartlan dolayısıyla, Türk lâikliğinde, devlet üe din işlerini bilhassa teşkilât yönünden ayırmak pek kolay olmamıştır. Bunun içindir ki, devlet, Diyanet İşleri Reisliği'ni ve Vakıflar Umum Müdürlüğü'nü Başbakanlığa bağlamak mecburiyetinde kalmıştır. Bu ise devlete, dinî meselelerde, bilhassa din eğitimi ve din adamı yetiştirme hususunda bazı vazifeler yüklemiştir. Atatürk, devletin bu vazifesini hissetmiş ve din adamı yetiştirecek okulların açılmasını istemiştir. Bir arkadaşının ifâde ettiği gibi, "Onun en büyük emeli, din adamlarımızın yalnız dinî bilgilerle değil, aklî müspet ve teknik bilgilerle birlikte rü-suha varmış olmalarım görmekti"15. Bu hususta bir başka arkadaşı şunları nakleden "O, dinin ve maneviyâtın ehemmiyetini çok iyi takdir etmişti. Kendisine bir defa bir İlahiyat Fakültesinin açılmasının doğru olacağını söylediğim zaman:
15 F. A) tay, "Dindar Atatürk", Atatürk, Din ve Laiklik, s. 127.
HİLÂFET TARTIŞMASI
189
-Çok haklısın Yusuf Kemâl R*v o".- uı_
.. T . . . " emal "** ama kime açtıracak Mwii."*..
ki arkadaşları görüyorsunuz m,ı(tm)"e MIL ""-""B"*. ıvıeciıs te-
rednı kuvvetle hissetmeye başlamıştı. Bu konuda, daha önce Kur'an'ı ter cüme etmesini rica ettiği Mehmet Akif Bey 'e, kendisi gibi iyi yetişmiş bir-kaç arkadaşım toplayarak, bir İlahiyat Fakültesi kurulması için hazırlık yapmasını söylemişti". Bu hususta son derece kararlı olduğunu şu sözle-rinden de anlamaktayız:
^.Milletimizin, memleketimizin İrfan ocakları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı kadın ve erkek aynı surette oradan çıkmalıdır. Fakat, nasıl ki, her alanda yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lâzım ise dininizin felsefi gerçeğini araştırma, inceleme ve öğretme bakımından ilmî ve fennî kudrete sahip olacak seçkin ve hakîki alimleri yetiştirecek yüksek müesseselere sahip olmalıyız"". Fakat ömrü vefa etmediğinden bu son derece de önemli konuyu halletme fırsatı bulamamıştır. Onun vefatından soma da uzun zaman bu meselenin halli yoluna gidilmemesinin mahzurları çok geçmeden acı bir şekilde anlaşılmış-
tır.
Çok partili hayata geçince bu yetersiz din adamları siyâsetle uğraşmaya, siyâsî partilerde dini istismara başlamışlardır ki19, bu, Atatürk'ün hiç bir zaman arzu etmediği bir gelişme idi. Bu, Diyanet İşlerini hükümete bağladıktan soma, devletin vazifesi olduğu halde, din eğitimi ve din adamı yetiştirme sorumluluğunu yerine getirmemesi veya getirememesinin bir sonucu idi. Din ve devlet ayrılığı ilkesi tam mânâsı ile gerçekleştirilmedi-
16 Y. K. Tengirşek, "îmân Dolu Varlık Atatürk", Atatürk, Din ve Lâiklik, ". 138,
17 Altay, "Dindar Atatürk", Atatürk, Din ve Lâiklik, *• 127.
18 G. Jaschke (Türk tere.), "Yeni Türkiye'de Kur'Jn-ı Kerîm Kurslar. \ islam Tetkikleri Enstitüsü
i9 ^SS^SS^^^^^^^à
B. Savcı, Lâik Düşünce ve Hareketin Gerisindeki Tehhke, Ankara 1958, s. 5-18. T. Z, Tunaya, İslamcılık Cereyanı, İstanbul 1962, s. 195-198.
190
MEHMET SARAY
ği için buna bağlı olan dinî hürriyet ve eşitlikte arzu edilen şekilde sağlanamamıştır. Devlet, din hürriyetinin suiistimal edilmesinden çekindiğinden her türlü dinî cemiyet kurulmasını yasaklamıştır. Bütün bunlara rağmen, devlet lâiklik ilkesini çiğnememek şartı ile dinî vecibelerin rahatlıkla yerine getirilmesine müsâade etmiş ve bu, Anayasamızca da teminat altına alınmıştır20.
Lâikliğin en önemli prensiplerinden biri topluma tam bir din ve vicdan hürriyeti sağlamasıdır. Din hürriyeti bir yandan vicdan (inanç) hürriyetini, öte yandan ibâdet hürriyetini kapsar. Nitekim Atatürk, lâiklik prensibini kabul ettikten sonra halka ve yetkililere sık sık şu önemli noktayı hatırlatmak lüzumunu hissetmiştir: "Vicdan hürriyetine asla müdâhale edilemez, lira bu ferdin tabii haklarının en mühimlerinden biri addedilir... Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyâsî bir fikre mâlik olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz. Türkiye'de her yetişkin (reşit) dinini seçmekte hürdür. İbâdet hürriyetine gelince, insanlar hangi dine mensuplarsa o din ile ilgili âyin ve merasimleri yapmakta serbesttir. Fakat, âyinler asayiş ve genel adaba aykırı olamaz, siyâsi gösteri şeklinde de yapılamaz"21. 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların lağvedilmesi ibâdet hürriyetine aykırı değildir. Atatürk'ün dediği gibi bunlar, "irtica kaynakları ve cehalet damgalarıdır. Türk milleti böyle müesseselere ve onların mensuplarına tahammül edemezdi ve etmedi"22. Din ve vicdan hürriyetine ilişkin bu esaslar, bugünkü anayasamızın 24. maddesinde yer almıştır. Buna göre herkes, vicdan, dinî inanç ve kanâat hürriyetine sahiptir. Anayasamızın 14. maddesi hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibâdet, dinî âyin ve törenler serbesttir.
20 S. Armağan, "Din, Vicdan Hürriyeti ve Lâiklik". Millî Eğitim ve Din Eğitimi, Aydınlar Ocağı'nın İlmî Semineri, Ankara 9-10 Mayıs 1981, İstanbul 1981, s. 178-183.
21 Atatürkçülük, I, s. 111.
22 Afet İnan. Medeni Bilgiler, s. 56,470-472.
20
HİLÂFET TARTIŞMASI
191
Lâiklik prensibinin önemli unsurlarından biri de devletin çeşitli dinlerin mensupları arasında kanun önünde ayran gözetmemesi, hepsine eşit iş-lem yapmasıdır. Kısaca, lâik devlet, büttln dinî inançlara eşit uzaklıktadır. Anayasamızda bu ilke eşitlik hakkındaki 10. maddede ifâde edilmiştir. Sözü geçen maddeye göre, herkes "din, mezhep ve benzeri sebeplerle ¦*• rım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir".
r
l
ATATÜRK VE DIN*
Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İste biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz. (1930)
Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, 1.116.
Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI
Atatürk'ün görüş ve inkılâpları arasında en çok istismar edileni, en çok yanlış istikametlere çekilerek mahiyetlerinden saptırılanı, bize göre, onun din ve lâiklik hakkındaki görüşleridir, öyle ki, bir tarafta materyalist ve pozitivist anlayışa mensup dinsizler veya dinle ilgisiz olanlar, kendi niyetlerini, Atatürk ve inkılâplarının ardına gizleyerek, kasıtlı ve yanlış bir tarzda, onu din düşmanı veya en azından onun dini hiçe sayan bir önder olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Diğer taraftan da, bu kasıtlı ve yanlış propagandaya kapılan menfaatleri zedelenmiş çok küçük zümreler ile lâikliği kavrayamayan bazıları, Atatürk'ün din konusundaki müspet ve ıslah edici tavrının araştırmak, gerçek önemi içinde ele alıp değerlendirmek ve geliştirmek yoluna gitmemiş ve onun bu konudaki görüş ve tavn-
* Fığlalı, Prof. Dr. Ethem Ruhi: "Atatürk ve Din", Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ank., 1995, s. 265-277.
194
ETHEM RUHİ FIGLALI
na bigâne kalmışlardır. Böylece biri istismarcı, diğeri de onu tanımayan iki ayrı kanat oluşmuştur. Neticede de olan, yine Atatürk'e ve Devlet'e olmuş ve onun bu konudaki görüşleri, gerçek önemi ve mahiyeti içinde ele alının tartışılmamıştır.
Bir insanı, görüşlerinden fikirlerinden tecrit etmek imkânsızdır. Atatürk ve prensiplerinin anlaşılması ve açıklanması da, elbette, sahip olduğu ve ortaya koyduğu temel düşünce ve görüşlerinden çıkacaktır. Atatürk'ün din konusundaki görüşlerini ele alıp tespit ve tahliline geçmeden önce, bizim için önemü bir iki hususa işaret etmek isteriz. Herşeyden evvel, bir kimsenin dini duygulan ve dini kültürü ite içinde doğup büyüdüğü, terbiyesini aldığı aile muhiti ve okul arasında çok sıkı bir alâka vardır. Bu noktadan hareketle Atatürk'ün hayatına baktığımızda, son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız. Bir kere O, devrinin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip Müslüman ve mütedeyyin bir ana - babadan dünyaya gelmiş biridir ve ilk dini bilgilerini de onlardan bilhassa annesinden almış ve onun tarafindan yetiştirilmiştir. Annesi Zübeyde Hanım, onu, geleneklere uygun olarak ilâhilerle, yani Amin Alayı ile mahalle mektebine başlatmıştır. İlk öğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrinin şartlan içinde ciddi dini bilgiler veren öğretim kunıluşlanydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri idâdesi de, programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren müesseselerdi. Esasen Atatürk'ün din kültürünün seviyesini görmek ve göstermek için onun bu saha ile ilgili olarak tetkik ettiği Caetani'nin İslâm Tarihi, Corci Zeydan'ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi gibi bugün ancak bu sahanın müte-hassıslannca takip olunabilen eserleri söylemek bile kâfidir. Onun bu sahadaki vukufu Öylesine sağlamdır ki, daha sonra liseler için yazdırdığı tarih kitaplarının "İslam Tarihi" bölümünü, bizzat kendisi kaleme almıştır. Aynca onun, Kur'ah-ı Kerim'i tercüme ve tefsir edebilecek ölçüde Arapça bilgisine sahip olduğu da bilinmektedir.1 Görülüyor ki, Atatürk'ün dini kültürü, gerek seviye, gerek mahiyeti itibariyle dikkati çekecek derece ileridir.
Dostları ilə paylaş: |