MELİHA
Tek katlı evlerin birinde yaşıyor Meliha. Yaşı elliyi çoktan aşmıştı. Evine girdiğimizde bizi kendince ağırlıyor. Rutubetli odada iki kanepe, köşede eski bir televizyon ve bir masa. Kanepelerin ortasına serdiği halının saçakları yer yer kopmuş. Tavandaki naylon dikkatimizi çekiyor.
Meliha İran’dan nasıl ayrıldığını anlatırken zaman zaman gözyaşlarına hakim olamıyor. Diyor ki;
“-Ben memleketimi niye terk etmek isteyeyim ki? Kocamı arıyorlardı. Onu bulamayınca beni götürdüler. On beş gün gözaltında kaldım.”
Sözünün burasında susuyor Meliha. Boğazında bir şeyler düğümleniyor belli ki. Bizlerde de bir suskunluk.
“-İstersen...” dememize kalmadan sözümüzü kesip,
“-Hayır anlatacağım” diyor. Kaba dayaktan söz ediyor, tazyikli sudan. Acılarını paylaşıyor, bölüyor dörde beşe. Meliha dağ gibi bir kadın. Sönmüş bir volkan. Yüreğinde acılar bir bir; koca acısı, evlat acısı.
“Şimdi. Bir tek gözüm nuru kaldı Ali” diyor.
Sözün arasında içeri gidiyor bir tepside su bardakları içinde çay getiriyor. Yanında şeker yok. Çayı genelde şekersiz içiyorlar biliyoruz. Biz birer yudum alırken sessizce kayıyor içeri yeniden. Döndüğünde elinde iki şey, bir küçük kavanoz ve bir albüm.
Başlıyor yeniden anlatmaya. Anlattıkça rahat-lıyor. Yüzü aydınlanıyor. Gençliğini, düğününü anlatıyor. Meliha gençleşiyor. Bizi de sohbete katıyor.
Az sonra yanında duran küçük kavanozu gösteriyor. Akrep. Tavanı neden naylonla kapla-dıklarını anlatıyor. Ve korkularını söylüyor:
“-Ya Ali’ye bir şey yaparlarsa?” Anne yüreğinin nöbetlerini sonra.
“-Oğlum kaçak çalışıyor” diyor, “Bir kuaförün yanında”. Dilinde şikayet yok. Benimki önemli değil ya Ali bir kabul edilse…” Sözün burasında oğlunun umutlarından bahsediyor. Almanya belki Belçika, illa ki Avrupa. Kendisi kalmaya razı, yeter ki oğlu gidebilsin.
“-Yolun sonundayım zaten” diyor. Örtüsünün kenarına taşmış olan ak saçı dikkat çekiyor. Yorgun bedeni kendini bulduğu yere bırakıyor. Bacakları onu taşımıyor.
“-Romatizma beni bitirdi” diyor. Evin rutubetinin kışın nasıl olduğunu anlatıyor.
Duvarın köşesinde geçen kıştan kaldığını söylediği bir yeşillik. Rahat evlerimiz başımızı öne eğdiriyor.
Mahalleliyle olan dostluğundan söz ediyor. Ne kadar çaba sarf ettiğinden. Onu anlamamışlardı ilkin. Kocasının suçunun ona yüklenilmesini sonra. İran’dan kaçmak dine karşı gelmek gibiydi. Onlara bunu anlatması epey yormuştu Meliha’yı. Ramazan’da oruç tuttuğunu görünce ikna olmuştu ev sahibi.
“-İnsanlar ön yargılı” diyor Meliha. “Yalnızca ona karşı değil, birbirlerine de öyle” diyoruz. Yüzünde bir teselli gülümsemesi.
Meliha zor yılları geçirmiş bir kadın. Uğrunda savaştığı özgürlüğü, evlatları ve mahremiyeti. Hayatının geri kalan kısmını akreplerle geçiriyor olması acı verici. Bu duygularla ondan ayrılırken elimizi tutarken gözlerimizin ta içine bakıyor:
“-Bunlar da geçer lakin bizleri unutmayın” diyor.
PAZAR
Pazar sabahıydı. Pervin küçücük odada uyuyan çocuklarını ve kocasını uyandırmamaya çalışa-rak sessizce kapıyı açtı. Kapının sol yanında duran büyük siyah poşeti içeriye sürükledi.
Poşeti getirip lavabonun yanındaki boşluğa koydu. Odaya şöyle bir göz gezdirdi. Birbirine dikey duran iki eski kanepede çocuklar uyuyordu. Sonra büyük bir perdenin ayırdığı arka tarafa geçti. Kocası duvarın hemen önüne koydukları yatakta yatıyordu. Pencerenin önünde valizleri yığılı bir şekilde duruyordu. Sonunda Pervin aradığı yeri bulduğunu düşündü.
Siyah poşeti valizlerin önüne getirdi. Poşeti gürültü etmemeye çalışarak karıştırmaya başladı. İçinden iki gömlek ve bir etek çıkardı. Eline alıp şöyle bir inceledi. Bazen hoşuna giden bir parça olursa ya kocasına ya da çocuklarına ayırırdı. Gömleklerin kocasına küçük geleceğini düşünerek ikisini de omzuna attı. Eteği elinde tutarken birkaç parça daha çıkardı.
Bu işi bitirince yatağın altından ütüyü çıkardı. Kısa bir süredir Pervin kendilerine yardım olsun diye getirilen kullanılmış giysileri yıkıyor, ütülüyor sonra da götürüp pazarda satıyordu. Çok ucuza sattığı bu giysilerin parasıyla da yiyecek alıyordu.
Yatağın altına eğilip eski bir çantayı karıştırmaya başladı. Aradığı örtüyü bulmuştu fakat o anda eline bir şey takıldı. Pervin çantayı çekti. Çantanın içinde çocuklar için ördüğü kışlık bereler, çoraplar, vardı. Eline takılan ise üzeri yaldızlı bir taraklı toka idi. Onu ne zaman oraya bıraktığını hatırlayamadı. Tokayı eline aldı. Dalgın dalgın elinde çevirmeye başladı. Uzak-larda bir davul sesi mi çalıyordu ne, bir düğün alayı kurulmuştu. Pervin aynanın önünde saçlarını tarıyordu. Annesinin seslenmesi üzerine omuzlarına dalga dalga düşen saçlarının iki tarafına tokaları takmıştı. Sonra aynada bir daha kendine bakıp düğün alayına karışmak üzere evden çıkmıştı.
Birden acıyla tokayı avuçlarının içinde öylesine sıktı ki, etine battı. Düğün günü kana bulan-mıştı. Damat da gelin de yerde yatıyordu. Silahlı insanlar oradan oraya koşuyordu. Pervin ellerin-deki kana anlam veremiyordu. Ellerinin arasında kız kardeşine ait kanlı bir duvak duruyordu. Barut ve kan kokusundan kaçarken yere düşmüştü Pervin. Ayağa kalkıp koşarken bir ara geriye baktığında, yerde kırılmış duran tokasını ve genç kızlık düşlerini görmüştü.
O günden sonra hiçbir düğüne gitmemişti Pervin. Kendisi evlenirken de düğün istemedi. Ölüm korkusuyla köylerinden ayrılırken mezarlığı ziyaret etmişti. Duvaklı mezar taşının başına oturup saatlerce ağladı. Kardeşiyle dertleşti, onu bırakıp gitmek zorunda kaldığı için af diledi. Ve dua etti.
Pervin elindeki sıcaklık hissiyle kendine geldi. Tarak uçlarının battığı avuç içi kanıyordu. Ama sanki hiçbir acı hissetmiyordu. Kalkıp bir bezle elini sardı. Sonra tokayı hırkasının cebine koydu ve işine koyuldu.
Çocukları ve kocası uyandığında çamaşırları ütülemiş, kahvaltıyı hazırlamıştı. Onlar kahvaltıya oturduğunda eşarbını bağlayıp çıkmak üzere hazırlanıyordu. Kocası Cemalettin sakallı, sert mizaçlı bir adamdı. Pervin’in pazara çıkmasına karşıydı ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bir özür gibi, “belki ben de inşaatlara bir bakarım” dedi. Pervin endişeli bir şekilde “Polis yakalarsa kötü olur. Sen çocuklarla kal. Çalışma izni alana kadar böylesi daha iyi.” Cemalettin çaresizlik içinde yumruklarını sıktı. Kaç yıldır kaçak yaşıyorlardı. Sanki bir vadiye sıkışıp kalmıştı. Ne ileri gidebiliyordu, ne de geri. Bir erkek için bu ne acıydı. Ailesine bakmak için hiçbir şey yapa-mıyor, baba rolünü oynayamıyordu. Köyün-de olsaydı ava çıkardı. Ne yaman avcıydı tüm köyler bilirdi. Dağları avucunun içi gibi bilirdi. Hangi hayvan hangi delikte yaşar kolayca bulurdu. Şimdi kendisi avlanacak çaresiz bir hayvan gibi bu odada yaşıyordu. Beklemek, hiç bu kadar zor gelmemişti ona. Bir gün dönmek ve yeniden bahçesini ekmek istiyordu.
* * *
Pervin pazar yerine vardığında arkadaşlarının da hemen hemen sergilerini açtığını gördü. Hepsine selam verip bir köşeye sergisini açmaya başladı. Kadınlar hararetli bir şekilde sınırdışı edilenlerden söz ediyorlardı. Ne yapmalı diye birbirlerine soruyorlardı. Pervin bu konuşmalara katılmak istemiyordu. Kendisine sorulan sorulara kısa cevaplar verdi. Eli ara sıra hırkasının cebine giriyor ve tokasını kontrol ediyordu. Acılar unutulmuyordu. Pervin yüreğiyle mücadele ediyordu. Yüreği uzaklaşıp gitmek ve yalnız kalmak istiyordu. Aklı ise ona çocuklarını, kocasını hatırlatıyordu. Kendini işe vermeye çalıştı. Duyulur bir sesle ve yarım bir Türkçe ile önünden geçen insanlara sergisini gösteriyordu.
Pazar kalabalıklaştıkça sesini daha da yükseltti. Öğleyin arkadaşlarının ikram ettiği ekmek arası peynir ve suyla karnını doyurdu. Akşam olmak üzereyken elindekileri bitirmişti. Pazar alışve-rişine çıkan kadınlar, giysileri bu kadar ucuza bulunca almadan gitmiyordu. Pervin sergiyi topladığında elindeki parayı saymaya başladı. On beş milyon vardı. Çocuklarının ihtiyacı geldi aklına bir bir, sonra yiyecek bir şeyler. Nasıl yetiştireceğini bilmiyordu ama biraz daha oyalanırsa pazarcılar artanları daha ucuza verebilirlerdi. Bu düşüncelerle pazarın içinde dolaşmaya başladı. Yiyecek satılan yerlerden uzaklaşıp çorap, çamaşır, toka satan tezgahların önüne geldi. Küçük kızına bir çorap aldı, oğluna da bir fanila. Neden sonra gözü tokalara ilişti. Bir an cebindeki tokayı hatırladı. Tokaları teker teker incelemeye başladı. Elindekine benzeyen yoktu. Sonra başka bir tezgaha geçti, oradakileri de inceledi. Yoktu, kendisinin tokasına benzeyen yoktu. O sırada gözü pazarın bitiminde hatta dışında denilebilecek bir yerdeki mavi el arabasına ilişti. Arabada lastik, süzgeç, conta, iğne, iplik ve tokalar vardı. Pervin tokaları karıştırırken eline bir toka geldi. Yitik bir dostu bulmuş gibiydi. Eşi olmayan bu toka, cebindekine benziyordu. Yalnız rengi daha koyuydu. Pervin satıcı adama parayı verirken çocuk gibi gülüyordu. Genç kızlığını, annesini, kardeşlerini bulmuştu sanki. Tokayı diğerinin yanına yerleştirerek yiyecek almaya yöneldi.
Tahmin ettiği gibi pazarcılar bir an önce toparlanmak için kasaların dibindekileri yok pahasına veriyordu. Bir sürü yiyecek alabilmişti. Muz tezgahının önüne geldiğinde fiyatını sordu. Ardından cebinde kalan parayı düşündü ve bir hafta idare etmeleri gerektiğini hatırlayarak vazgeçti. O sırada satıcı yorgun bir sesle;
“-Abla al hepsini, çocuklarını sevindir” dedi. Pervin tezgahta duran beş muza baktı. Neredeyse çürüyeceklerdi. Bir an oğlu gözünün önüne geldi muzları poşetine koyarken “Allah razı olsun” dedi. Oradan ayrılırken kendi kendine, bir dahaki pazar satıcıya para vermeye ve biraz da muz almaya söz verdi. Ayrılırken, balıkçıların ateş yakıp kalan balıkları yemeye hazırlandığını gördü. Sonra yaşlı kadının ekmek tezgahını topladığını ve kamyonların koca farlarını yakarak pazar yerini terk ettiğini. Eve giderken ara sıra duruyor, dinlenme sırasında elini cebine götürüp tokalarını okşuyordu.
MAVİ YASTIK
Evdeki tek ses, masanın üzerindeki saatin sesiydi. Hafize oturduğu divanda tik taklara uyumlu olarak ileri geri sallanıyordu. Bu hali kocası Abdurrahman’ı endişelendiriyordu. Son iki haftadır Hafize az yiyor, az konuşuyor ve az uyuyordu. Abdurrahman karısını odada yalnız bırakarak mutfağa gitti. Yiyecek bir şeyler hazırlamaya çalıştı.
Hafize kendi dışındaki dünyadan habersizdi. Baktığı yeri görmüyordu sanki. Gözleri bazen küçük bir bebeğin boşluğa baktığı gibi bakıyor, görünmeyen birine gülümsüyordu. Bazen de karşısında onu çok korkutan bir varlık görmüş-çesine irkiliyor, elleriyle yüzünü kapatıyordu.
Abdurrahman’ın ona getirdiği yemeği fark etmedi bile. Adam ona acıyarak baktı. Karşısına oturdu. Dağınık saçlarına, gözlerine baktı. Onun bu halinden dolayı kendisini sorumlu tutuyordu. Hafize’nin kendisinden çok uzaklarda olduğunu anladı. Biraz bekledikten sonra divanın üzerine koyduğu tepsideki çorbadan bir kaşık alarak Hafize’ye uzattı. Hafize, uysal bir çocuk edasıyla kendisine sunulan çorbayı kabul etti.
Abdurrahman onu izlerken bir an geçmişe gitti. O gün yanında olmalıydım, doğumda bulun-malıydım diye düşündü. Onu yeterince koruya-mamıştı. Geçmişine lanet ediyordu. Onu hem ailesinden, hem ülkesinden koparıp getirmişti. Tam da Hafize’nin doğum sancısı tuttuğunda alıp götürmüşlerdi Abdurrahman’ı. Onu arkasından ağlarken bırakmıştı. Sonrasını Hafize hiç anlat-mamıştı. İki gün sonra geri döndüğünde Hafize kendinde değildi. Doğum yapmıştı ama bebeği görememişti. Doktorlar çok uğraşmıştı ama Hafize neler olduğunu anlatmamıştı. Abdur-rahman kendisine yönelik tehditlerin sıklaştığı bir dönemde karısını alarak İran’dan kaçmıştı.
Adam düşüncelerinden Hafize’nin sesiyle sıyrıldı. Hafize kendi kendisine konuşuyordu:
“-Ben gitmeliyim. Hava kararmadan sular yükselmeden gitmeliyim.” Abdurrahman onun neden söz ettiğini anlayamadı. Yapabildiği tek şey saçlarını okşayıp merhamet dolu bir sesle:
“-Yarın beraber gideriz” demek oldu.
Abdurrahman ne yapacağını bilemiyordu. Hafize gün geçtikçe içine kapanıyordu. Önceleri en azından onunla konuşuyordu. Artık ara sıra yalnızca kendi kendisine konuşuyordu.
Bir iki gün sonra Abdurrahman Mülteci ofisine gitmek üzere evden ayrıldı. Ofis kentin diğer tarafındaydı. Hafize’ye göz kulak olması için bir arkadaşları eve gelecekti. Hafize kocası gittikten sonra pencerenin önünde oturmaya başladı. Dışarıda güneşli bir gün vardı. Mahallenin çocukları erkenden sokağa çıkmış oynuyordu. Bir süre sonra kapı vuruldu. Gelen Kerime idi. Kerime onunla konuşmaya çalıştı. Hafize pek oralı olmadı. Kerime de mutfağa geçti. Hafize yeniden pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu.
Çocuklar top oynuyordu. Üç yaşlarında kıvırcık siyah saçlı bir kız çocuğu köşede diğerlerini izliyordu. Kucağında oyuncak bir bebek vardı. Bir ara top kızın önüne geldi. Topu almak için eğildiğinde diğer çocuklardan biri hızla gelip topu onun önünden kaptı. Küçük kızın yüzündeki hayal kırıklığı Hafize’ye yansıdı. Bu arada içerden bir su sesi geldi. Su sesi artan bir şiddette kulaklarına ulaştı. Fırtınalı bir gün oldu. Sel oldu. Kabaran yatağından taşan bir ırmak oldu. Hafize pencereden bakarken o güne geri döndü. Kapıyı kırarcasına tekmeleyerek açan polisler, kocasının onların arasında iteklenir-cesine götürülüşü. Hafize gerçekle düş arasın-daydı. Bir sancı hissetti. Belinden gelen bu sancıyı tanıyordu. Hafize gittikçe oturduğu yerden koptuğunu hissetti. Sanki doğum sancısı sıklaştı. Terden saçları yapıştı. Ağrının etkisi ile gözlerinden yaşlar boşandı.
Hafize “gitmem gerek” diye haykırdı. Divanın üzerindeki küçük mavi yastığı eline aldı. Otur-duğu yerden kapıya yöneldi. Rüya içinde yürüyor gibiydi. Sokağa çıktı. Gözleri boşlukta ilerli-yordu. Arkasından kendisine seslenen Kerime’yi duymuyordu. O gecedeydi şimdi. Ara sıra kucağında taşıdığı yastıkla konuşuyordu:
“-Korkma bebeğim sakın korkma seni çok güvenli bir yere saklayacağım. Kimse seni bulamayacak.”
Kerime çaresizlik içinde onu izliyordu.
Hafize boş bir arsaya geldi. Ne yapacağını bilmeden sağa sola koştu. Bir ara yastığı göğsüne bastırdı. Sonra olduğu yere çöktü. “Sular yükseliyor, ırmak bebeğimi almadan onu bulmalıyım” diye ağlamaya başladı. Kerime ona yaklaşıp elini omzuna koydu.
Hafize durmadan tekrarlıyordu; “Duyuyor mu-sun sular yükseliyor. Bebeğim işte şu ağacın altında. Az sonra sular alır götürür onu.” Uzakta bir yerleri işaret ediyordu. Hafize birden ayağa kalkarak koşmaya başladı. “Onu kurtarmam gerek. Ayağı bir taşa takılıp düşene kadar koştu. Dizi kanıyordu. Kanı görünce ağlamaya başladı. “Bebeğim öldü. Onu kurtaramadım” diye haykırdı.
Hafize olduğu yerde uzun süre kaldı. Kerime onun yanına oturmuş onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra Kerime Hafize’nin koluna girerek onu ayağa kaldırdı. İki kadın geride bir mavi yastık bırakarak yürümeye başladı.
YANGIN
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Şehrin bu doğu tarafında evlerin ışıkları erkenden sönerdi. Uykudaki binalardan göğe yükselen dumanlar yaşlı bir adamın sigarasından çıkar gibiydi. Kesik kesik ve öksürür gibi.
Sokağın sonunda bulunan bahçe içindeki tek katlı evden belli belirsiz bir ışık sızıyordu. Evin sokak kapısının açıldığı uzun ve nemli bir koridorla ayrılmış iki odası vardı. Odanın birinde Bedri tek başına kalıyor, diğerinde ise Emir, eşi Reyyan ve üç yaşındaki oğlu Melih ile kalıyordu. Reyyan henüz uyumamıştı. Oğlunu izliyordu. Yere dörde katlayarak serdiği battaniyenin üzerinde üşümüş olabileceğini düşündü. Yattığı kanepeden kalkarak oğlunun yanına diz çöktü. Elektrik sobası yeterince ısıtmıyordu. Çocuğu alarak kanepeye yatırdı. Kendisi de battaniyenin üzerine oturdu. Elektrik sobasının kırmızı çubuklarını izlemeye koyuldu. Küçüklüğünde kış geceleri yanan sobanın çıkardığı sesleri dinlerdi. Şimdi ise burada soba yakmaları imkansızdı. Odun, kömür alacak paraları yoktu. Emir ile Bedri kaçak elektrik kullanmanın en iyi yol olacağını düşünüyorlardı. Reyyan onlara katıl-masa da oğlu için sesini çıkaramıyordu. Melih bir ara yattığı yerde kıpırdandı, yönünü değiş-tirdi. Annesi çocuğun tuvaletinin geldiğini düşü-nerek onu yavaşça kucağına aldı. Üzerine hırkasını örttü. Odanın kapısını açmasıyla içeriye rüzgarın girmesi bir oldu. Koridor çok soğuktu. Reyyan sol taraftaki tuvaletin lambasını yaktıktan sonra oğlunu kucağında tutarak içeri girdi.
Dışarıdaki soğuğun ne denli keskin olduğunu düşündü Melih’i tekrar kanepeye, babasının yanına yatırırken.
Kendisi ise yere oturdu yeniden. Sıcak günlerin hayalini kurdu. İçini ısıtacak olan güneşi düşündü. Baharı nasıl da özlemişti. Melih’in elinden tutup koşmayı. Sonra onunla birlikte parkta sallanmayı. Kim ne derse desin, o da bir çocuktu.
Reyyan battaniyenin üzerine uzandı. Kırmızı çubuklar ışıldıyordu. Gözleri yavaş yavaş kapandı.
* * *
Sabaha karşı itfaiye arabasının geceyi yırtan sesi ile sokakta bir koşuşturma başladı. Bahçe içindeki evi işaret ediyorlardı. Pencerelerinden bakan meraklı kadınlar birbirine sesleniyordu:
“-Ay nasıl çıkmış bu yangın?”
“-Ahmet Bey sabah namazı için kalktığında fark etmiş evden yükselen alevleri.”
“-Kaçak elektrik mi kullanıyorlarmış?”
“-Kısa devre mi olmuş?”
Diğeri :
“-Çocuğa bir şey olmuş mu?”
Reyyan bir sarsıntı ile uyandı. Neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Vücudunda dayanılmaz bir sızı vardı. Bu beyaz önlüklü insanlar kimdi? Melih neredeydi, ya Emir? Sahi neden buradaydı? En son gözünün önüne, elektrik sobasındaki kırmızı çubuklar geldi. Evet evet yerde uyuyordu. Şimdi de rüya görüyor olmalıydı.
Ambulanstaki beyaz önlüklü adamın bir şeyler söylediğini duydu. Türkçe’yi tam olarak anlayamıyordu ama “yanık, birinci derece, ölen yok” sözlerini seçebildi güçlükle. Yeniden daldı.
Ertesi gün hastanede uyandığında yanında oğlu ve kocasını buldu. Kocası ona olan biteni anlattı. Bir süre tedavi olacaktı. Vaktinde uyanıp onları birer birer çıkaran Bedri olmuştu. Kendisi de yiyecek bir şeyler bulmaya gitmişti. Reyyan elini uzatmak istedi. Ellerinin, sonra kollarının sargılar içinde olduğunu gördü. Kefenlenmiş gibiydi.
Kocası temyiz başvurularının kabul edildiğini söylediğinde Reyyan gerçekten yaşayıp yaşama-dığını sorguluyordu. Her şeyin bittiği yerde miydi? Temyiz, üçüncü ülkeye kabul, geri dönüş, idam. Kelimeler anlamını yitiriyordu. Uyumak, sadece uyumak istiyordu.
YAŞAMAK İÇİN
Nergis hastanenin bahçesindeki banka oturdu. Elinde tuttuğu zarfı yanına bıraktı. Bir süre hastanenin bahçesindeki insanları izledi. Onların çok ötesinde bir yere bakar gibiydi. Taşkent’te geçirdiği ameliyatı hatırlıyordu. Doktor ona kan-serli hücreyi tamamen temizlediğini söylemişti. Oysa şimdi yanında duran şu zarf tersini söylü-yordu.
Nergis bir yaprak misali savrulan hayatını düşündü. Üniversitede öğretim görevlisi olmak için harcadığı çabayı, sonra vatan haini ilan edilişini, kaçışlarını. Kocası Kerim’i, çocuklarını ve torununu. Onlara bunu nasıl söylemesi gerek-tiğini bilmiyordu. Onsuz ne yaparlardı?
Nergis önünden geçen anne ve çocuğa baktı. Çocuğun soluk benzi, yoksul giysileri ve yüzünde kağıt bir maske vardı. Onun için dua etti. Sonra ayağa kalktı. Eve doğru yürüdü.
Evdekiler onu merak içinde bekliyordu. İnat edip kimseyi yanında götürmemesine kızmışlardı. Kadın, kucağına atılan torununun saçlarını okşarken sakin bir ifadeyle doktorun söyledik-lerini söyledi. Sonra ekledi:
“-Doktor Kayseri’deki üniversite hastanesine gitmemiz gerektiğini söyledi.”
Kerim bu haberi bekliyordu. Kızı Nahide, anne-sinin yanına oturup omzuna yaslandı. Oğlu odadan çıktı. Damadı başını iki yana salladı. Eve bir hüzün dalga dalga yayıldı. Nergis tüm gücünü toplayarak;
“-Hadi bakalım ağlamanın sırası değil. Yarın sabahtan emniyete gidip bizi Kayseri’ye gönder-melerini isteyeceğiz. Sonrasını orada düşünü-rüz.” dedi. Sonra torununu annesine verip mut-fağa geçti.
Yemek pişirirken ertesi gün yapacaklarını zihninde toparlamaya çalışıyordu. Şayet emni-yetten izin alamazsa Ankara’yı arayacaktı. Sonra bir iki insan hakları örgütüne başvu-racaktı. Kayseri’de kalabilecekleri yer konusunda da bir şeyler yapmalı diye düşündü.
Ertesi gün Nergis kocası Kerim ile birlikte emniyete gitti. Görevliler tanıyordu kendilerini. Onları dinledikten ve raporu inceledikten sonra bir iki yere telefon ettiler. Onları bir süre koridordaki tahta sıralarda beklettiler. Sonra amirlerden biri ikametinin orada kalması şartı ile tedavi oluncaya kadar Kayseri’ye gidebi-leceklerini bildirdi. Orada da emniyete başvur-malarını da tembihledi.
O akşam yola çıkmak için hazırlandılar. Evde zaten çok az eşya bulunduğundan toparlanmak onlar için zor olmadı. Yalnız Nergis, oğlu Süleyman’ı ortalıkta göremedi. Çocuk geç vakit geldi. Annesinin “nerede kaldın?” sorusunun yanıtsız bıraktı. Kadın ısrar etti:
“-Seni merak ettim.”
Süleyman:
“-Merak edilecek bir şey yok” diye kestirip attı, sonra yan odaya geçti.
Nergis onun için kaygılıydı. Tartıştıkları bir gün Süleyman ona suçlayıcı bir şekilde:
“-Sizin yüzünüzden buralara geldik. Bize hiç sordunuz mu ‘gitmek istiyor musunuz’ diye?”
Kadın ilk defa o gün, yüzünde hayali bir tokadın patladığını hissetti. Suçluluk duygusu ile savunma iç güdüsü arasında gitti geldi. Ona verdiği karşılık;
“-Ama biz sizin için buralara geldik” oldu. Oğlu bu cevaba dudak büktü.
O günden sonra Nergis, tuhaf bir şekilde kendini suçlamaya başladı. Ailesini de beraberinde sürüklediği bu yolculuktan onları sağ salim kurtarmak için her kapıyı çaldı. Yüzüne kapa-nanlar, güler yüzle buyur edildikleri. Hayatının tek gayesi oldu bir başka ülkede sıfırdan başlayabilmek.
* * *
Kayseri’de bu kez bir dost eli uzandı Nergis ve ailesine. Onları bağrına basan bir dernek, evlerine eşya ve gıda getirip bıraktı. Nergis burada daha mutlu olacaklarına dair umutlar besledi içinde. Ailecek yeniden başlamanın heyecanını yaşayacaklardı. Lakin herkesin yüzündeki endişeyi görmezden gelemiyordu. Ona kırılacak bir vazo gibi davranan kocası, her an üstüne titreyen kızının endişeleri onu de esir alıyordu.
Doktorlarla görüştükten sonra Nergis’e bir ameliyat tarihi verildi. Kadın tüm hazırlıklarını bu güne göre yaptı. Sabah erken vakitte tüm aile hastaneye gittiler. Nergis elinde tuttuğu küçük çantayı yere bıraktı. Durgundu. Aklında bin bir düşünce vardı. Gerisinde bıraktığı hayat ona veda eder gibiydi. Önce küçük torununu kucağına aldı doyasıya öptü. Sonra bir vedalar zinciri, kızı, oğlu, kocası, damadı...
Nergis, hastabakıcının gösterdiği tekerlekli sandalyeye oturdu. Birbirine kenetlenmiş gibi duran ailesine gülümsedi. Sonra kapının ardında kayboldu. Saatler sürdü ameliyat. Dışarıda herkes tedirgindi. En çok da Süleyman. Boğazını sıkan bir el vardı sanki. Yerinde duramıyor kâh bahçeye çıkıyor, kâh koridorlarda dolaşıyordu. Annesine haksızlık yaptığını düşünüyordu. “Ah bir çıksın, ona en güzel çiçekleri hediye edeceğim” diyordu. Yarım gün boyunca bekle-diler. Bir süre sonra içeriden biri çıktı. Görevli doğruca Kerim’e yöneldi. Alçak sesle bir şeyler söyledi. Kerim’in yüz ifadesi değişti. Elini çene-sine götürdü. Başını öne eğdi. Onun bu halini gören Nahide babasının yanına koştu.
“-Ne olmuş baba?” diye sordu. Kerim onu epey sonra duymuş gibiydi;
“-Durumu kritikmiş. Yoğun bakıma alıyorlar.”
Bu yanıt karşısında bir şey diyemedi Nahide. Ya annesine bir şey olursa ne yaparlardı? Çaresizlik içinde ağlamaya başladı.
Üç gün sonra Nergis yoğun bakımdan çıktı. Gözlerini açtığında karşısında tüm ailesini gördü. Oğlu Süleyman elinde koca bir demet kır papatyası tutuyordu. Herkes gülümsüyordu. Söze ilk başlayan Kerim oldu:
“-Aramıza hoş geldin. Seninle daha çok yolculuklara çıkacağız.”
Nergis ona tebessüm etti. Ölüm ve hayat. Zihni bulanıktı ama yaşıyordu ve bu henüz görevinin bitmediği anlamına geliyordu. İçinden şükretti. Sonra gülümseyerek gözlerini yumdu.
DÖNÜŞ
Yüzünde patlayan tokatla sarsıldı. Yanağı alev alev yanıyordu. Ne olduğunu anlayamadan bir ikincisi geldi. Şaşkındı Fatıma. Zihnini topla-makta güçlük çekiyordu. Üçüncü yumrukla birlikte yere düştü. Burnundan kan damlıyordu. Canı yanıyordu. Az sonra sol böğründe bir sızı hissetti. Bu kez tekmeler ardı ardına böğrüne inmeye başlamıştı. Olduğu yere büzüldü. Koca-sını tanıyamıyordu Fatıma. Ona ne olmuştu da böyle canavar kesilmişti? Acı içinde kıvra-nıyordu.
Behzat çocukların araya girmesi ile geri çekildi. Odadan çıktı. Öfkesi hala geçmemişti ama evden çıkıp gitti. Kendisini tanıyamıyordu. Fatıma’ya on yıldır el kaldırmamıştı. Şimdi ne oluyordu? Fatıma da son zamanlarda üzerine çok geliyordu. Sürekli onu suçluyordu. Ailesini özlemişti, bunu anlıyordu. Lakin yapabileceği bir şey yoktu. İçkiye ihtiyacı var diye düşündü Behzat ve şehrin arka sokaklarındaki ucuz meyhanelerden birinin yolunu tuttu.
Fatıma’yı iki oğlu kolundan tutup kaldırdı. Kanepeye yatırıp yüzündeki kanı sildiler. Dokuz yaşındaki Seyit söyleniyordu:
“-Bir daha sana elini kaldırsın, karşısında beni bulur.”
Yedi yaşındaki Muhammed ise sessiz sessiz ağlıyordu. Annesini bu halde görmeye dayanamıyordu.
Çektiği keder Fatıma’nın yüzüne yansımıştı. Henüz otuz sekiz yaşındaydı ve saçlarında aklar vardı. Pişmanlık içindeydi. İran’ı terk etmekle hata ettiğini düşünüyordu. Behzat’ı tanıyamı-yordu artık. Bulduğu işlerde uzun süreli çalış-mıyordu. İçki içmeye de başlamıştı. Fatıma bir süredir Behzat’tan ayrı yaşamayı düşünü-yordu. Ama bunu yapmak için gücü yoktu.
Fatıma üzerlerindeki kara bulutu düşündü. Yakalarını bırakmayan bir lanet olmalı bu. Utanıyordu. Çocuklarının yanında küçük düşmüştü. Kırılmıştı. Derin bir uykuya dalmak istiyordu. Bir daha uyanmamak üzere uyumaktı dileği.
Çocuklar annelerinin üzerine bir battaniye getirip örttü. Sonra bir süre ikisi de karşı kanepeye oturup bekledi. Fatıma eliyle işaret edip yanına çağırdı. Seyit koşarak geldi.
Kadın; “Artık yatın olur mu?” dedi zorla. Seyit annesinin elini tuttu. Sonra “Tamam anne, sen üzülme” dedi. Çocuklar bitişik odaya geçti. Fatıma uykuya daldı.
Behzat gece saat ikide geldi. Sarhoştu. Fatıma’ya bakıp bir küfür savurdu. Kadın gözlerini açtı. Sonra tekrar yumdu. Behzat karşı kanepeye geçip oturdu. Kendi kendine konuşmaya başladı. Fatıma kıpırdamadan yatıyordu. Uyanmak, onunla yeniden çatışmak demekti. Bunu göze alamazdı.
Behzat bir süre sonra olduğu yere uzandı. İçkinin etkisi ile uyuyakaldı. Fatıma kalkıp üzerine bir şey örteyim diye düşündü. İçindeki öfkeli yan “hayır” diyordu. “O buna layık değil”. Fatıma ilk kez bu sesi dinledi.
Sabah uyandığında vücudunun her yeri ağrıyordu. Behzat’a baktı bir süre. Sonra kalkıp çocukları uyandırdı. Onları okula hazırladı. Sonra da evi toparlamaya başladı. Bir süre sonra Behzat uyandı. Konuşmuyordu. Fatıma da onunla karşılaşmamaya çalışıyordu.
Behzat bir sigara içti, sonra çıktı. Fatıma bitkin bir şekilde kanepeye oturdu. Artık her şeyin farklı olacağını seziyordu. “Bir karar vermem gerek” diye düşündü. Şimdilik arkadaşının evine sığınabilirdi. Sonra da ailesinin yanına dönebilirdi.
Çocuklar gelene kadar evin içinde dolanıp durdu. Sonra çocuklar ve kendisi için bir çanta hazırladı. Kararını vermişti. Okuldan gelince çocukları alıp evden ayrılacaktı. Tedirgindi. Behzat’ın her an gelmesinden korkuyordu. Öğleyin kapı vuruldu. Gelen çocuklardı.
Muhammed kapıdan girer girmez annesinin boynuna atıldı. Fatıma onlara yiyecek bir şeyler hazırladı. Onlar yemeklerini yerken, Fatıma konuşmaya başladı:
“-Çocuklar ben geri dönmeye karar verdim. Birlikte buradan ayrılalım.”
Seyit peki anlamında başını sallarken Muham-med:
“-Babam ne olacak? O da bizimle gelecek mi?” diye sordu.
Fatıma bu soruyu beklemiyordu. Çaresiz;
“-Hayır, onsuz gideceğiz.”
Muhammed uysal bir edayla başını öne eğdi. Dün olanlar gözünün önüne geldi. Tam bir şeyler diyecekken vazgeçti. Sofradan kalktı.
Yemekten sonra üçü birlikte evden ayrıldı. Geride yalnızca Behzat’a yazdıkları not kaldı. Ankara’nın insan seline karışırlarken Fatıma’yı bir korku sardı. Bindikleri dolmuş onları Ulus’ta indirdi. Yeniden bir dolmuşa binerek Halime ile Mansur’un oturduğu eve ulaştılar.
Fatıma bütün gün boyunca çok az konuştu. İçinde bir şeyler kırılmıştı. Behzat’ı düşünü-yordu. Geçirdikleri onca zorluğu, paylaştıklarını silip atamıyordu. Şimdi ne yapıyordu? Yine de durumunu düzeltmezse ona dönmemeye kararlıydı.
Üç gün sonra Behzat geldi. Mahcuptu. Muham-med babasını görünce koşup sarıldı. Seyit ise tek kelime konuşmadı. Fatıma kanepenin köşesine sindi. İşte Behzat karşısında idi. Mansur ile Halime’nin önünde onlara yalvarıyor, af dili-yordu. Fatıma onun sesinin titrediğini fark etti. Ne yapmalıydı? Kalmalı mı yoksa onunla gitmeli mi? Ya yeniden içki içip onu döverse? Bunu göze alamazdı. Behzat yeminler ediyordu. Bir daha içki içmeyeceğine ve asla el kaldır-mayacağına.
Fatıma odadan çıktı. Bir süre yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Behzat’ı bu şekilde bırakırsa onun gittikçe bir batağa saplanmasından korkuyordu. Onca hatırayı silip atamıyordu. Öte yandan nasıl bu kadar kolay af edebildiğine şaşırıyordu. Fatıma diğerlerinin yanına geri döndü. Kırgın da olsa, yaralı da olsa evine dönmeye karar verdiğini açıkladı. Akşam çökerken dördü birlikte yola çıktı.
KARAR
Gece yarısı kan ter içinde uyandı. Aralık duran perdeden sızmaya çalışan sokak lambasının ışığı, odayı belli belirsiz aydınlatıyordu. Bugün yine görüşememişti. Uzaklardan bir telefondu boş yere beklediği. Tam bir ay olmuştu o gideli. Soramamıştı nasılsın diye? Anlatamamıştı yaşadıklarını. Her gün takip edildiğini gizlemişti.
Yavaşça yatağın içinde doğruldu. Dağılan saçlarını eliyle topladı. Ensesi ter içindeydi. Dizlerini karnına doğru çekip başını dayadı. Gözlerini yumduğu anda kâbus görmeye başlıyordu. Tedirgin bir şekilde yataktan indi.
Odanın kapısını açarak koridora çıktı. Karşısında duran sokak kapısını kontrol edip çocukların odasına doğru gitti. Çocuklar yine üzerlerindeki yorganları ayak ucuyla itekle-mişlerdi. Anne şefkatiyle üzerlerine eğildi, yorganlarını düzeltti. Gözü halının üzerinde duran oyuncak silaha takıldı. Başını iki yana salladı. Oğullarının silahla oynamalarından nefret ediyordu. Oyuncağı alıp köşede duran sepete kaldırdı. Odadan çıkıp mutfağa geçti. O sırada kaynanasının sesini duydu:
“-Sen misin Feride?” diyordu.
“-Evet anne benim!” diye karşılık verdi.
Kadıncağız günlerdir yanlarında duruyordu. Yaşlı bir kadın onları ne kadar koruyabilirdi ki? Bir an önce bir şeyler yapmalıydı. Ama ne?
Mutfak masasına oturup önünde duran bardağa bakmaya başladı boş gözlerle. Tam o sırada sokak kapısı çaldı. Kalp atışları hızlandı. İşte yine gelmişlerdi. Gecenin bu vaktinde ne istiyorlardı onlardan?
Kaynanası sesi duyup yanına geldi.
“-Korkma kızım bize bir şey yapamazlar, onlar oğlumu arıyor.”
“-Şimdi ne yapacağız anne?”
Kapı daha hızlı vurulmaya başladı. Arkasından boğuk kalın bir erkek sesi:
“-Kapıyı açın arama yapacağız.” diyordu.
Feride başına bir örtü aldı. Yaşlı kadın kapıyı usulca açtı. Karşısında üç adam duruyordu. Üniformalı adamlardan sakallı olan;
“-Kusura bakma anne, bu saatte rahatsız ettik” dedi pişkin bir ifade ile. Diğer ikisi odaları aramaya başladılar.
Feride adamın kendisini süzdüğünü hissetti. Başını öne eğdi. Kendisini hiç bu kadar kapana kısılmış hissetmemişti. Kocası gittiğinden beri evlerini gözetleyen, kendilerini takip eden bu adamlardan bıkmıştı artık. Şu anda dünyanın her hangi bir yerine kaçmayı diliyordu.
Adamlar “Anne oğlunu bulmamız lazım. Yerini biliyorsan bize söyle!” diye ısrar ediyorlardı. Yaşlı kadın;
“-Ah oğul, ben bilsem burada durur muyum? Koşar giderim yanına” diyordu.
İri yarı sakallı olan bu kez Feride’nin yanına geldi. Tam karşısında durdu. Feride gözlerini yerden ayırmıyordu. Yumruklarını sıkıyor, içinden bin bir beddua ediyordu. Adam ona o kadar yaklaşmıştı ki, konuştuğunda Feride soluğunu hissedebiliyordu.
“-Kocan elimizden bir yere kaçamaz.” diye gürledi. Sonra ona doğru eğilip;
“-İstersen onu unutabiliriz ama bu sana bağlı” dedi. Feride karşısında duranın bir insan olama-yacağını düşünüyordu. Daha çok salyası akan bir vahşi hayvan olmalıydı. Bu duygular içinde titremeye başlamışken diğerlerinden biri gelip;
“-Efendim evde bir şey yok.” diyerek yanı başındaki bu devi çekip aldı.
Sakallı adam;
“-Ana kusura bakma, görev işte” diyerek kapıya yöneldi.
Onlar kapıyı çekip gitmiş, yaşlı kadın kapıyı kilitlemiş ama Feride yerinden kıpırdamamıştı.
Feride yaşlı kadının sesiyle kendine geldiğinde üşüdüğünü hissetti. Köşede duran koltuğa yığılırcasına oturdu. “Gitmeliyim buradan biran önce, gitmeliyim” diye kendi kendisine tekrar ediyordu. Yaşlı kadın kararlı bir sesle:
“-Kızım bir an önce buradan gidin. Korkarım ki sana bir kötülük yaparlar.”
İki kadın ne yapmaları gerektiğini konuşmaya başladılar. Son çare olarak kaçmak kalıyordu geriye. Bunu tek başına başarmak zordu. Bu nedenle Feride ağabeyine telefon ederek onu eve çağırdı. Hasan eve bir saat sonra gelebildi. Genç adam şaşkınlıkla olup biteni sordu. Feride ona kısaca her şeyi anlattı.
Hasan; “Araba garajda mı?” diye sordu. Ardından da çocuklarla ablasının bodrum kattan gizlice garaja inip arabaya binmelerini söyledi. Feride, ne olduğunu anlamayan uykulu çocukları hazır-ladı hızla. Yanlarına ihtiyaç duyabilecekleri birkaç parça giysi aldı. Çantasında duran pasaportlarını kontrol etti. Bu arada çalan telefon zili ile her biri olduğu yerde kalakaldı. Hasan temkinli bir şekilde telefonu açtı. Bir iki saniye sonra yüzü aydınlandı. Arayan eniştesi idi.
Telefonu Feride aldığında ağlamaklı bir sesle:
“-Biz senin yanına gelmek istiyoruz. Burada kalırsam öleceğim” dedi. Kocası telefonun diğer ucunda onu sakinleştirmek için beyhude uğraştı. Sonunda sınırda buluşmaya karar verdiler.
Üç katlı evin bodrumuna inen merdivenler oldukça dardı. Hasan ve çocuklar önden indiler. Feride kaynanasına yaşlı gözlerle sarıldı. Yaşlı kadın ak saçları kadar çok acı görmüştü. Her veda bir yaraydı onda. Lakin yine de dimdik ayaktaydı bunca sene. Feride’ye sarılırken ona “sabırlı ol” diyordu.
Feride bodrum kapısından aşağı indikten sonra kapı arkasından dualarla kapandı. Çocuklar arabanın arkasına oturmuşlardı bile. Feride de arkaya geçip ön ve arka koltukların arasına çöktü. Çocuklara da yanına inmelerini işaret etti. Hasan üzerlerine bir battaniye örttü. Arka kapıları kilitledi. Ve garajın kapısını açtı. Sonra arabaya binerek garajdan çıktı.
Bahçe kapısına kadar olan mesafe kısa idi. Bahçe kapısından caddeye çıkarken yoldan geçen arabaları kontrol etmek üzere durdu. Bu arada karşı binanın önünde bekleyen arabayı fark etti. Siyah otomobilin önünde bir adam ayakta duruyor, sakallı bir adam direksiyonun başında bekliyor, diğeri ise yanında oturuyordu. Ayaktaki kısa boylu adam sigara içiyordu. Hasan serinkanlı olması gerektiğini hatırlayarak bakış-larını yola verdi. Yolun boş olduğundan emin olduktan sonra arabayı sürdü. Aynalardan arkasına baktığında adamların ablasının evine doğru bakmakta olduklarını gördü. Hızla oradan uzaklaştı. Şehrin dışına doğru geldiklerinde Feride ve çocuklar battaniyenin altından dışarı çıktılar.
Sınıra en yakın şehirden otobüse bindiler. Hasan onları otobüs hareket edene kadar bekledi. Feride çocukları ile birlikte karmaşık duygular içindeydi. Öfkeydi kimi zaman yaşadığı, kimi zaman korkuydu. Hasretti biraz ve biraz da kaygıydı. Yine de umuda doğru yol alıyordu. İnanmak istediği tek gerçeklik buydu. Gitmek ile kalmak arasında yaşanan tercih. Gitmekti yapılması gereken. Yoksa... Kaybolmuş bir hayatı yaşayacaktı bir başına. Sonra umutları karartılacaktı. Ve solacaktı gün be gün.
Zor günler yine de gelecekti. Çaresiz bekleyişler sonra. Yine de “beraberiz ya aslolan bu” diyecekti. Hasreti gömecekti toprağa, öfkeyi de. Bir avuç mutluluğu paylaşacaktı. Bilmediği insanlarla bilmediği bir ülkede iyiliği dereceklerdi. Her şeyi yeniden öğrenecekti. Bunun için hiç pişman olmayacaktı.
KAVUŞMA
Rabia elinde tuttuğu bebek patiklerini okşu-yordu. Oğlu Tahir’in patiklerini. Ne kadar zaman geçmişti üzerinden oğlundan ayrılalı? Bir asır belki. Bugün sesini duymuştu ya telefonda, başka ne isterdi ki?
“-Anne!” demişti, “anneciğim!”
Rabia kanadı kırık kuş misali. Kalbi pırpır ediyor, on yılda ne kadar yaşlandığını düşünüyordu.
Kıyıda dolaşırken ne zaman bir martı görse kanatlarına takılıp uçmak gelirdi içinden. Oğlunun, anne babasının yanına. Gel gör ki zincirliydi ayaklarından. Gitmek de, görmek de yasaktı ona.
Böylesi anlarda ağzında bir acı tat. Pişmanlık türküsü dilinde. Sonra kocasını suçlamalar. “Ben karısını burada bırakmış dedirtemem. Sonra geri nasıl dönerim?” demişti. Ya çocuğunu nasıl bırakırdı insan? Askerlerin çocuğunu elinden aldığı gün kıyametti. Yer ayağının altından kaymıştı. Her yer fırtına boraydı.
Rabia oturduğu kanepeden yavaşça kalktı. Pencerenin önünde durdu. Puslu gökyüzüne, çirkin görünüşlü çatılara baktı. Sonra karşı binada pencerenin önünde annesinin kucağında dışarıyı izleyen bebeği gördü. Kollarının bu sıcaklığa ne kadar hasret kaldığını fark etti.
“-Eşinizin tıbben bir sorunu yok. Bence bir psikiyatra danışın.”
Doktor bunu söylerken neden yüzüne bakma-mıştı. Gözlerindeki acı bu kadar mı derindi?
Rabia psikiyatrın söylediklerini hatırladı, kane-peye yeniden otururken.
“-Bilinçaltında çocuğunuzu kaybetme endişesi taşıyorsunuz. Çocuk sahibi olamayışınızın nedeni bu.”
Rabia onu sessizce dinlemişti. Bir ara başını kaldırıp bakmıştı adamın yüzüne. Hali vakti yerinde olmalıydı. Acı denizine yolunun düşmediği belliydi. Rabia derin gözleriyle ona bakarken yüreği haykırıyordu:
“-Sen bilir misin kapının tekmelerle açılmasını? Silah zoruyla bir gece yarısı sokağa atılmayı? Sonra suçlu gibi, yaralı bir kurt gibi köşe bucak saklanmayı? Kollarının arasından bebeğinin çekilip alınmasını? Sökülmesini yüreğinin tâ kökünden? Devrilmesini bir çınarın? Köklerinin yavaş yavaş kurumasını? Suyun yanında suya hasret kalmayı? Sesleri, sözleri sonra? “Bu da geçer üzülme” Ya da bir kedi yavrusunun mırıltısının, uzaklardan gelen bebek sesine karışmasını? Bilir misin bu boğaz kenti, bu dünyanın incisi dindiremez hiçbir acıyı? Köprüleri, gökdelenleri ne ki? Bir uçak kanatır yaramı.”
Rabia kapının zili ile tüm düşüncelerinden sıyrıldı. Gelen kocası Hasan’dı. Hasan gözlerinde bir parıltıyla ona bakıyordu. Adeta gülerek konuşmaya başladı:
“-Sana akşama kadar söylemeyecektim ama dayanamadım. Sonunda duaların kabul oluyor. Tahir’e pasaport vermişler. Bugün akşam yedi uçağı ile gelecek.”
Rabia olduğu yere çöktü. Zincirler çözüldü. Bir kuş gökyüzüne havalandı.”
Rabia kocasının söylediklerine inanamıyordu. Oğlunu, Tahir’i seneler sonra görecekti demek. Bağrına basıp onu doyasıya öpecekti.
Rabia hiçbir şeyi görmüyordu artık. Bir anne iç güdüsüyle oğluna hazırlayacağı yemekleri düşü-nüyordu. Sahi oğlu ne severdi; pilav, baklava, sarma? Yoo hayır, ne kadar da buralı olmuştu? Kendi yemeklerinden yapmalıydı. Ona havuçlu Doğu Türkistan Pilavı yapacaktı; yanına da patlıcan kızartıp bir de çay demleyecekti ki, oğlu yesin.
“-Ben gidiyorum, seni sonra havaalanına gider-ken alırım, saat yediye hazır ol.”
Rabia kocasının sesiyle kendine geldi. Heyecanla;
“-Tamam ben hazır olurum” dedi.
Kocası gidince doğru mutfağa geçti. Saate baktı öğleyi çoktan geçmişti. Bu sevinci birileriyle paylaşmak istiyor lakin korkuyordu. Ya Tahir uçağı kaçırırsa, ya pasaportuna el koyarlarsa? Boşuna evham yapıyordu. Oğlu gelecekti. Bulaşıkları bir kenara yığıp buzdolabından eti ve havuçları çıkardı. Sonra da dolaptan pilav tenceresini aldı. İşe koyuldu. Rabia bir rüyada gibiydi. Mekanik hareketlerle işini yaparken gözünün önüne Tahir’in yüzünü getirmeye çalışıyordu. Annesinin ona gönderdiği resimde esmer yakışıklı bir delikanlı görülüyordu. Ama yine de o kalabalıkta oğlunu kaybedebilirdi. Ya da oğlu onu tanımayabilirdi. Pilavı ocağa koyar koymaz salona geçti. Kapının tam karşısındaki dolabın çekmecelerinden bir beyaz kağıt çıkardı. Kağıtların yanındaki mavi tükenmez kalemi aldı. Büyük harflerle adını yazdı, altına “ANNEN” yazıp kağıdı kaldırdı. Evet böylece oğlu kendilerini daha kolay bulabilirdi.
Kağıdı unutmamak için ikiye katlayıp çantasına koydu. Yeniden mutfağa döndü. Bir iki saat sonra Rabia salondaki masanın üzerini yemek-lerle donatmıştı. Ortada kırmızı biber salatası, yanında patlıcan kızartması ve tencerede Türkistan Pilavı, oğlunu bekliyordu.
Havaalanına giderken Rabia ömrünün en heyecanlı gününü yaşadığını hissetti. Gelen konuk, onun bir parçasıydı. Daldaki çiçek, denizdeki kumdu. Gelen oğluydu.
Uçağın iniş saati geldiğinde yolcu yakınlarında bir hareketlenme başladı. Rabia ve kocası da ayağa kalktı. Yolcuların girdiği kapıda bir hareketlenme başladı. Rabia heyecanlanmıştı. Elindeki kağıdı havaya kaldırdı. Karşıdaki kıpırdanma içinde bir beyaz kağıt havaya kalktı. Bir güvercin uçtu. Duman dağıldı. Tahir elinde ismi yazılı bir kağıt onlara bakıyordu. Rabia binlerce şükürle koştu oğluna. Yollar birleşti. Irmak denize kavuştu.
UMUDUN TÜRKÜSÜ
Suların çağıltısı gecenin sessizliğini bölüyordu. Nehrin bu en dar yerinde bir pazarlıktır sürüyordu. Kadınlar çocuklarına sımsıkı sarıl-mış, soğuğa karşı onları korumaya çalışıyorlardı. Seyhan, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle bütün ailesini bir arada tutmak için kaçakçılarla pazarlık ediyordu. Karşı kıyıya geçmek için bütün parasını vermişti. Yanında dokuz yaşındaki oğlu Muhammed, arkasında iki aylık bebeğiyle gelini ve erkeklerin olduğu tarafta ise büyük oğlu Ahmet, umutsuz bir bekleyiş içindeydi.
Herkes bir anda gerilerindeki bir kadının sesiyle irkildi;
“-Yeter artık, dayanamıyorum” diyen kadın kucağındaki ikizleri bir çırpıda suya doğru fırlattı.
Arkasından da kendisi sulara atladı. Muhammed gözlerinde biriken yaşları kolunun tersiyle silerken önceki gün kendi yaptıklarını hatırladı. Üç gündür açtılar. Mayınlı bölgeden geçerken o da “dayanamıyorum” diye bağırmış, mayınlara doğru koşmuştu. İşte o an annesi onu belinden yakalamış, sarsıla sarsıla ağlarken bir yandan da dua etmişti. Aynı gün annesi, adeta servet harcayarak satın aldığı bir avuç unu, biraz suyla karıştırarak yoğurmuş ve onu, çalı çırpı ile tutuşturduğu ateşin üstündeki sacda pişirmişti. Ama bu ekmek, hiç de köylerindekine benze-miyordu.
Muhammed annesinin kendisini dürtmesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Kıyıda bir hareket-lenme başlamıştı. Uzunca bir halata bağlanan kadınları karşı taraftan çekiyorlardı. Seyhan’a da bir halat bağlandı. Gelini ona, oğlu da gelinine bağlandı. Nehrin ortasına geldiklerinde suyun akıntısına karşı koymak güçleşti. Seyhan, kendisini çeken ipe sımsıkı asılıyor, bir yandan da suların sesini bastırmaya çalışarak çocuk-larına sesleniyordu:
“-Korkmayın, bana sıkı tutunun.”
Bir ara ipin koptuğunu düşündü, ipi hisset-miyordu. Parmakları uyuşmuş, çok fazla su yutmuştu. Karşıdaki erkeklerin sesini duydu:
“-Biraz daha gayret, ipi sakın bırakma!” Ama o ipi çoktan bırakmıştı.
Şimdi bir yayla akşamındaydı. Cirit şenlikleri başlamıştı. Kocası haftalardır atını cirit için hazırlıyordu. Kucağında oğlu Ahmet, büyük bir hayranlıkla onu izliyordu. Sonra yün eğiriyor, hırkalar, patikler örüyordu. Elleri hiç acımı-yordu. Peki elleri şimdi neden uyuşmuştu? Bu uğultu ne zaman bitecekti. İnsanlar niye bağırı-yordu? Neden her yer kararıyordu?
Yine zamanı ve mekanı kaybetti. Seyhan kendi-sine geldiğine uzatılan hurmayı gördü ilkin. Kâbe’yi tavaf ediyordu. Orada hiç susamıyordu. Bir avuç hurma yiyip, biraz zemzem içiyorlar ve namaza koşuyorlardı. Oysa şimdi susuyordu. Burası çöl de değildi. Neredeydi Allah aşkına? Bu soruyu cevaplaması biraz zaman aldı Seyhan’ın. Yanındakilerin farkına vardı. Oğulları gelini ve torunu. Her birinin sırtında bir battaniye vardı. Seyhan ellerine baktı. Ellerini sarmışlardı ama kan lekesi belli oluyordu. Bir süre gözü azgın sulara daldı. Dudaklarında bir dua belirdi, hayra ve kurtuluşa dair.
Grup hareket etmek için ayaklandı. Daha yükseklere çıkmak zorundaydılar. Kar oralarda çok fazlaydı ve buna herkes hazır olmalıydı.
Nehirden ayrıldıkça suyun sesi gitgide azalmaya başladı. Önlerinde zifiri bir karanlık, meçhul. Zaman zaman kafilenin başındaki erkekler onlara el fenerleriyle yol gösteriyor fakat bu da çok yeterli olmuyordu. Ay ışığı, sık ağaçların arasından güçlükle seçiliyordu. Bir ara kurtların sesi çok yakından gelmeye başladı. Gruptaki herkes olduğu yerde donup kalmıştı. Asker-lerden kaçarken kurtlara yakalanmak! Bunu kimse beklemiyordu.
En önde giden ak sakallı, asker kaputlu Veysel, bir el işaretiyle herkesi susturdu. Bir avcı gibi bir süre geceyi dinledi. Kurtlar yeniden ulumaya başladığında sesin geldiği yönü işaret etti. Bu yön sol taraflarında kalıyordu, onlarsa sağ tarafa gidiyordu. Veysel köylerinin en iyi iz sürücüsüydü, yanıldığını gören olmamıştı. Veysel’in önerisi doğrultusunda yollarına devam ettiler.
Muhammed annesinin elinden sımsıkı tutmuştu. Neredeyse delikanlı olacaktı, korktuğunu belli etmek istemiyordu. Diğer eli yumruk. Bir ara ayağı tökezledi. Evlerinin önündeki taşlara takılıp düştüğü günler geldi aklına. Oysa artık o günler çok uzaktaydı. Düşüncelerinden sıyrılıp annesine ayak uydurmaya çalıştı.
* * *
Kampa ulaştıklarında öğle olmak üzereydi. Onları bir çadıra yerleştirdiler. Günlerden sonra ilk defa uyudular.
Seyhan sınırı geçip Türkiye’ye gitmek için tüm parasını kampa sık sık gelen adamlara verdi. Kara gözlü, kara bıyıklı, iri yarı adam onlara sabah erkenden hazır olmalarını söyledi. Seyhan büyük oğlu Ahmet’i ikna edememişti, çaresiz kendisi ve Muhammed gideceklerdi.
Kamptan erken saatlerde ayrıldılar. Bir yerden sonra araba değiştireceklerini söylediler. O sırada nasıl ve neden olduğunu bilemeden adamlar Muhammed’i arabaya bindirdiler, Seyhan’a ise, onu sonraki araba ile göndere-ceklerini, bunun için de boynundaki altın zinciri vermesini söylediler. Derken aynı anda bir el boynuna asıldı, bir el zinciri çekti, biri onu yere itti. Ayaklar, çamur, gözyaşı...
* * *
Seyhan için acı ve ıstırap dolu günler başladı. İri elleri olan kaçakçı tarafından kentin arka sokaklarında bir eve zorla götürüldü. Seyhan ağlamaktan yorulmuş bir halde “ne olur beni bırak kimseye bir şey söylemem” diye boş yere yalvarıp duruyordu. Kapıyı, neredeyse yetmiş yaşına gelmiş bir ihtiyar kadın açtı. Kadın dayandığı bastonu diğer eline alarak eliyle içeriyi gösterdi. Önlerindeki kadın neredeyse sürünür gibi hareket ediyordu. Ahşap evin tahtaları, eşyalar, içerideki küf kokusu yıllardır bu eve kimsenin uğramadığını söylüyordu. Seyhan’ı odaya aldıktan sonra kaçakçı ve yaşlı kadın kendi aralarında bir pazarlığa giriştiler. Kaçakçı cebinden bir tomar parayı çıkarıp kadının titreyen ellerinin içine sıkıştırdı. Ve boğuk bir sesle “Şimdilik sana hizmet eder, ben yiyeceğinizi yollarım. Zamanı gelince de uygun bir fiyata satarız.”
Adam gittikten sonra yaşlı kadın gelip Seyhan’ın karşısına oturdu. Seyhan başını kaldırıp baktı-ğında kadının kendisine mi uzaklarda gördüğü bir şeye mi baktığını anlayamadı. Ona “beni bırak lütfen” diye yalvardı. Yaşlı kadın tehdit dolu bir bakışla “Sanıyor musun ki, buna izin verirler? Her sokak başında adamları var. Burada bana bakacaksın ta ki....”
Seyhan yapayalnızdı. Oğullarını düşünüyordu, torununu sonra. İçinden dualar taşıyordu lakin dudakları mühürlenmişti.
Yaşlı kadına yemek yapıyor, onu yıkıyor, ortalığı temizliyordu.
Bir gece kan ter içinde uyandı. Gördüğü kâbusun etkisinden kurtulamıyordu. Üç gündür açtı, kaçakçı uğramayalı bir ay olacaktı. Seyhan ne kadar süredir burada olduğunu hesaplamaya çalıştı. Neredeyse üç ay olmuştu. Yaşlı kadın para ve yiyecek gelmeyince ona karşı durmadan söylenir hale gelmişti. Ama yine de dışarı çıkmasına izin vermiyordu.
Ramazan ayının son günleriydi. Seyhan iyiden iyiye zayıfladığını hissediyordu. Bir gün kapı çalındı. Gelen orta yaşlı kadın, elinde bir tepsiyle odaya girdi. Ve doğrudan Seyhan’a yönelip yiyecekleri önüne koydu. Seyhan’ın dilinde binler şükür. Neredeyse kendi yaşlarındaki bu kadını hatırladı Seyhan. Ara sıra karşı pencerede gördüğü kadındı. Uzun bir süre dil döktükten sonra, Seyhan’ı bırakması için yaşlı kadını ikna etti.
Ve özgürlük…
Seyhan için yeniden yollara düşme vakti geldi. Kadın bir kaçakçının onu sınırdan geçirmesi, sığınma ardından bu koca şehre, İstanbul’a geliş. Bir fabrikada dikiş dikme ve oğlunu aramakla geçen günler. Nihayet bir gün geldi muştulu haber. Uzaklara ettiği bir telefon sonrasında aradığı izi buldu. Oğlunun yerini ve telefonunu vermişlerdi. Seyhan bu koca kentte, dev gemilerin geçtiği bu sularda vapura bindi karşıya geçti, Avrupa ile Asya’yı bir baştan bir başa dolaştı. Ve Aksaray’daki atölyeye geldi. Onca makine gürültüsü arasında, tozun dumana karıştığı bu yerde Muhammed’in sesini duydu. Anne yüreğiyle ona yöneldi. Muhammed kir pas içindeki saçlarını okşayan bu kadına doyasıya bakıp hıçkırıklar arasında ona sarıldı. “Anne” sesi makinelerin gürültüsünü bastırırken, yaralar birbiri ardına kapandı. Ana oğul; evliyalar, saraylar, köprüler ve umutlar kentinde yeni bir hayata yelken açtılar.
YORGUN DÜŞLER
Emine, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle, hızla giden arabaların arasından karşı kaldırıma geçti. Lüks mağazaların arasına sıkışıp kalmış bu caddede gitmeyi sevmiyordu. Hayat hızlı akıyordu burada. O, şehrin bu tarafına gelmek zorunda kaldığı günler erkenden yola çıkıyor, gideceği yere olması gereken saatte ancak varıyordu.
Üzerindeki kahverengi hırka ve başındaki siyah başörtüsü onu yağan yağmurdan korumuyordu. Kolundaki siyah çantayı sıkıca tutmuş, hep karşıya bakarak yürüyordu. Bir köşe başından geçerken orada duran taksi şoförlerinin kendisine bakıp aralarında konuştuğunu fark etti.
Biri;
“-Bu zenciler de her yeri zaptetti. İstanbul’da nereye baksan onları görüyorsun.” diyordu.
Diğeri gülerek;
“-Valla gece karşıma çıksalar korkudan düşer bayılırım.” diye onu destekliyordu. Tedirgin bir şekilde yanlarından geçti. Buna bir türlü alışamamıştı. İnsanlar derisinin renginden dolayı kendisine tuhaf davranıyorlardı.
Bir arkadaşının sözleri aklına geldi. Arkadaşının küçük oğlu mahallede oynarken çocuklardan biri yanına gelip,
“-Siz hala aslan avlıyor musunuz?” diye sormuş.
Bazı insanların kendisini de ilkel insanlardan sandığına kaç kez şahit olmuştu. Emine bu düşünceler içinde yürürken gideceği binanın önüne geldi. Burası eski yapılı bir binaydı. Dar basamaklarından çıkarak 2 nolu dairenin kapısını vurdu. Kapıyı bakımlı bir kız açtı. Ona bir yer gösterdi. Emine çok iyi konuşamadığı Türkçe ile kıza teşekkür etti. Kız bir kapının ardından kayboldu. Geri geldiğinde elinde bir poşet vardı. Poşetin içinden birkaç tane ilaç kutusu çıkardı. Her birinin üzerine hangi hastalık için olduğunu yazdı ve Emine’ye uzattı.
“Doktor bey il dışında. Bunlar ilaçların, bitince yeniden gelirsin.” diyerek sekreter masasına oturdu. Emine elindeki ilaç kutularına şöyle bir göz gezdirdi. Sonra yavaşça ayağa kalktı. Teşekkür ederek kapıya yöneldi. Dar merdivenlerden yavaş yavaş indi. Yağmur dinmişti. Gökyüzü pırıl pırıldı.
Emine geldiği yolu geri dönmeye başladı. Gelirken indiği hafif yokuş gözünde büyüdü. Otobüse binmeyi düşündü. Kaldırımın kenarına çekilip çantasını açtı. Cüzdanına baktı. Yirmi bin lirası vardı. Parayı bozdurmaktan vazgeçti. Yürümeyi tercih etti. Bu arada sonraki günler düğme atölyesine gitmeye karar verdi. Bir hafta çalışırsa onu bir süre idare ederdi.
Bu koca şehirde çalışabildikleri tek yerdi bu atölye. Orada da çoğu zaman patron canı isterse para veriyordu. İtiraz eden olduğunda da,
“-Bir daha gelme yoksa polise haber verip seni hapse attırırım.” diyerek tehdit ederdi. Çoğu sesini çıkarmazdı. Sabah erkenden masanın başına oturup geç saatlere kadar çalışırlardı. Hiçbir güvenceleri yoktu. Tansiyonu yüksel-mediğinde Emine de onlar kadar çalışmaya gayret ederdi. Lakin bu onun için hiç de kolay değildi.
Emine yirmi dakikadır yürüyordu. Lüks mağazaların yerini birbirine yaslanmış eski apartmanlar almıştı. Sokaklar da tenhalaşmaya başlamıştı. Apartmanların arasından gözüken karşı tepede ise evler adeta çökmek üzereydi. Emine soluk soluğa kalmıştı. Bir ara durup derin nefes almaya çalıştı. O sırada yanından geçen arabanın camı açıldı. Bir kol uzanıp Emine’nin sağ elinde tuttuğu çantayı çekip aldı. Araba tozu dumana katarak hızla oradan uzaklaştı. Emine şaşkın, olduğu yerde kaldı. “Yardım edin” dedi kendi dilinde. Sağa sola koştu. Pencerelerden bakanlar oldu. Yabancı gözlerle süzdüler onu.
Emine çaresiz yürümeye davam etti. Aklına poşet geldi. İlaçları hatırladı. Yokuşu tırmanırken nefes nefese kaldı. Ensesinden bir ağrı yükseldi. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Beyni zonkluyordu. Toprak yolun kenarındaki akasya ağacının gövdesine yaslandı. Acılar peşindeydi. Sudan’da bir köy, kocasının ölüsü yerde. Ağıt yakan bir kadındı o gün. Sonra bir liman. Emine iki yüz kişi ile bir botta. Deniz tutunca kusmuştu tüm kederini. Sonra bu toprakları yurt edindi. Bir gün gitmekti dileği. Bir gün o sıcak Akdeniz ülkesine varacaktı.
Güçlükle doğrulan Emine ağır ağır evine doğru yürümeye başladı. Bir taraftan da polise gitmeli mi diye düşünüyordu. Sonra bu fikir ona komik geldi. Polise gitse polisin belki de yapacağı ilk şey onu sınır dışı etmek olacaktı. Emine bu düşünceyi kovalamak istercesine elini iki yana salladı ve kaderini yaşamak üzere yoluna devam etti. Bir süre sonra yeniden yol kenarındaki bir ağacın altına çöktü. Başını geriye yasladı. Elleri iki yana açılırken gözleri kapandı...
ÖZLEM
Özlüyorum...
Şehrimin orta yerinde bir gece vakti ıslık çalarak yürümeyi özlüyorum. Tanıdıklara selam vermek, onlarla konuşup sohbet etmek, köşedeki parka oturup sağa sola giden insanları seyretmek ve haklarında yorum yapmak istiyorum.
Bu hayatta düşünmenin de zararı varmış. İnsanlar düşüncelerinden dolayı da yargılanır-mış. Ne tuhaf değil mi; birilerinin düşüncesine karşı olduğu için susmamın beklenmesi? Aklım almıyordu, düşüncelerimi bastırmalı mıydım, yoksa söylemeli miydim? Bu karmaşık duygular içinde pencereden dışarı baktım. Aslında farklı düşüncelere sahip olan ve bunları bastırmaya çalışan yüzlerce insan gördüm. Hepsinin yüzlerinde şikayetçi bir hal ve üzerlerinde baskının getirdiği yorgunluk vardı. Susmalıydılar çünkü “olması gereken” buydu.
“Olması gereken”; neye göre? Kime göre? Hayatta bizim için oluşturulan rollere göre mi, çevrenin bize sunduğu imkanlara göre mi? Neden insanlar bir tek hayat profiline razı oluyor ve bir kişi de çıkıp “Ben artık böyle yaşamak istemiyorum” demiyor? Herkes halinden çok mu memnun? Hayır! Eğer hallerinden memnun olsalardı, bu kadar şikayetçi yüzü bir arada göremezdim. Benim sokaktaki insanlardan tek farkım, cesaretti. Ben susmayı değil, bedeli benim için ağır da olsa düşüncelerimi söylemeyi seçtim.
Şimdi yollardayım. Tanımadığım, bilmediğim ve üzerinden hiç geçmediğim yollarda... Düşüncelerimi söylediğim için şehrimi terk etmek zorunda kaldım. Bir çeşit göç ya da sürgün.... Doğduğum, büyüdüğüm ve her gün havasını içime çektiğim bir şehirden ayrılmak o kadar zor ki. Önce kabul etmek istemedim. Sonuna kadar direnecektim. Sonra anladım ki, ruhumun özgür kalması için bu şehri terk etmem şart. Bedenimi alıştırırım tutsaklığa da, ruhumu alıştırmak benim için imkansızdı.
Terk etmeleri hiç sevmem; terk edilmeleri de!.. İnsanın kalbi daralır. Çok fazla söylenecek söz yoktur. Ya da vardır da içinde tutarsın. Olan olmuş, bir şey söylemenin anlamı kalmamıştır. Sana düşen, sadece arkana bakmadan gitmektir.
Bir ay dört gündür yollardayım. Ve artık son yolculuğum olsun istiyorum. Bir yerde huzurlu bir şekilde kalmak, uyumak ve yemek yemek istiyorum.
Bekleyiş... Hayatla mücadele değil de, bu bekleyiş yoruyor insanı. Her şey bir an önce olsun istiyor insan. Bir an önce bir yere yerleşmek istiyorum artık. Öyle kötü bir duygu ki bu, bazen ilticadan ağır basıyor. Göçerken insan sevdiklerini bir yerlerde bırakıyor. Onları bir daha görüp göremeyeceğini bilmeden beklemek var ya, işte asıl o öldürüyor insanı.
Bu yolculuk diğer seyahatlerime benzemiyor. Daha çok otobüsle yolculuk yapardım. Giderken burukluk ve birkaç gözyaşı, gelirken ise hasret ve kavuşma hissederdim. Gidişler ne kadar acımasızsa, dönüşler de o kadar coşkulu, sevinçli…
Bu seferki yolculuğum, tek başıma birkaç eşyayı sırt çantama doldurup, arabama atlayıp her şeyden ve herkesten kaçtığım seyahatlere de benzemiyor. Bu gidişin tuhaf ve insanı acıtan bir yanı var. Hayatımın yönünü çizemiyorum. Ne insanları ne de binaları şehrime benzemeyen yerlerden geçiyorum. Dillerini bilmiyorum, anla-mıyorum. Kendimi çok yalnız hissediyorum. Bu şehirlere ait olmadığımı biliyorum. Tıpkı çalış-tığım gazetedeki masamın üzerinde duran minyatür kaktüs gibi. Ne kadar zorlamıştım onu, sadece ışıkların aydınlattığı, hiçbir yerden güneş almayan ofiste yaşatmak için. Sonunda yaşatma çabalarım onun felaketi oldu ve öldü.
Soğuk kamyon kasasında bunları düşünürken kamyondan sağa sola doğru sert bir manevra, sonra da acı bir fren geldi. Kamyonun tekeri patlamıştı. Gece yarısıydı ve etrafta kimseler yoktu. Kamyonun kasasından teker teker atladık. Soğuktu ve zifiri karanlıkta tek görülebilen karşı dağlardaki beyazlıklardı. Gözlerim aynı kamyo-nun köşesinde annesiyle oturan zeytin gözlü Somalili siyah çocuğa takıldı. Daha 7-8 yaşlarındaydı ve eminim bu göç onun fikri değildi. Üç gündür sıtma tutmuş gibi titriyordu. Alnından, gözlerinden akan yaşlar kadar masum terler akıyordu. Ten rengimiz farklıydı. Yaşımız ve düşüncelerimiz de farklıydı belki, bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardı; ölüm her insan için vardı ve ölümün soğuk yüzü hep aynıydı. O gece küçük çocuk son kez gözlerini kapattı. Onun göçü buraya kadardı.
Kamyonun tekeri tamir edilmişti. İki buçuk gündür aynı kamyonun arkasında yolculuk yapıyordum. Burada yaklaşık otuz kişi daha var ve hepsinin de bir hikayesi… Korkularını, umutlarını ve umutsuzluklarını da alıp kaçmışlar ülkelerinden.
Her gece olduğu gibi bu gece de soğuk geçiyor. Kamyonun soğuk demirleri bizi tir tir titretmeye yetiyor. Öğlen vakitleri bazen sıcaktan nefes bile almakta zorlanıyoruz. Hava karanlıksa ve etrafta kimsecikler yoksa, bazen bir benzinlikte çıkma şansımız oluyor. İşte o benzinliklerden birin-deyim. Arkadaki eski ve bakımsız tuvaletine girdim. Çıkışında bir yazıyla karşılaştım. Hayatımın üç cümleyle böyle özetleneceğini bilemezdim.
Anladım ki olması gereken hayatların olduğu dünyada benim gibilerden milyonlarca var...
“Sevdiklerimi en sevdiğim şehirde bıraktım.
Şimdi bilmediğim bir şehrin karanlık yollarında yürüyorum
Ve yanımda bir tek sen ol istiyorum”
KOVALAMACA
Hatice son zamanlarda daha az uyuyordu. Koridorda bir gürültü duysa kulak kesiliyor, ayağa kalkıp kapıya yaslanıyordu. İşte yine sokak kapısı açıldı. İçeri girildi, ayak sesleri merdi-venlerde. Üst katta bir kapı açıldı ve yavaşça kapatıldı. Hatice, derin bir nefes alarak yatağına döndü. Bu evde altı aydır oturuyordu ve bir türlü alışamamıştı. Yerde yatan kızına baktı. Mihriban altı yaşında kıvırcık siyah saçlı bir kızdı. Uyurken ne kadar da güzel görünüyor diye düşündü Hatice. Sonra köşedeki sehpanın üzerinde duran sigara ve kibriti aldı. Sigarayı içerken bir yandan da düşünüyordu. Ya geri gelirse, ya onu kızından ayırırsa. Kocası Hüseyin altı ay önce oturduğu yeri bulmuştu, burayı neden bulamasın.
Hatice sigarasının dumanını tavana doğru üflerken, evden kaçışı birden gözünün önünde canlandı. O gece Hüseyin sarhoştu. Gece çok geç gelmiş ve Hatice’yi dövmüştü. Hatice o uykuya daldığı sırada küçük kızını da alarak evden ayrılmıştı. Onun yüzünü görenler acıyarak bakıyordu. Gözü morarmış, kolu çatlamıştı. Sığındığı yerde de buldu kocası onu. Gerisi dayak, tehdit ve kaçış yeniden.
En son bu sokağa geldiğinde umutlandı. Yeni bir hayat kuracaktı. İki katlı sarı badanalı bu ahşap ev onu kurtaracaktı. Kızı, evin önünde durduk-larında;
“-Anne rengi ne kadar da güzel” demişti. Beş oda vardı evde. Her birinde bir aile. Hatice’ye alt katta merdivenin arkasındaki bu odayı vermişlerdi. Bir kanepe, bir şilte. Annesinin İran’dan kendisine gönderdiği parayı saklamıştı, onunla da elden düşme bir televizyon alabilmişti ancak. En çok da kızı izliyordu. Oyun arkadaşı olmadığı için vaktinin çoğunu televizyon karşısında geçiriyordu küçük kız.
Hatice özellikle akşamları odasını terk etmiyor, diğerleri ile sadece gündüz görüşüyordu. Tedir-gindi. Tanımadığı insanlar gelip gidiyordu. Kadın onları pencereden izliyordu. Korkuyordu, en çok da çocuğu için. Parası da gün geçtikçe azalı-yordu. Çaresizlik içinde kıvranıyordu. Ya ülkesine geri dönecek ya da tekrar izini kaybet-tirecekti. Geri dönme fikri onda eski acıları uyandırdı. Henüz sönmemiş küllerin her an yeniden canlanmaya hazır olduğunu hissetti.
Bir gün eski bir arkadaşı Hüseyin’in hala onu aradığını, kızını kendisinden alacağını ve İran’a geri götüreceğini söyledi. O günden sonra bir korku aldı Hatice’yi. Sigaraya sığındı. İçtikçe daraldı, daraldıkça içti.
Hatice elinde biriktirdiği sigara küllerini pencereyi açıp dışarı attı. Bir şeyler yapmalıyım diye düşünüyordu. Gece ilerledikçe kararlılığı arttı. Yeniden kaçacaktı.
Sabaha doğru oturduğu yerde uyuyakaldı. Küçük kızı kendisini sarsarak uyandırdığında gün çoktan ağarmıştı. Hatice korku içinde uyandı. Bir an kocasının geldiğini sandı. Neden sonra hala akşamın düşüncelerinin etkisi altında olduğunu fark etti. O gün ne kendisi dışarı çıktı, ne de kızının çıkmasına izin verdi.
Hatice kapıya kim gelse “hastayım açamam” diyordu. Ev arkadaşları onun zaman zaman odasına kapandığını bildiklerinden ısrar etmi-yordu. Oysa Hatice içeride yol hazırlıklarına başlamıştı yeniden. Gizlice kaçacaktı bu evden. Arka sokaklarda bir arkadaşının yanına gitmeyi planlıyordu. Gün içinde birkaç kez kendisiyle telefonla görüşmüştü.
Akşam çöktüğünde kapılar birer ikişer kapan-maya başladı. Hatice sessizce kızının elini tutarak kapıyı açtı. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Sanki Hüseyin kapının arkasında tüm gün onu beklemişti. Sanki kapıyı açtığında hemen üzerine atılıp kızını elinden alıverecekti. Bu düşünceler içinde korkarak başını koridora uzattı. Üst kattan gürültülü konuşma sesleri geliyordu. Hatice bir eline çantasını aldı, diğeri ile de Mihriban’ın elini sımsıkı tuttu. Parmak uçlarına basarak sokak kapısına yöneldi. Aklında “Neden hep kaçmak zorundayım?” isyanı, gözleri korku içinde kapıdan çıktı. Karanlık, şehri esir almıştı. Hatice duvar diplerinden yürümeye başladı. Arada bir uzaktan bir ıslık sesi geliyordu. Sokak köpekleri önlerinden koşarak geçti. Mihriban’ın bembeyaz kesmiş yüzünü fark etmedi bile.
Ana caddeye çıktılar. Yarım saat daha yürüyüp buluşacaktı arkadaşı ile. Kızını zaman zaman kucağına alıyor, yorulduğu yerde bırakıyordu. Araba lambaları gözlerini alıyordu. Nihayet buluşma yerine ulaşmayı başardı. Arkadaşı yoktu görünürde. Önünde beklediği mağazanın gölgesine çekildi. Görünmez olmayı diledi. Sokaktan geçenlerin kimi dilenci sandı, kimi laf attı. Hatice karşı caddedeki arkadaşını görünce sevinçle ileri atıldı. Kadın Mihriban’ı sevgiyle bağrına bastı. Yeniden karşıya geçip ara sokaklardan birine saptılar.
Şehir yavaş yavaş uykuya çekildiğinde iki kadın ve bir çocuk ay ışığında yürüdüler. Sokaklar, evler geçtiler. Eski köhne bir evin önünde durdular. Hiçbiri, gecenin karanlığından yararla-narak onları izleyen gölgeyi fark etmedi. Onlar eve girerken, Hüseyin köşedeki sokak lambasının önünde durdu ve sigarasını yaktı.
ÇAĞRI
Bugün günlerden Cuma. Türkiye’ye geleli beş yıl oluyor. Tam beş koca yıl geçmiş. Yaşıyoruz öyle mi? Her gün gözlerimin önünde eriyor Kerim. Bizden koptukça kopuyor. Bir köşede öylece oturuyor tek kelime etmeden. Biliyorum kavgası kendisiyle ama ya biz? Ya çocuklar; bir gülüşünü esirgediği?
Bugün küçük İlyas koltuk değneğini yere düşürünce çok korktum. Çocuğa bağıracak, şimdi kopacak kıyamet diye. Oysa o sustu. Taş kesildi. Bir eliyle kesik olan sağ dizini yokladı. Zavallı İlyas kapıdan koşarcasına çıktı.
Ah Kerim! Ne sen sorumlusun bundan, ne ben!. Bir şarapnel parçası hayatımızı altüst eden. Olsun yine de yanımızdasın, sağsın. Yetmiyor değil mi böyle yaşamak? Kükremek istiyordun bir aslan misali dağlarda. Savaşmak istiyordun ataların gibi. Burada kapana kısılmış gibisin. Burada bağlı elin kolun. Bir adadasın; gemilerin yakılmış. Tutsaksın...
Ben nasılım sormuyorsun. Özlüyor muyum ders verdiğim sınıfı, evimi, bahçemi? Sormuyorsun ne hissediyorsun diye. İpleri kim kopardı? Hangi lanetli el dolaşıyor üzerimizde.
Bugün beş yıl oldu yola düşeli. Bir uçaksavar, bir tank. Silahtı her yer, savaştı yer gök. “Dön geri desem, dönemezsin. Git hadi savaş onlarla desem, dilim varmaz. Onurun hala seninle. Dimdiksin bunu unutma desem; sedasını bulmaz. Giden bir bacak, geride kalan bir ömür; anlasan.
Bu kent bize de gülecek bir gün. Beş yıl nasıl yaşadıysak, yaşarız bundan sonra da. Biliyorum kolay değil unutmak. Kalkmalısın oysa. Koltuk değneğine dayanıp, bizlere tutunup yürümelisin yeni baştan. Bir gülsen, güller açacak küçücük yüreklerinde çocukların. Okşasan başlarını, göz-lerine kuşlar konacak. Çekildikçe köşene, kaç-tıkça bizden buz tutuyor dağ taş; küsüyor bahar.
Ben nasıl dayanıyorsam sen de dayanmalısın. Beni bir başıma bırakma bu diyarda. Yalnız ve çaresiz. Tut ellerimi haydi. Tut ki eski günlerdeki gibi yürüyelim yine. Bu hayat tek kişilik oynanan bir oyun değil. Beni, çocukları oyunun dışında tutma. Beş yıl sonra da paylaşmak her şeyi. Sonra bir beş yıl daha. Neden olmasın?
BİR YARDIM ELİ
Elif, ona ikram edilen çayı yudumlarken boğa-zına bir şeyler takıldı. Çay bardağını iki avucunun arasına aldı. Almira’nın gelmesini beklerken odada bakışlarını gezdirdi. Kendini muhasebeye çekmeye başladı. Nasıl bu kadar kendi dünyasında kaldığına, nasıl burada yaşayan insanlardan habersiz olduğuna hayret etti. Almira, kızı ve kocası ile bir bodrum katında yaşıyordu. Ülkesini terk edeli üç yıl olmuştu. Kocası, kısa süreli bulduğu işlerde çalışıyordu fakat bu da yeterli olmuyordu.
Elif kapıdan girdiğinde kesif bir küf kokusu ile karşılaşmıştı. Evde küçük kız ile karşılaştığında nasıl bu şartlarda yaşadığına hayret etmişti. Ve oraya nasıl eli boş geldiğine. En azından çocuğa bir şeyler getirmeliydi. Bir daha gelmeli; onlar için bir şeyler getirmeliydi. Almira bir süre sonra odaya geri geldi. Elinde bir tabak, içinde de bisküviler vardı. Tabağı Elif’in yanına bıraktı. Sonra karşısına geçip yere diz çöktü. Kızı da gelip annesinin kucağına oturdu. Küçük kız ara sıra öksürüyordu. Ve öksürürken zorlanıyor, yüzü kıpkırmızı kesiliyordu. Elif söze nereden başlaması gerektiğini bilmiyordu. Tedirgin bir halde;
-“Bana biraz kendinden bahseder misin?” dedi ama hemen ardından da pişman oldu. Yaşadıkları ortadaydı. Bir de ona tekrarlatmak ne kadar anlamsızdı. Daha Almira cevap vermeden yeniden konuştu.
“Biz arkadaşlarla sizin için neler yapabilece-ğimizi tartıştık. İzin verirseniz, size yardım etmek istiyoruz.”
Almira’nın Türkçe’si çok iyi değildi ama onu anlıyordu. Karşısındaki kadına minnetle baktı. Yalnız kendini kötü hissetti. Çocukluğu ve gençliğini hatırladı. Varlıklı bir ailede, refah içinde yaşamıştı. Sonra önce babasının idam edilmesi. Kaybedişleri her şeylerini; sonra kocasının siyasi suçlu olarak aranması, yıkımları beraberinde getirmişti. Kocasının peşinden buralara kadar gelirken geride bırakmıştı her şeyi. Ve şimdi karşısında oturan bu kadın, “izin verirsen sana yardım edebiliriz” diyordu. Sevinç ve ezilmişlik arasında gitti geldi bir süre. Konuşamadı; yalnızca tebessüm etti.
Elif bu tebessümü “evet” olarak yorumladı. Bir heyecan ve bir telaşla vedalaşıp evden ayrıldı. Sokağa çıktığında derin bir nefes aldı. Sonra arabasına binerek oradan ayrıldı.
Ertesi gün Elif, beraberinde iki arkadaşı ile geldi. Arabadan kilim, yastık, battaniye gibi eşyaları indirdiler. Sonra Elif eve girerken iki kadın markete alışverişe gitti. Elif Almira ile konuş-maya başladı:
“-Bunlarla şimdilik idare edin. Hafta sonu sizin için bir ev bakacağız.” dedi.
Almira’nın gözleri doldu. “Bunu hak ediyor muyum?” diye düşündü. Elif onun daha fazla kendisi ile baş başa kalmasına izin vermemek için çantasından çıkardığı öksürük şurubunu uzattı. “Doktor olan bir arkadaşımız var. Ona sordum bunu önerdi.”
Almira kendisini rüyada gibi hissediyordu. Kuş uçmaz kervan geçmez bir çölden farksız olan evinde canlanma olmuştu. Her yerde çiçekler açmıştı sanki. Kocasının buna ne kadar şaşıracağını düşünüyordu. Bunlara anlam veremiyordu.
Aylar sonra ilk kez karınlarını tam olarak doyurdular. Kızları oyuncaklarla oynadı. Ve bir aile olduklarını hatırladılar. Almira artık kocasını suçlamıyordu başına gelenler için. Kocası her fırsatta ona kızmıyordu. Bir umut yayılmıştı o bodrum katına.
Elif o hafta epey aradıktan sonra bir ev bula-bildi. Ev sahibi ile anlaştıktan sonra evin içine eşyaları yerleştirmek için arkadaşları ile işe koyuldular. Herkes elinden geldiğince bir şeyler getirmişti. Kimi çocuğunun oyuncağını getirdi, kimi çeyiz sandığından çıkardığı havluları. Elbirliği içinde bir şeyler ortaya koymanın mutluluğunu yaşadılar. Sonra evin yeni sahiplerini almaya gittiler.
Almira oturacakları yeni eve girdiğinde mutlu-luktan gözleri doldu. Ona elini uzatan bu insanlara karşı mahcup oldu. Her birine ayrı ayrı teşekkür etti. Yalnız olmadığını hissetti. Onca acı ve yoksulluğun geride kaldığına sevindi. O akşam kızının öksürmeden rahat bir şekilde uyumasına şahit oldu.
Dostları ilə paylaş: |