286
l Ultva vt auxauaoiaii) mavi tvivuiui^ui- vvivjuw^ >_.*.*....Uy.*»«.- • v
her yıl tekrarlanmıştı bu serüven.
Füreya, birkaç yıl sonra, 1962'de, Prag'da Uluslararası Seramik Sergisi'nde en büyük ödül olan 'Altın Madalya'yı kazandı. 1955'te Cannes'da kazandığı gümüş madalyadan sonra, kendini uluslararası arenada bir kez daha kanıtlamış oluyordu böylece.
Artık o bir ustaydı ve seramikte ufkunu genişletmesinin zamanı gelmişti. Teknik Üniversite'nin Jeoloji bölümüne başvurdu ve çeşitli araştırmalardan sonra, çok elverişli bir malzeme ele geçirdi. Bu malzemeyle, yüksek pişirimli türleri denedi. Toprağın karışım-larıyla ve atölyeye nakliyle sevgili Hasan Usta'sı uğraşıyordu. Füreya ise sabaha kadar fırınının başında, değişik pişirim dereceleri deniyordu. Alacalı sırlar, yüksek pişirime uymadığı için, renklerden vazgeçiyor, sıraltı oksit boyaları kullanıyor, tek renklerde yoğunlaşıyordu. Gre çalışmaya başlamıştı.
Çok yoğun bir kış geçirmiş olmasına rağmen, o yaz mavi yolculuğa çıkamadı Füreya. Yapılacak özel işleri vardı. Ponpon, Da-me de Sion'a başlayacaktı. Çocuğun üniformaları hazır edilecek, kitapları, defterleri alınacaktı. Yaz boyunca, biraz da Fransızca çalışmasını istemişti kızın.
Eylül başında, okulun eski mezunu olarak, yeğenini kayıda kendi götürdü. Tam beş yıl önce, Sara ilkokula başlarken, okuldaki ilk günlerini hatırladı. Öğretmeni, çocuğa adını sorduğunda,
"Ponpon," demişti Sara.
"Kızım senin başka adın yok mu?" diye sormuştu öğretmen.
Bir an, 'Bu çocuğun adı neydi, sahi?' diye düşünmüştü Füreya.
Şimdi, Dame de Sion'un o çok tanıdık kayıt odasında oturmuş sıralarını beklerlerken, birdenbire,
"Fifoş anne, lütfen bana onların yanında Sara der misiniz?" diye sordu çocuk.
"Kimlerin yanında, Ponpon?"
"Sörlerin, öğrencilerin. Onların Ponpon olduğumu bilmelerimi istemiyorum."
"Nasıl istersen Pon... çocuğum." Füreya, ilk kez Sara'nın artık
J. VJllj-'V/i* W^-Jj") **j.y»»»iv UW.iaaua ı\uyui\ Ull llIJUll V/lUUğUllU laiIV V.U1"
yordu. Kendi adına kavuşmak istiyordu çocuk, haklı olarak.
"Seni Ponpon diye çağırmamalarını evdekilere de soyleyece-ğim," dedi. Kardeşinin, "Kızımı nasıl çağıracağımı sen mi tayin edeceksin?" diye soracağını duyar gibi oluyordu. Ama, evdeki anlaşmazlık, Şakir'den değil, Afıfe'den çıktı.
"Ponpon'u okula kaydettirmişsiniz Füreya abla," dedi.
"Evet."
"Bana veya babasına haber verebilirdiniz."
"Afife, Sara'nın Dame de Sion'a gideceğine karar verilmemiş miydi?"
"Verilmişti."
"Eeee?"
"Ama kayıda birlikte gidebilirdik."
"Ne fark eder ki. İşte gittik, yapıverdik."
"Velisini kim diye yazdınız?"
"Velisi ben oldum."
"Ama annesi benim."
"Benim veli olmam, senin anneliğine halel getirmiyor ki."
"Bu çocuğun annesi ve babası var. Velisi ikimizden biri olmalıydı."
"Yarın gider, değiştiririm. Mesele yapılacak bir şey değil."
"Velisi sen olursan, Fransızcaya da sen çalıştırırsın Afife," dedi Hakkiye Hanım. Her zamanki gibi, kızının yanında yer alıyordu.
"Babası çalıştırır," dedi Afife. "Üstelik, Dame de Sion'a giden her çocuğun annesi ve babası Fransızca mı biliyor, Allahaşkına?"
Füreya, yanıtlamadı gelinini. Şaşkın şaşkın annesiyle halasını dinleyen Sara'nın saçını okşadı, kapıyı usulca çekip, aşağıya, kendi katına indi. Az sonra, küçük ayak sesleri duydu kapısının önünde. Zili çalındı. Gitti açtı kapıyı. Sara mahzun gözlerle kapıda duruyordu.
"Hayrola?" dedi.
"Fifoş anne, velim annem olursa, siz yine beni çalıştırırsınız değil mi?"
"Elbette Pon... Saracığım. Elbette çalıştırırım."
"O Fransızca bilmiyor çünkü."
287
Z-M.id.1 yun.. Udutui) aııııtaııııtıı, uı~ıı, m-pmiiz, uuijuilu..
"Ben sizin çalıştırmanızı istiyorum, Fifoş anne. Sizi çok seviyo-288 rum çünkü."
Füreya, "Annenle babanı da çok sevmelisin," demek istedi ama, kelimeler boğazına takıldı, "Ben de seni çok seviyorum," demekle yetindi. Sara söz konusu olduğu zaman, duyguları mantığına ağır basıyordu. Biliyordu bunu.
Füreya'nm, dünyaya bakış açılan birbirine pek uyan Utarit Iz-gi ile işbirliği altmışlı yıllarda da tüm hızıyla sürüyordu.
Pendik'deki Kunt villasının hem şöminelerini yapmış, hem de ayırıcı beyaz beton duvarında seramik öğeler gerçekleştirmişti Füreya. Ama en heyecan verici çalışması, 1966 yılma denk düşen, Ziraat Bankası ile Başak Sigorta'nm birleştirici duvarları oldu. Binalar Harbiye'de inşa edilecekti ve 80 metrekarelik yüzeyleri ile, bir sanatçı için, inanılmaz güzellikte bir rüya gibiydiler.
Füreya da önce güzel bir rüya gördüğünü sandı. Hayalinde, kafasında, yüreğinde ne varsa sere serpe boşaltabileceği 80 metrekarelik bir boş alan sunuluyordu ona. Yaşasın!
Konuşan, Sevişen, Düşünen Duvarlar
Füreya, pelerinine bürünüp, Harbiye'de çalışacağı duvarların önüne yürüdü, iki kardeş kuruluş yan yana duruyorlardı ve binaları, ortalarındaki kolonla ikiye bölünüyordu. İki ayrı pano gerçekleştirebilirdi duvarlann üzerinde. Ama o hiç sevmezdi kolaya kaçmayı. Boş duvarlann karşısına geçip, durdu. Hava kararmak üzereydi, işinden evine koşuşturan insanlarla, okuldan çıkmış çocuklarla doluydu sokak. Trafiğin gürültüsü bir ara kulaklarını sağır edecek kadar çoğaldı. Hafiften bir de yağmur başlamıştı. Füreya sürekli karşısındaki kolonla bölünmüş duvara bakıyordu. Bu duvan değiştiremez ileri ya da geri alamazdı. Büyültüp, küçülte-mezdi de. Binanın mimarı, onu karşısında duran yüzeye, boyutlara ve ışığa mahkûm etmişti. Füreya, Izgi'nin binasının esiriydi artık. Bir yol bulacaktı ve sevecekti bulduğu yolu. Başka çaresi yoktu. Beşinci sigarasını söndürdü ve yavaş yavaş evine geri döndü.
Sabah yedi buçukta yine aynı yerde buldu kendini. Yanında getirdiği açılır kapanır küçük tabureye çöktü. Sokaklar yeni aydınlanmıştı. Kimseler yoktu yollarda. Duvar, sessiz, sevimsiz ve karanlıktı. O, bir iki sigara bitirene kadar bir uğultu kapladı ortalığı. Sabahın ilk otobüsleri çoktan menzillerine ulaşmışlardı ama, en gürültücü kalabalığı taşıyan, en dolu otobüsler yeni yeni çıkıyorlardı seferlere. Bir yanm saatin içinde etrafı okula giden ço-cuklann cıvıltıları, temizliğe giden kadınların yakınmalan kapladı. Güneş yükseldikçe, Füreya'nm duvan da işiyor, aydınlanıyordu. Saat dokuz buçukta duvar, apaydmhk, neşe dolu bir yüzeye dönüştü. Füreya evine döndü.
Saat biri biraz geçiyordu geri geldiğinde. Öğle yemeği için annesinde bir şeyler atıştırıp, tekrar koşmuştu duvara. Yanında ta-
F19
yOKlU UU KCZ.. uiiiiiii Koifiouw UUyv.. «e______,___r
duvarı seyre koyuldu.
290 "Teyze, ne bekliyorsun burada?" döndü baktı, bir delikanlıydı soruyu soran. "Otobüs."
"Durak burada değil ki." "Biliyorum."
"O zaman otobüs beklemiyorsun." "Hayır."
"Birini bekliyorsun şu halde." "Evet," dedi Füreya. "Ben de seninle bekleyebilir miyim?" "Kimi?"
"Senin beklediğini." "Sana ne benim kimi beklediğimden." "Ortaya çıktığında sana yardımcı olurum." "Yardıma ihtiyacım yok, yavrum," dedi Füreya. "Vardır vardır. Sen kadınsın ne de olsa." "Ne demek istiyorsun?" "Yani, başına bir iş miş gelmesin." "Niye gelsin ki?" "Eee, bu işler belli olmaz, teyze." "Hangi işler oğlum?" "Bu sizin işler." "Neymiş bizim işimiz?" "Milli Emniyetten değil misin yani?" Füreya gülmemek içi zor tuttu kendini "Yoo, değilim," dedi. "Hep öyle derler. Üç ay önce, şu karşıdaki büfeyi görüyor musun, oraya bir adam geldi, tünedi satıcı gibi, günlerce gazoz sattı büfede. Sonradan öğrendik, bir komünisti mi enseleyeceklermiş neymiş."
"Ama ben Milli Emniyet'ten değilim."
"Peki ne diye gelip aynı yerde dikiliyorsun günlerdir."
"Duvar için."
"Ne duvarı?"
"Neden?"
v uı uııl.
"Bana bir şeyler söylemesi için."
Bu sefer şaşırma sırası oğlana gelmişti.
"Yokyaa!" dedi, "Ne söyleyecekmiş duvar?"
"Ben de henüz bilmiyorum. Ama bana anlatacağı bir iki şey mutlaka vardır. Bekliyorum işte."
Delikanlı uzaklaştı yanından. Yan sokaktaki dükkânlardan birine girdi. Yanında bir adamla tekrar çıktı dışarı, Füreya'yı gösterip eliyle deli işareti yaptı. Füreya'nm onlara el salladığını görünce, ikisi birden hemen dükkânın içine kaçtılar.
Haftanın sonuna doğru, Füreya ile duvarın arasında elle tutulur, gözle görülür bir ilişki başladı. Sokakta yürüyen insanların, caddeden geçen arabaların sesleri arasında, Füreya, duvarın soluğunu duymaya çalıştı. Gözlerinin önünde yavaş yavaş bir kavram beliriyordu. İki duvarı birbirinden ayırmayan, tersine birleştiren bir kavram, iki ayrı pano yerine, ikiye bölünmüş bir pano düşledi. Birbirini tamamlayan, bununla da kalmayıp, bir birliktelik yakalayan, iki bölümlü ama tek bir pano hayal etmeye çalışıyordu, gözlerini kapamış. Birden bir ses duydu arkasında.
"Duvar konuştu mu teyze?"
Gözlerini açınca, birkaç gün evvel ona sorular soran genci gördü.
"Sonunda konuştu," dedi.
"Ne söyledi?"
"Doğayı oluşturan dört ana unsurdan söz etti."
"Neymiş onlar?"
"Toprak, su, ateş ve hava."
Delikanlı ellerini kafasının hizasında tutup sallayarak, "Sen bir doktora git," dedi Füreya'ya, koşa koşa uzaklaştı. Füreya sakin sakin kâğıdını ve kalemini çıkardı çantasından, her zaman dayandığı ağaca dayanıp çizmeye başladı.
Pano, soldaki Ziraat Bankası'nm duvarından başlıyor, bir kolonla bölünüp dışarı çıkıyor, yeniden içeri girip, Başak Sigorta'nın duvarında devam ediyordu. Bir yansında sıcak renkleriyle toprak ve ateş, öteki yansında ise, soğuk renkleriyle su ve hava yer alıyor-
291
du. Böylece DirDirıne Karşıt anıa yuıc uc resim oluşuyordu panonun bütününde.
292 Doğayı, yaşamı, varoluşu, sürekliliği simgeleyen bir resim. Üs-telik, iç ve dış mekânları birbirine bağlayan, kavramsal bütünlüğü gerçekleştiren bir resim!
Füreya kabataslak çizimini bitirince, kâğıdını ve kalemini çantasına koydu. Delikanlı, dükkânın camına burnunu dayamış, içerden ona bakıyordu. Tam dükkânın önünden geçerken dışarı çıktı.
"Yarın yine duvarla konuşmaya gelecek misin?" diye sordu sırıtarak.
"Hayır, işimi tamamladım."
"Komünisti mi yakaladın."
"Çocuğumu doğurdum. Yani panomu," dedi Füreya. Hızlı adımlarla evine doğru yürüdü.
Toprak, su ve ateş, atölyesinde onu bekliyorlardı.
Füreya'nm duvarlarla sıkı fıkı ilişkisi, 'toprak ve ateş-su ve ha-va'yı yarattığı panoyla bitmedi.
Unkapanı'na Manifaturacılar Çarşısı inşa edilirken, bazı sanatçılara süslemeleri için duvarlar verilmişti. Bunlardan bazıları, ana caddeye bakan dış duvarlardı, bazıları yan duvarlardı. Kimi du-varlarsa avlunun içinde yer alıyor ama, ana caddeden de bir ölçüde görülebiliyordu.
Füreya'nm payına, bu iç duvarlardan biri düştü.
Kalktı, duvarını görmeye gitti, ilk gün gördüğü, ne çarşıydı ne de duvar.
Sadece Süleymaniye Camiini görüyordu. Cami öylesine heybetli, haşmetli ve esrarlıydı ki, etrafında ne var ne yoksa her şey si-liniyordu, onun gölgesinde. Bir duvara çöküp huşu içinde, saatlerce bu sanat şaheserini seyretti. Onun elinden ne gelebilirdi ki, bu ulu yapının eteklerine kurulacak çarşının içinde?
Yine sancılı bir doğum süreci başladı Füreya için. Günlerce gidip geldi Unkapanı'na. Saatlerce duvarının karşısında oturdu. Sabah, öğlen, akşam saatlerinin değişik ışıklarını ezberledi. Süley-maniye'nin silueti, her ışıkta bir başka gözüküyordu. En çok sevdiği, gün batımındaki görüntüsüydü.
Duvarın karşısında oturma faslından sonra, ana caddeye çıkıp, defalarca ileri geri yürüdü. Çarşı'nın önünde belki yüz sefer yaptı. Sokaktan geçen insanlar, duvarını ancak uzaktan görebileceklerdi. Demek ki, onların da gözüne batacak büyüklükte bir desen gerçekleştirmesi gerekecekti. Belki de bir değil, birden fazla, örneğin üç büyük leke... Uzaktan gözü alacak, ama ayrıntıları ancak yaklaştıkça belirginleşecek üç leke!
Her ne yaparsa yapsın, Süleymaniye Camii'nin gölgesindeki bu duvara, mutlaka sevinci, mutluluğu ve aşkı yansıtmak istiyordu. Caminin mistik havasıyla bütünleşecek, sonsuz bir huzur ve sevgi imgesi düşmeliydi duvara. Hiçbir figür düşlemeyecekti. Sadece mutluluk kavramından yola çıkacaktı. Bunu başarabilmek için, Bü-yükada'daki çocukluk günlerini, bahçedeki koşuşmalarını, anneannesinin bin bir renkli çiçeklerini düşünecekti yapıtını yaparken.
Bir şeye daha karar verdi; cam kullanacaktı, fazla eritmeden. Çünkü cam, fırın sıcaklığı artırıldığı zaman eriyor, seramiğin üzerinde sır etkisi yaratıyordu. Oysa, belli bir sıcaklıkta pişirildiğinde, erimiyor ve seramikte prizma etkisi sağlıyordu. Füreya eritmeye-cekti camını. Böylece, seramiğin renkleri, bu cam prizmadan süzülerek yansıyacaktı. Unkapanı Çarşısı'nın önündeki ana caddeden geçenler, önce duvarın üstünde oynaşan renkli ışığın şavkını görecek, lekeleri sonra fark edeceklerdi.
Çarşı'nın panosu da, yaptığı diğer duvar panoları gibi, Füre-ya'nın büyük çalışma masasının üzerinde serili duruyordu. O, gayet yavaş ve sakin fırça darbeleriyle, bir ressamın resmini boyaması gibi, sabırla sırlıyordu metrekarelerce plakayı. Kocaman panoları tasarlayıp gerçekleştirebilecek resim bilgisine sahip olduğundan, kolay ve rahat üretebiliyordu. Panonun sırlanması bittiğinde, masanın üzerinde gri bir alan meydana geliyordu. Plakalar fırınlanıp masaya serildiklerinde, ortaya çıkan renk cümbüşüne şaşıp kalıyordu öğrencileri. Özellikle de Binay. Füreya'nm bu doğurganlık anlarında, Binay, Bingül ve Tüzüm, ona yardımcı olmak için, etrafında kelebekler gibi uçuşarak çalışıyorlardı, hiç konuşmadan. Duyulan tek ses, fırça darbelerinin çıtırtısının yanı sıra, Mozart veya Beethoven konçertolarının çağıldayan sesi oluyordu.
293
I
Manifaturacılar Çarşısı'nın karoları duvara monte edilirken, 294 avluya doluşmuş olan çocuklar, iskelede işçilerle birlikte çalışan pantolonlu kadını seyrediyorlardı hayretle. Kadın zayıftı ve çevik bir keçi gibi, hiç gocunmadan inip çıkıyordu iskeleye. îriyarı, yaşlı başlı işçiler, ona bir kraliçe muamelesi yapıyorlardı âdeta. Şaşkındı çocuklar. Montaj henüz tamamlanmamıştı ama, lekelerin üçü de eni konu belirginleşmişlerdi duvarda.
Birden çocuklardan biri bağırdı.
"Şuraya bakın, iki kuş öpüşüyorlar!"
Füreya iskelenin üzerindeydi. Güçlükle arkasını dönerek, aşağıda cıvıldayıp duran çocuklara baktı.
"Hanginiz söyledi bunu?" diye seslendi. Sıska bir oğlan öne çıktı.
"Ben!" dedi.
"Kuş mu gördün orada?"
"Evet."
Füreya üşenmedi, indi iskeleden. Çocuğu yanına çağırdı.
"Kuşu nerde gördüğünü göster bakayım."
Çocuk birkaç adım geriledi. Füreya takip etti çocuğu. Eliyle
işaret etti oğlan.
"Nah orada, işte, kuşlar gaga gagaya vermiş, öpüşüyorlar." Dondu kaldı Füreya. Hiç tasarlamadığı halde, çocuğun işaret ettiği yerde masalsı iki kuş kafası beliriyordu. Tıpkı öpüşür gibiydiler. Haklıydı çocuk. Biraz daha geriledi iyice görebilmek için.
'Ne iyi etmişim de, elimi çocukluk anılarımın yönlendirmesine izin vermişim/ dedi kendi kendine. Duvarında, cam prizmanın ışığında, mutluluk, sevgi ve sevda yansımaktaydı... Tam düşlediği gibi!
Pentimento
(Osmanoğlu Kliniği)
Aynı odadayım yine. Bir giriyorum bir çıkıyorum bu kliniğe. Odamı, nasıl olsa geri döneceğimi bildikleri için, boş tutmaya gayret ediyorlar. Burası ikinci evim olmuş durumda. İlla bir ikinci evim olacaksa, bunun Bodrum koylarından birinde duran bir tekne olmasını isterdim. Ama benim, bir ikinci eve ya da tekneye yetecek param olmadı hayatım boyunca. Yoo, şikâyet ettiğimi sanmayın sakın. Kimseye muhtaç olmadan yaşamasını becerebildim bir ömür. Sanatımın getirdiği gelir, ancak yaşamın günlük akışın-daki masraflarımı karşılamaya yetti. Burası Türkiye. Burada sanatçılar, yazarlar, müzisyenler hiçbir zaman onları zengin etmeye yetecek parayı kazanamazlar. Gerçek sanatçılar her zaman olduğu gibi, yine yolsuz. Olsun! Belki de yaratıcı olabilmenin bir bedelidir yoksulluğun verdiği tevekkül ve alçakgönüllülük.
Kuşu beklemekteyim yine. inadı tuttu bir kere, gelmiyor. Oysa eminim biliyordur kendi türünün hayatımdaki yerini. Ne çok kuş yapüm ömrüm boyunca. Onlar özgürlüğü ve engini simgeledikleri için değil, plastik biçimleri ilgimi çektiği için de çok uğraştım kuşlarla. Kumrular, güvercinler ve baykuşlar yaptım. Evet, baykuşlar! Kuşlarımın arasında, en çok da insanların uğursuz kabul ettiği baykuşu sevdim nedense. Soylu bir güzelliği vardı bu kuşun. Diğer kuşlardan farklıydı. Karanlığı gören gözleriyle, kendini uğursuz sanan aptal insanlara, alaylı bir ifadeyle tepeden bakar baykuş. Boşuna 'baykuş' dememişler ona, yani beylerin kuşu...
Ama o sığırcıklar var ya, daha önce de sözünü ettiğim... Onla-
n bir panoya işlemem, sanırım, sanat nayatımm en Kayoa aeger olayı idi. Beyaz zeminin üstünde uçurmayı başardığım sığırcıkla-296 rm öyküsünü anlatmayı bitirdiğimde, içimden bir ses, benim ku-şun gelip pencereme konacağını söylüyor. Çünkü artık, dayanılmaz bir hasretle bekliyorum onu.
1968 yılının sonlarına doğru, sadece beyaz ve siyah renklerden oluşan bir işe karşı, müthiş bir istek başlamıştı içimde. O günlerde duvarlarla fena halde haşır neşir olduğumdan, yine üstünde sere serpe çalışabileceğim bir duvar düşlüyordum. Bana duvar sunan çoktu da, herkes renkli istiyordu duvarını. Ama karar vermiştim bir kere. Asla ödün vermeyecektim renklerimden. Bunun dışında, ne bir form ne de bir desen vardı kafamda. Sadece, siyah ve beyaz!
Bir akşamüstü, evime çay içmeye uğrayan mimar dostum Abdurrahman Hancı'ya açtım derdimi.
"Yahu Füreya, şu anda neyle meşgulüm, biliyor musun?" diye sordu.
"Neyle?" dedim.
"Divan Oteli'nin iç düzenlemesiyle uğraşıyorum. Otelin pastanesinde, tezgâhın arkasına yerleşecek duvar için bir çözüm arıyordum. Hay aklınla bin yaşa sen."
"Beni anlayamadm. Ben sadece siyah ve beyaz kullanmak istiyorum."
"iyi ya," dedi Abdurrahman Hancı, "Vitrinde duran renk renk pastalarla, keklerle, turtalarla yarışmayacak bir renk lazım oraya. Aynı zamanda da temizlik duygusu verecek bir renk. Bu beyazdan başkası olabilir mi?"
"Siyahımdan vazgeçmem ama." "Geçme," dedi Abdurrahman.
Kulaklarıma inanamıyordum. Şansıma inanamıyordum. Tanrı bir kez daha, tam istediğim boyutta bir duvarı lap diye kucağıma bırakıvermişti. Sevgili kuluydum. Evet evet, hiç şüphem yoktu, beni sevmeye başlamıştı yukardaki. Bu sevgiyi sanata olan sevdama borçlu olabilir miydim? Ne de olsa, onun doğası da eşi bulunmaz bir sanat eseriydi.
Duvarımı bulmuştum. Rengimi de bulmuştum. Ama ne yapacağımı bilemiyordum henüz. Günde birkaç kez gidip geliyordum
uıvan uteıı ne. Aiıantan evime çoıcyaKindı da otel, aklıma estikçe fırlıyordum evden.
Sonra bir gün, otelin önündeki ağaçlara tünemiş sığırcıkları gördüm. Arada bir, hep birlikte havalanıyorlar, yine gelip ağacın dallarına konuyorlardı. Akşamüstüydü. Gök boşluğunda küçücük kanatlarını çırpıp duran kuşların, bu doğa mucizesinin kimse farkında değildi, işi vardı herkesin. Ben, ayakta dikilip uzun uzun seyrettim onları. Çocukluğumda Ada'da annemle göçlerini seyrettiğim leylekleri anımsatıyorlardı bana. Evet, kanat çırpan tüm kuşlar için yapacaktım panomu. Divan Oteli'nin önündeki ağaçların siyah kuşları, dallardan havalanacak, yükselecek sonra da süzülerek içeri girecek ve pastanenin beyaz duvarında yerlerini alacaklardı. Hep orada kalacaklardı, ben gittikten sonra bile.
Bir tanesi olsun aralarından sıyrılıp, kanat çırparak gelip pencereme konmaz mı?
Haydi kuş haydi, bekliyorum.
Oysa beklemeyi hiç sevmem ben. Ne bekletirim başkalarını ne de ben beklerim, on, bilemediniz on beş dakikadan öte. insanları bekletmeyi, görgüsüzlük ve saygısızlık olarak belletmişlerdi bana, taa çocukluğumda.
"En büyük ayıplardan biridir," derdi anneannem, "Beyefendiler ve hanımefendiler, zamanında hazır olmayı bilen kimselerdir, kızım. Birisi gecikti miydi, notumu hemen veririm ben; aile terbiyesi eksikliği."
Anneannem haklıydı da görüşünde, bendeki bu beklemeyi sevmemek, daha çok tezcanlı olmamdan kaynaklanıyor aslında. Bir şeyi kafama koydum mu, hemen olsun isterim. Bu yüzden, sırf bu tezcanlıhğım yüzünden, beklemeyi sevmediğim, sabrede-mediğim için, bazı kalpler de kırdımdı zamanında.
Beni hiç affetmedi Afife. Kızını ondan çaldığımı zannetti durdu. Oysa, bir insanı bir başka insandan çalmak mümkün olabilir mi, hele de annesinden?
Sara'yı evlat edinmek istememden doğal ne olabilirdi ki? Tek vârisim oydu. Zaten ona kalacaktı her şeyim. Evlat edinmekle, ilerde bir gün, onun hakkının yenmesine mani olacaktım. Servetim, mücevherlerim yoktu. Yıllarca önce, hırsızın tayyörümün ya-
297
kasında unuttuğu, bana kalan yegâne mücevherimi, Kus ışı gül broşumu da Sara'ya vermiştim zaten. Ama ölümümden sonra, ya-298 pıtlarıma başkaları göz dikemeyecekti, atölyeme sadece o sahip çıkacaktı. Karşılığında, soyadı bile değişmeyecekti Sara'nm.
Bu fikri kafama Mehmet Ali ile Adalet sokmuşlardı. Onların da çocuğu yoktu, benim gibi ama Müşerrefleri vardı. Ben onlarda tanımıştım Müşerrefi. Şakir Paşa Apartmam'nm bir müteahhide kat karşılığı verilmesinin gerekli kanuni işlemlerini yapıyordu bizim aile için. Gencecik, dünya güzeli bir kızdı. Ben, Aliye, Fahrü-nissa, hepimiz her türlü işimizin görülmesi, haklarımızın korunması için vekâletnamelerimizi ona vermiş ve zaman içinde onu çok sevmiştik. Sanki Mehmet Ali dostumuzun avukatlık bürosunda çabşan bir stajyer avukat değil de hepimizin kızıydı. Kardeşimiz gibiydi demeye bile dilim varmıyor. Çünkü, sonunda bir evlat kadar yakın olmuştu bize. Şakir Paşa ailesinin tüm fertlerinin bütün kaprislerini, dertlerini, sorunlarını gıkı çıkmadan çözüyor, bir de üstüne sevgi veriyordu hepimize. Onsuz hiçbir şey yapamaz hale gelmiştik. Başımız sıkıştı mı, hemen Müşerrefe koşuyorduk. Bir gün Mehmet Ali ve Adalet'le içkilerimizi yudumlarken,
"Şu Müşerref olmasa bizim ailenin hali ne olur acaba?" demiştim.
"Bunu biz de düşünüyoruz," demişti Mehmet Ali, "Müşerref olmasa Adalet ile ben ne yapardık. Artık büromun bütün işlerine o bakıyor. Yetmiyormuş gibi bir de sağlık sorunlarımızla uğraşmakta. Evladımız olsa daha yakın olamazdık."
"Çocuklarımız yok ama, benim Sara'm var, sizin de Müşerrefiniz."
"Sara hiç olmazsa senin yeğenin Füreya. Vârisin o. Ya, biz nasıl ödeyeceğiz hakkımızı Müşerrefe? Adalet'e diyordum ki, bunun tek bir yolu var."
"Neymiş o?" diye sormuştum.
"Müşerrefi evlat edinmek."
"Annesi babası varken, mümkün mü?"
"Kabul ederse, evet. Ben araştırdım, aramızda kanunun emrettiği yaş farkı da var..."
"Mehmet Ali, ben de Sara'yı evlat edinebilir miyim?" "Şakir'le karısı isterler mi?" diye sormuştu Adalet. "Sadece Sara'nm kabul etmesi gerekiyor. On sekiz yaşma gel- 299 meşini bekle," demişti Mehmet Ali.
Sara benim nüfusuma geçebilecekti demek. Benim kızım olabilecekti.
"Zaten senin kızın o," demişti bana annem. "Ne diye uğraşıyorsun? Afife'yle Şakir, hoşlanmayabilirler bu işten."
Sara ister miydi? Günlerce uyku tutmamıştı beni. Cimcoz'lar, Müşerrefi evlat edinebilmek için gerekli evrakları hazırlarken, keşke benim evraklarımı da hazır etseler, diye düşünüyordum, öylesine kafama yerleşmişti ki bu, elimdeki işleri bile doğru dürüst yapamaz olmuştum.
"Sara," demiştim sonunda, "Cimcoz'lar Müşerrefi evlat ediniyorlar. Ben de seni nüfusuma geçirsem, neyim var neyim yok sana kalırdı."
"Zaten bana kalacak, Fifoş anne," demişti Sara, "kardeşim yok ki benim."
"Kızım öyle de, annen olmadığım için, sen ancak yeğenim olarak miras haklarımdan yararlanabiliyorsun. Başka akrabalar çıkabilir, kendilerine de pay düştüğünü söylerler, uğraşır durursun. Evladım olsaydın başka kimsenin mirasım üstünde hak iddia etmesi mümkün olmazdı."
"Ben zaten kızınız sayılırım. Soyadımız bile aynı."
"işte ben de sırf bu yüzden sorabiliyorum bunu. Adını dahi değiştirecek olmadıktan sonra, niye yapmayalım."
"Annemle babama sormadan mı?"
"Onlar bir kere karşı çıkarlarsa, yapamayız. İstersen hiç kimse bilmesin. Gerçek, ben ölünce meydana çıkar."
"Annem babam duyarlarsa.
"Duymazlar. Soyadın değişmeyeceği için, sadece ikimizin arasında kalır. Söz veriyorum. Bir de Müşerref bilecek haliyle. Onu da Cimcoz'lar evlat ediniyorlar, biliyor muydun?"
Dostları ilə paylaş: |