Beylikler Devri mimarisinde, Batı Anadolu’ya yaklaştıkça artan yenilikler ve kuvvetli geliştirme iradesi, Osmanlılarda en yüksek ifadesini bulmuştur. Aydınoğullarının, önünde son cemaat yeriyle tek kubbeli diğer camileri, genel tablo içerisinde ayrı bir özellik göstermezler, türbelerde de durum aynıdır.
Anadolu’nun en güneybatısında Beylik kuran Menteşe Türkmenleri de mimaride komşuları Aydınoğullarından geri kalmayan bir canlılık göstermişlerdir. Erhan Bey zamanında, 1330’da Milâs’ta yapılan Hacı İlyas Camii, düz ahşap çatılı olmakla beraber, bütün cepheyi kaplayan, kiremit örtülü, üç kubbeli son cemaat yeri ile önem kazanır. Kubbeleri taşıyan payeler, yan kubbeler önünde, arada birer sütunla çift sivri kemer halinde, orta kubbede ise yüksek ve geniş bir sivri kemer olarak değişik bir ritmle öne açılmaktadır. Batı yanında, açık bir merdiven üzerindeki balkon biçiminde minaresi, Milâs için karakteristik olmuştur.
1378’de Ahmed Gazi’nin bol spoli malzeme ile yaptırdığı Milas Ulu Camii, payeler üzerine kıbleye dikey uzanan üç nefli bir yapı olup, doğudaki çapraz tonozlarla batıdaki nef ve mihrap önü kubbesi ile daha geniş ve yüksek orta nef, düz tonozla örtülmüştür. Plân, Selçuklu camileri geleneğine bağlıdır. Mihrap önü kubbesi, yedi sıra basit mukarnas dolgulu pandantiflere
oturmaktadır. Minaresi dıştan merdivenli balkon şeklini tekrarlıyor.
Osmanlıların ilk fetih yılında, Yıldırım Bayezid’ın Menteşe valisi Hoca Firuz’un, Milâs’ın en muhteşem eseri olarak 1394’te yaptırdığı Firuz Bey Camii de, Menteşeli mimarisi içinde görülebilir. Bunun plânı, Osmanlıların ilk yıllarında, daha Bursa’da Orhan Camii’nde (1339) gelişmiş olarak görülen biçiminde sıralanmış kubbelerle, yan mekânlı veya zâviyeli camiler grubuna girer.
İznik’te, Nilüfer Hatun İmareti (1388) de aynı plânda yapılmıştır. Firuz Bey Camii’nde, payeler üzerine beş sivri kemerle bütün kuzey cephesini kaplıyan son cemaat yeri, orta bölümde bir kubbe ve yanlarda iki kemer boyunca birer tonozla örtülmüştür. Ortadaki üç kemer, Bursa Orhan Camii son cemaat yerinin orta kemeri gibi zikzak biçiminde yivlidir. Yandaki kemerlerin altında geometrik yıldız ve geçmelerle dört korkuluk şebekesi ve kemer ayaklarının mukarnas konsolları ile zenginlik artırılmıştır.
Diğerlerinden daha alçak olan giriş bölümü, iç içe kareler halinde, bindirme tekniği ile taştan bir örtü ile taşınmaktadır ki, hemen yakınında bulunan bir Roma mezar yapısında aynı teknik görülür. Giriş bölümünün iki yanında, mukarnaslı yivli tromplarla birer kubbeli oda sonra biraz değişik tromplarla mihrap önü kubbesinin örttüğü ileri çıkıntı yapan asıl mekân yer alır. Dört taraftan mukarnas bordürle çevrili ve beş sıra mukarnaslı mihrap nişi, porfir köşe sütunları, niş içinde yazı ve kandil motifleri, köşe dolgularında rumi ve palmet kabartmalarla şahâne bir üslûp gösterir.
Buradaki rumî ve palmetler sonra Bursa âbidelerinde çinî ve taş olarak devam ettirilmiştir. Mihrap pervazına dikey olarak mimar Musa bin Abdullah ile nakkaş Musa bin Adil’in adları yazılıdır. Minber yenidir. İki kat halinde, değişik kemer ve söveli pencerelerle cami, dıştan gri, yeşil, sarı, mor damarlı ve benekli mermer bloklarla kaplanmış zengin mukarnaslı pencereler renkli kama taşı geçmelerle süslenmiştir. Batı taraf pencereleri sadedir. Mukarnas bordürlü ve renkli kilit taşları ile süslü dar ve uzun bir portali vardır. Firuz bey Camii, plânı ve mimarisi bakımından getirdiği yeniliklerle, XIV. yy. sonundaki erken Osmanlı camilerini etkilemiştir. Camiin yanında, bir sıra halinde uzanan kubbe, çapraz tonoz ve beşik tonozla örtülü 12 odalı, basit medresesi harap durumdadır.
Yıldırım Beyazıd’dan sonra tekrar beylik haline gelen Menteşelilerden İlyas Bey’in, 1404’te Balat (Milet) da yaptırdığı Cuma Camii, 14 m. çapındaki tromplu kubbesi ile, tek kubbeli camilerin gerçekten en abidevî ve gösterişli eseridir. Kare plândan kubbeye geçiş geniş Türk üçgenleri ile başlayıp, mukarnaslar ve istiridye biçiminde tromplarla nihayetleniyor. Trompların süslemeleri ve dolguları birbirinden farklıdır. 7,35x5,20 m. boyutlu muhteşem mihrap, birçok bordürler ve mihrap nişinin altı sıra mukarnasları ile mekâna hakimdir.
Ana cephenin ve son cemaat yerinin yerini alan, eyvan gibi büyük kemerlerle çevrilmiş üç bölümlü portali, mermer şebekeler ve renkli kama taşlarıyla çok caziptir. Selçuklu havasını taşır. Bursa kemeri ile içeri açılmaktadır. tamamıyla mermer kaplamalı cepheler, iki sıralı ikişer pencereli olup, herbiri farklı süslemelerle işlenmiştir. Oluklu silmeler, aşağıdan yukarı, iki pencereyi içine alır. Çok itinalı ve kaliteli taş süslemeler, Firuz Bey Camii’nden daha çok gelişmiştir.
Evvelce bakır kaplamalı olan kubbe, 1905 tamirinde kiremitle örtülmüştür. Cami kuzeyinde bir türbe ve yanlarda medrese odaları ile külliye halinde idi. Türbesi harap olmuş, medrese odalarından doğuda yalnız biri kalmıştır. Buradan külliye fikri, açık revaklı avlu, iki katlı pencereler, mermer kaplama ve renkli taş süslemeler, erken Osmanlı mimarisini etkilemiş olmalıdır. Fakat İznik Yeşil Cami (1378) mimarisi de İlyas Bey Camii’ne etki yapmıştır, denebilir. Münasebetler karşılıklı olmuştur.
Ahmet Gazi’nin, 1375’te, Peçin’de, kesme taş ve moloz taşından yaptırdığı medrese, revaksız havuzlu avlunun etrafını çeviren düz tonozlu on hücre ile, büyük eyvanın yerini alan Ahmet Gazi’nin kubbeli türbesinden ibarettir. Güneyde, iki yandaki merdivenler düz toprak dama götürür. Türbenin iki yanındaki odaların üstünde ikinci bir kat vardır. Sivri kemerli gotik portal, cepheden ileri fırlayan abidevî bir görünüştür.
Türbe de, gotiğe çalan geniş, sivri bir kemerle avluya açılmaktadır. Köşe dolgularında bayrak tutan iki arslan kabartması ile birer taş levha vardır. Sağdaki bayrakta, Ahmet Gazi’nin adı yazılıdır. Niğde Sungur Bey Camii’nin (1335) kuzey portali ve pencere şebekelerinde görülen gotik etkiler, ondan kırk yıl sonra, Peçin’de Ahmet Gazi Medrese ve türbesi potalinde kendini belli etmektedir. Bunlar Akkâ’da ve diğer şehirlerde, bir de Kıbrıs’ta bulunan katedrallerle, doğu gotiğinden gelen etkilere bağlanabilir. Peçin ve civarında, Menteşelilerin, önünde çapraz tonozlu son cemaat yeriyle Kepez Yelli Cami, Turgut köyünde İlyas Bey Camii gibi tek kubbeli diğer camileri, tonozlu odalar ve tonozlu bir eyvanla surlar dışında Karapaşa Medresesi ile Kepez mevkiinde aynı plâna benzer diğer bir medrese rahlesi, mimari bakımından belirli bir yenilik getirmez.
Beylikler devrinde, Anadolu Türk Mimarisinde ortaya çıkan ve batıya doğru uzadıkça daha fazla beliren bütün yenilikler ve başlangıç halindeki üslup gelişmeleri, yine bu beyliklerden biri olup, sonraları hepsine hakim olan Osmanlılar’ın elinde en iyi şekilde değerlendirilip, dünya çapında bir Osmanlı Türk Mimarisi’nin yaratılmasına yol açmıştır.
KAYNAKLAR
ASLANAPA, Oktay: Türk Sanatı, C. I, II, İstanbul 1972-1973.
ERDMANN, Kurt: “Zur türkischen Baukunst seldschukischer und osmanischer Zeit” İstanbuler Metteilungen, 8, 1958, s. 1/39.
GABRİEL, Albert: Monuments turcs d’Anatolie, 2 cilt, Paris 1931-34.
GABRİEL, Albert: Voyages archeologiuques dans la Turquie Orientale. Avec un recueil d’inscriptions arabes par Jean Sauvaget. Paris, 1940.
KURAN, Aptullah: Anadolu Medreseleri, C. I, Ankara, 1969.
BAKIRER, Ömür: “Anadolu’da XII. yüzyıl tuğla minarelerinin konum, şekil, malzeme ve tezyinat örnekleri”, (A study on thirteenth century brick minarets in Anatolia) Vakıflar Dergisi, IX, 1971, s. 337-365 ing. Özet).
ERDMANN, Kurt: Das anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts. Teil I. Katalog. Text, Abbildungen. Berlin 1961. (2. Cilt). İstanbuler Forschungen Bd. 21.
OTTO-DORN, Katharine: “Bericht überdie Grabung in Kobadabad 1966”, Archaologischer Anzeiger, 1969, 438-506.
ÖZERGİN, M. Kemal: “Anadolu’da Selçuklu kervansarayları”, Tarih Dergisi, 20, 1965, s. 141-170.
TURAN, Osman: “Selçuk Kervansarayları”, Belleten, X, 1946, s. 471-495.
GLÜCK, Heinrich-DIEZ, Ernst: Die Kunst des Islam. Berlin, 1925. (Propylaen Kunstgeschichte V. ).
GRUBE, Ernst: The World of Islam. New York, 1967.
KAFESOĞLU, İbrahim: Selçuklu Tarihi. İstanbul 1972.
KAFESOĞLU, İbrahim: Selçuklular Maddesi 1964, Isl. Ansk.
KÜHNEL, Ernst: “Die İslamische Kunst”, Şu kitapta: A. Springer, Handbuch der Kunstgeschich der Kunstgeshichte Die aussereuroplische Kunst. Leipzig, 1929, s. 369-548. Die Kunst des Islam. 2. Baskı, Stutgart, 1962.
AKOK, Mahmut: “Diyarbakır Ulucami mimarî manzumesi”, Vakıflar Dergisi, VIII, 1969, s. 113-139.
ALTUN, Ara: “Mardin’de iki Artuklu Medresesi”, Sanat Tarihi Yıllığı, III, 1969-70, s. 253-263.
BAKIRER, Ömür: “Anadolu’da XIII. Yüzyıl tuğla minarelerinin konum, şekil, malzeme ve tezyinat örnekleri”, (A Study on thirteenth century brick minarets in Anatolia). Vakıflar Dergisi, IX, 1971, s. 337-365 (s. 363-65 İng. Özet).
ELDEM, Halil Edhem: Anadolu Selçukluları devrinde mimari ve tezyini sanatlar. Ankara (t. s. ), (Türk Tarihinin Ana Hatları, seri I, No. 4).
ERDMANN, Kurt: Das Anatolische Karavansaray des 13. Jahrhunderts, 2 cilt, Berlin, 1962.
ORAL, M. Zeki: “Konya’da Alâüd-din Camii ve Türbeleri”, Yıllık Araştırmalar Dergisi, I, 1956 (1967), s. 45-75.
OTTO-DORN, Katharina: “Bericht über die Grabung in Kobadabad 1966” Archaeologischer Anzeiger, 1969, 438-506.
ÖZERGİN, M. Kemal: “Anadolu’da Selçuklu Kervansarayları”, Tarih Dergisi, 20, 1965, s. 141-170.
TURAN, Osman: “Selçuk Kervansarayları”, Belleten, X, 1946, s. 471-495.
ÖGEL, Semra: Anadolu Selçuklularının Taş Tezyinatı, Ankara, 1966.
Selçuklu Dönemi Kültür
Ortamından Bir Kesit: XII. Yüzyıl
Prof. Dr. Aynur DURUKAN
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
nadolu Selçuklu Dönemi’nin ilk evresinin (1075-1192) siyasal ve kültürel tarihini kısaca ortaya koymaya çalışacağım bu yazıyı hazırlarken karşılaştığım sorunların başında, Selçuklu Dönemi’nin erken safhasına ait kaynaklarının çok sınırlı olması gelmiştir. Bununla birlikte, mevcut dönem kaynakları (yapım kitabeleri, vakfiyeler ve tarihler başta gelmek üzere) aracılığıyla, yine de dönemin kültür ortamı hakkında söylenebilecekler olduğu kanısındayım.
Dönemin siyasal tarihi ile ilgili kaynak ve yayınların pek doyurucu olduğunu söylemek mümkün değildir. Dönem tarih kaynaklarından İbn Bibi ve Anonim Selçuknâme’nin1 yanı sıra, Azimî, İbn ül-Ezrak, İbn Şaddad, Kamal al-din, Mateos, Michel ve Abu’l-Farac2 ile özellikle erken dönem hakkında önemli bilgiler içeren üç Bizans kaynağı3 belirtilebilir.
Dönemin siyasal tarihi ve dolaylı olarak kültür yaşamı konusundaki en kapsamlı yayınlar, kültür yaşamına yönelik bazı verileri de değerlendirerek Selçuklu dönemini yalnızca ülkemize değil, dünyaya da farklı boyutlarıyla tanıtan O. Turan’a aittir.4 Ayrıca, E. Merçil’in bir kitabında da, Selçukluların siyasal ve kültürel yaşamına yönelik önemli bilgiler mevcuttur.5 Bu arada C. Cahen’in, ikisi dilimize çevrilmiş bazı yayınlarını da ihmal etmemek gerekir.6 Selçuklu dönemi ticaret etkinliklerini ve sosyal yapısını ele alan kapsamlı kitaplardan biri Ş. Turan’a, diğeri ise T. Baykara’ya aittir.7 Erken dönemi pek içermemekle birlikte, Yakındoğu Ticareti konusunda en kapsamlı yayınlardan biri de W. Heyd’in iki ciltlik kitabıdır.8
D. Kuban’ın iki kitabı ile bir makalesi Selçuklu kültür hayatına ve sanatına yeni bakış açıları getirmektedir.9 O. Arık’ın makalesinde, Selçuklu kültür yaşamının genel bir değerlendirmesi yapılmıştır.10 S. Ögel’in bir makalesi ile benzer içerikteki iki kitabında Selçuklu kültür hayatı ve sanatı bağlamında önemli değerlendirmelere yer verilmiştir.11 Konu ile ilgili en son yayınlar olması ve bir tarihçinin gözüyle kültür yaşamına yaklaşılması açısından A. Sevim’in genel nitelikteki iki makalesini de unutmamak gerekir.12
Selçuklu kültür yaşamının biçimlenmesinde baş rolü oynayan yapı banilerine/kurucularına yönelik dört yayından söz edilebilir. Bunlardan H. Crane’in makalesi, Selçuklu Dönemi’nde bani konusuna genel bir girişten sonra, eserleriyle banilerin büyük bir bölümünün listesini veren çok önemli bir çalışmadır.13 Bu çalışmaya tarafımdan yapılan yeni bir yayın eklenebilir.14 Kadın banilere yönelik iki yayın bulunmaktadır.15
Selçuklu kültür yaşamının oluşmasında önemli katkıları olan sanatçılarla ilgili altı yayından söz edilebilir. L. Mayer’in İslâm mimarlarını ve ahşap ustalarını tanıtan kitaplarında Selçuklu sanatçılarının bir bölümüne de yer verilmiştir.16 Z. Bayburtluoğlu’nun ahşap ustalarını, başta mimar ve mütevelliler olmak üzere yapım etkinliğine katkısı olan kişileri ele alan kitapları bu konudaki en kapsamlı çalışmalardır.17 Z. Sönmez’in Selçuklu ve Beylikler dönemi sanatçılarını eserleri ve kitabeleriyle birlikte tanıtan kitabı alandaki önemli yayınlardandır.18 Konuyla ilgili son yayın tarafımdan yapılmıştır.19 Bu yayınlara karşın, Selçuklu kültür hayatının elimizdeki veriler çerçevesinde tüm boyutlarıyla değerlendirildiğini söylemek yine de mümkün değildir.
Amacım, dönemin kültür ortamını tarihsel bir perspektif içinde ele almaktır. Bu nedenle, önemli tarihi olaylar ve kültürel etkinlikler bir arada sunulacaktır. Bir dönemin kültür yaşamını tarihinden soyutlamanın mümkün olduğu kanısında değilim.
Konuya tarihsel perspektif içinde bakmadan önce bir-iki hususu vurgula
mak istiyorum. Anadolu’nun İslâmlaşma süreci Selçuklulardan çok daha önceleri başlamıştır.
Özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesi söz konusu olduğunda bu süreci Hz. Ömer (639-661) ve Emeviler (661-750) zamanına kadar geri götürmek mümkündür. Günümüze gelen eserler bağlamında örnek pek fazla değilse de, Anadolu’nun büyük bir bölümünün 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’nı izleyen yıllarda ele geçirilebilmesinde bu oluşumun önemli bir payı vardır. Nitekim, Diyarbakır, Mardin ve Urfa gibi yerleşmelerimiz Selçuklu Dönemi öncesinde büyük ölçüde İslâmlaşmıştı. Buralarda, başta Emevi ve Abbasilerin (750-869/898-930) egemenlikleri olmak üzere Şeyhoğulları (869-898), Hamdaniler (930-980), Büveyhiler (978-982), Mervanoğulları (984-1085), Büyük Selçuklular (1086-1093) ile Suriye Selçukluları’nın (1093-1097) egemenliklerinden söz edilebilir. Bu sülalere, Büyük Selçuklulara tâbi olan İnaloğlu (1097-1183) ve Nisanoğulları’nı (1142-1183) da eklemek gerekir. Bölgede, Türkmen beyliği olan Artukluların egemenliği ancak 12. yüzyılın son çeyreğinde başlamıştır (1183-1232; 1298-1393).
Erken dönemde, Şanlıurfa ilimize bağlı Harran önemli yapılarla donatılmıştır. Kuşkusuz Türk egemenliği öncesinin en önemli eseri Diyarbakır’daki Ulu Cami’dir. İlk yapımları Antik Dönem’e geri giden Diyarbakır, Silvan, Mardin, Harput’taki surlar ve kaleler bu dönemlerde önemli onarımlar geçirmişlerdir (Resim 1). Ayrıca, Diyarbakır’ın güneyinde, Yenikapı yakınındaki Dicle Köprüsü’nden söz edilebilir. Güney yüzünde, kemerler ile korkuluk arasındaki çiçekli kufi kitabesinden 1064-65 yılında Kadı Ebu’l Hasan Abdülvahid’in yönetiminde mimar Ubeyd’e yaptırılmış bir Mervanoğlu eseri olduğu anlaşılmaktadır. 10 gözlü bazalt taşlarla yapılmış köprü 180 m. uzunluğundadır.
Selçuklu sanatı yerine Selçuklu Dönemi sanatı kavramının kullanılması daha doğru olacaktır. Çünkü, Anadolu’da Türkmenler arasında egemenlik mücadelelerinin yaşandığı 12. yüzyılda, Selçuklular dışında özellikle iki önemli beylikten söz etmek gerekir (Resim 2). Bunlardan biri olan Artuklular Güneydoğu Anadolu’nun hakimi konumundadırlar. Ancak, asıl mücadele Orta Anadolu’da, özellikle Selçukluların Konya’yı başkent yapmalarından sonra Danişmendoğulları (1095-1175/80) ile yaşanmıştır. Ayrıca, Doğu Anadolu’da, büyük ölçüde Selçuklulara tâbi olan iki beylik, Saltuklular (1080-1201) ve akılcı politikaları sonucu uzun ömürlü olan Mengücekoğulları (1071-1252), dönemin önemli eserlerine damgalarını vurmuşlardır.
12. yüzyıla aslında sanat etkinlikleri açısından egemen olan Selçuklular değil, başta Artuklular ve Danişmendliler olmak üzere beyliklerdir. Bu dönemi belki de, “Selçuklu Devleti’nin egemenliği altındaki beylikler safhası” olarak görmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
12. yüzyılda yapım etkinlikleri büyük ölçüde sultanların ve beylerin patronluğunda gerçekleştirilmiştir. Bu kişilerin dönem kaynakları aracılığıyla kesin olarak belgelenebilen eserlerinin sayısı 134’tür. Bu eserlerin büyük bir bölümü anıtsal ölçekte tek yapılardır. Bu eserlerin ortaya konmasında 38 baninin yanı sıra, yapım yöneticileri ve sanatçıların da önemli katkıları vardır. Ne yazık ki dönemin mimarlık ürünlerinin yarıdan çoğu günümüze gelememiştir. Bu nedenle, banilere kıyasla yapım yöneticisi ile sanatçı ad ve ünleri daha sınırlı kalmaktadır. Kitabe ve vakfiyeler aracılığıyla saptayabildiğim yapım yöneticisi sayısı 7, sanatçı sayısı ise 5’dir. Söz konusu yapım yöneticisi ve banilerin kimisi birden çok eserin yapımında çalışmışlardır. Sadece bu veriler dahi, dönemin yapım etkinliklerinin boyutu ve içeriği hakkında yeterince fikir verebilmektedir.
Mimari alandaki ürünlerin zenginliği şehir yaşamının canlılığını ve boyutlarını ortaya koymaktadır. Selçuklu çevresinde başkent Konya’nın yanı sıra, özellikle ülkelerarası yoğun ticaret ilişkileriyle gelişen başta Kayseri, Sivas, Malatya ve Diyarbakır olmak üzere birçok şehirde kalabalık bir nüfusun barınmaya başladığı ve gelişmiş şehir yaşamının gereği olan hemen her tür yapının inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yapım etkinliğini belki bazı ana başlıklar altında vermek konuyu daha anlaşılır kılacaktır. Yapı türleri olarak dokuz ana grup karşımıza çıkmaktadır: 1) Askeri yapılar: Surlar, kaleler ve şehir kapıları; 2) İdari yapılar: Saraylar ve köşkler; 3) Dini yapılar: Camiler, mescitler ve namazgâhlar; 4) Eğitim yapıları: Mektepler, medreseler, darülhadis ve kütüphane; 5) Sağlık yapıları: Maristan; 6) Dini ve sosyal yardım kurumları: Darülacezeler; hânkah, tekke ve zaviye türünde tarikat yapıları; 7) Ticaret yapıları: Şehir içi ve dışı hanları, bedesten ve çarşılar; 8) Su yapıları: Hamamlar ve çeşmeler; 8) Diğer bayındırlık yapıları: Köprüler; 9) Mezar yapıları: Türbeler.
İlginç olan bir özelliğe de işaret etmek istiyorum. Selçuklu Anadolusu’nda, Osmanlılar da dahil olmak üzere Anadolu ve Anadolu dışındaki tüm İslâm çevrelerinden farklı olarak yapım etkinliğinin odağını camiler değil, tüm etnik gruplardan büyük kitlelere hizmet veren ticaret ve sağlık yapıları oluşturmuştur. Orta Çağ dünya ticaretinin en önemli ortaklarından olan Selçuklular, yalnız devlet politikasında değil, sanat etkinliklerinde de en büyük ağırlığı ticarete vermişler ve doğudan batıya, kuzeyden güneye Anadolu’yu kateden ana ticaret, hac ve sefer yollarını çok sayıda şehir dışı hanlarıyla süslemişlerdir. Süslemişlerdir diyorum, çünkü bu yapılar yalnız biçimsel ve işlevsel özellikleriyle değil, mimari süslemeleriyle de döneme damgalarını vurmuşlardır.
Selçuklu süslemeciliği en başarılı örneklerini taş malzeme kullanımı ile vermiştir. Bunu hem yerleşimlerdeki hemen her tür yapıda, hem de şehir dışı hanlarında her boyutuyla 12. yüzyılın 2. yarısından başlayarak bulmak mümkündür. Ayrıca, başta camilerdeki minberler ve rahleler olmak üzere birçok yapının kapı kanatları ve pencere kapaklarında ahşap işçiliğinin de yetkin örnekleri karşımıza çıkar. Anadolu dışında yaygın olarak örgü ve süsleme malzemesi olarak kullanılmış tuğla ve alçı ise Anadolu’da taş ve 12. yüzyıl sonlarından başlayarak çiniyle kıyaslandığında çok sönük kalır. Süsleme türlerinin her türevinin kullanılabildiği ve belki de dönemin sanat anlayışının en iyi ortaya konabileceği bir malzeme olması nedeniyle taş süslemeciliği önemli örnekler vermeye başlamıştır. Ancak, kuşkusuz taş süslemeciliğinin en parlak çağını, 13. yüzyılda her boyutuyla bulabilmek mümkün olacaktır. Nitekim, figürlü örneklerden bitkisel ve geometrik düzenlemelere kadar zengin bir süsleme dağarcığı karşımıza çıkar. Buna, yazının da kitabeler dışında tümüyle süsleme amaçlı kullanımını ekleyebiliriz. Tüm İslâm çevrelerinde, erken dönemler (7-9. yüzyıllar) dışında figürlü bezemenin en yoğun kullanım alanını Anadolu’da bulmasında kuşkusuz malzeme tercihlerinin de önemli bir payı olmuştur.
El sanatları ürünleri açısından ne yazık ki bu denli şanslı değiliz. Bu dönemden günümüze oldukça az sayıda örnek gelebilmiştir. Kuşkusuz Selçuklu Dönemi Anadolusu’nun ilkin Moğollar, daha sonra Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde, hatta Cumhuriyet’in başlarında yüz yüze geldiği yıkımlar bu sonucu yaratan en önemli etmenlerden biri olmalıdır. Mimaride bu denli zengin ürünler veren ilk Beylikler ve Selçukluların el sanatlarına ilgisiz kalması beklenemezdi.
Bu kısa girişten sonra, tarihsel süreç içinde dönemin kültür ortamına bakabiliriz. Anadolu’ya ilk Türkmen akınları 1040’larda Horasan’dan Batı’ya hareket etmeleriyle başlamıştır. Bu olayı izleyen yıllarda Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, başta devletin kuruluşunda önemli rolü olan Selçuk Bey’in torunu ve yeğeni Kutalmış Bey olmak üzere yanında bulunan şehzadeleri batıdaki ülkelerin fethiyle görevlendirdi.
Doğu Anadolu’da ilk fetihler Kutalmış Bey ve arkadaşları tarafından 1047-48 yıllarında gerçekleştirildi. Bu akınlar sonucunda Bizans İmparatorluğu 1049-50’de Büyük Selçuklu Devleti ile barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. “Emevîler Devri’nde İstanbul’da yapılan ve harap bir durumda olan camiin tamiri, mihrabının üzerine eski Türk hâkimiyet simgesi olarak kullanılan ve Tuğrul Bey’in de mühründe bulunan ok ve yay işaretinin konması, Mısır Fatımî halifeliği adına okunan şiî hutbesinin, Sünnî Abbasî Halifeliği ve Selçuklu Sultanlığı adına değiştirilmesi” kararlaştırıldı.20 1054 yılından başlayarak Anadolu’ya daha düzenli akınlar yapılmaya başlandı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da birçok Bizans kalesi fethedildi. Böylelikle bölgedeki Bizans gücü büyük ölçüde kırıldı. Tuğrul Bey’in ölümünden (1063) sonra başa geçen Alp Arslan’ın ilk işi, saltanat mücadelesine girişen Kutalmış Bey’in isyanını bastırmak ve Anadolu seferlerini sürdürmek olmuştur. 1064 yılındaki bu mücadele sırasında Kutalmış Bey atından düşerek vefat etmiştir.21 Kardeşi Resultekin ile oğulları Mansur ve Süleyman tutsak alınmışlardır.
Doğu Anadolu’da Ermeni Prensliği kurmaya çalışan Giorg, Selçukluların “yıllık vergi ödemek şartı ile Selçuklu vasalı olma” önerisini kabul etti.22 Ermeni ve Gürcülere karşı kazandığı zaferlerden sonra, asıl amacı Anadolu’da geniş çapta fetihler yaparak Bizans’a ağır darbeler indirmek olan Alp Arslan, ülkenin doğu sınırlarında çıkan karışıklıklar nedeniyle Anadolu’dan ayrıldı; “Kutalmışoğulları Mansur ve Süleyman’ı Anadolu’daki fetih hareketlerini sürdürmekle” görevlendirdi.23 Ancak kardeşler, Anadolu’da Büyük Selçuklulardan bağımsız olarak hareket etmeye başladıkları için yakalanarak hapse atıldılar. Bu tarihten sonra akıncı birlikleri, fetihlerini doğudan Orta Anadolu’ya, hatta yer yer Marmara Denizi kıyıları ve Karadeniz’e kaydırdılar. Bunun üzerine Bizans İmparatoru IV. Romanos Diogenes (1068-71) Anadolu’daki Selçuklu işgallerine son vermek amacıyla hazırladığı büyük bir orduyla Malazgirt önlerine gelmişse
de, 26 Ağustos 1071’de Sultan Alp Arslan yönetimindeki Selçuklu ordusuna yenilmiş,24 böylelikle Anadolu’nun özellikle doğu ve güneydoğu kesimleri büyük ölçüde Türklerin egemenliği altına girmiştir. Alp Arslan’ın 1072 yılında ölümü üzerine, hapisten kaçan Kutalmış oğulları Fırat ırmağı boylarında Diyarbakır, Urfa ve Birecik çevresinde fetihlerde bulunmuşlardır. Alp Arslan’ın yerine geçen Melikşah Kutalmış oğullarını Anadolu’nun fethiyle görevlendirmiş, kendilerine “hükümdarlık menşuru” vermiştir.
Sultan Melikşah’ın amacı, kendisine karşı düşmanca bir tutum içinde olan Kutalmışoğullarını uzaklaştırmak ve hiçbirinin tek başına devlet kuramayacağı bir ortak hükümranlığı sağlayarak onları zayıf durumda bırakmaktı. Ayrıca, Anadolu’nun fethine memur edilen diğer beylerle de, Anadolu’da tek devletin kurulması engellenmek istenmiştir. Nitekim, Anadolu’da uzun süre, Sultan II. Kılıç Arslan zamanının (1155-92) ortalarına kadar başta Danişmendoğulları ve Artukoğulları olmak üzere beyliklerle Selçuklu Devleti arasında güç mücadeleleri yaşanmıştır.25
Kutalmış oğlu I. Rükneddin Süleyman Şah, ağabeyi Mansur’u Sultan Melikşah’ın da yardımıyla öldürterek ailenin en güçlü lideri olmuş, 1074 yılında Anadolu’nun batı sahillerine ulaşmış ve 1075 yılında İznik’i başkent yaparak Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. Bizans İmparatorluğu’nda başgösteren kargaşalıklar sırasında Süleyman Şah’ın İmparator III. Nikephoros Botaniates’e (1078-81) yardımı, Rumeli’ye karşılık İznik’in Selçuklulara bırakılmasına yol açmıştır. Kısa sürede Anadolu’nun doğudan güneye ve batıya kadar birçok yeri Türklerin eline geçmişti.26 Süleyman Şah ve onu izleyen sultanlar, eski Türk göçebe hukukuna göre toprakları köylüye dağıtıyor ve devlet mülkiyeti altında herkesin tasarrufuna olanak sağlayan bir miri toprak rejimi, yani mülkiyeti devlete ve tasarrufu köylülere ait sistemi kuruyorlardı.27 Melikşah’a sadakatini çeşitli vesilelerle gösteren Süleyman Şah, 1077 yılında Melikşah’tan “sultan” unvanı ile hitap eden bir “menşur” alarak tek başına Anadolu Selçuklu Devleti tahtına çıkmıştır.28
Dostları ilə paylaş: |