AZIMSADIĞIMIZ AZINLIK HAKLARI ve KİMLİK TUTULMASI
Azınlıklara ilişkin “tartışmalar” belden aşağı vuruşlar, üstü kapalı / açık tehditler eşliğinde sürüp gitti. Baskın hocanın kendisi ve Türkiye’nin yüz akı bir avuç entelektüeli bir kenara bırakırsak, bu tartışmada dişe dokunur hiçbir (lehte veya aleyhte) argüman ileri sürülemedi. Gönül isterdi ki, azınlıkların tanınmasına karşı çıkanlar kendi içinde tutarlı, doğru bilgileri temel alan, zihin açıcı karşı argümanlar ileri sürebilselerdi. Ancak bunun yerine fena halde manipulatif karşı argümanlar ileri sürüldüğüne tanık olduk.
AB’nin Türkiye’yi bölme planı
İlerleme Raporunda Alevi ve Kürt vatandaşlarımızdan “azınlık” ibaresi altında söz edilmesi, AB’nin Türkiye’yi bölmek yönündeki iradesinin bir tezahürü olarak değerlendirildi. Yani AB durmuş durmuş ve sonunda sırf Türkiye’yi bölmek için yeni bir yaklaşım geliştirmişti. İnsan böyle bir tezi ileri sürerken, başka aday ülkelere ne gibi şartlar ileri sürülmüş, diğer aday ülkelerin karnelerinde azınlık hanesi yer almış mı diye bakmaz mı? Bakılmadığı belli. Yapılan tartışmalar daha ziyade “pozisyon ifade etmek” üzerine odaklandığından söyledikleriniz doğru mu, gerçek bilgiler üzerine mi inşa olmuş yoksa vehmediyor musunuz falan bunların hiçbir önemi yok. Meselenin özü şu: AB, genişleme sürecinde eski doğu Avrupa ülkelerinin etnik çatışmalarını ithal etmekten çekindiği için, bu ülkeleri kendi içine almadan önce bu meseleleri çözmek istedi ve 1993 yılında oluşturulan Kopenhag siyasi kriterlerinden birisi de azınlıkların korunması olarak belirlendi. Bugün NATO’ya girmeye kalksanız, orada bile “azınlıkların korunması” gibi bir başlıkla karşılaşıyorsunuz. NATO’nun eski üyelerine sorulmayan pek çok “ahret sorusu” yeni üye olmaya aday olanlara soruluyor. Kısacası çok bilmiş bir tavırla, Fransa’da (üye ülkede) olmayan hakların Türkiye’den (aday ülkeden) istenmesini çifte standart sayanlar da bilsinler ki bu “çifte standart” bütün adaylar için geçerli ve AB’nin kendi içine aldıktan sonra üye ülkelerin insan hakları durumuyla pek fazla ilgilenmemesinden kaynaklanıyor. İnsan hakları, hele hele azınlık hakları söz konusu olduğunda AB üyesi olmanın otomatik bir güvence sağlamadığı, bu nedenle de AB’nin aday ülkelere yönelik olarak uyguladığı denetim mekanizmalarını üye ülkelere de uygulaması gerektiği epey bir zamandır dile getirilen bir eleştiri. AB’nin Türkiye’yi bölmek istediğini öne sürenlerin bilmezlikten geldikleri bir başka realite de, “dış self determinasyon” adı verilen ayrılma hakkının, ülkeleri işgal edilmiş halklara tanındığı, azınlıklara ilişkin hiçbir uluslararası belgenin “ayrılma” hakkından söz etmediğidir. Ayrıca İlerleme Raporuna dikkatlice bakılacak olur ise, Alevilere ve Kürtlere azınlık statüsü tanınması gibi bir istemin bulunmadığı görülecektir. Türkiye’den beklenen farklı kimliklere yaşama hakkı tanıması, kültürel hakları yerine getirmesidir.
Hep kötü örnek
İnsan haklarına ilişkin bir mesele söz konusu olduğunda, klasik tavırlardan birisi de Batı dünyasından kötü bir örnek seçip Türkiye’deki durumu oraya kıyasla meşrulaştırmaktır. Bu konuda Türkiye’nin favori ülkesi Fransa’dır. Neredeyse bütün Jakoben tavırlar Fransa’ya referansla mazur gösterilmeye çalışılır. Mesela Türkiye’nin, Avrupa Konseyi çerçevesinde oluşturulan Ulusal Azınlıkların Korunmasına ilişkin Çerçeve Sözleşmeyi imzalamaması böyle açıklanıyor: “Efendim Fransa da imzalamadı”. Bulgaristan, Yunanistan, Rusya’da dahil 40’dan fazla Avrupa Konseyi üye imzalamış ve bunların çok büyük bir çoğunluğu da onaylamış. Yok bu beni ilgilendirmez ben Fransa’ya bakarım. Yarın Fransa da imzaladığında ne olacak? Kaldı ki, Türkiye’nin örnek aldığı Fransa azınlık kelimesini kullanmadan hanidir kültürel hakları tanıyor. Halbuki Türkiye’nin kendisine örnek alabileceği, akranı ülkelerde var. Örneğin Macaristan, AB’den talep gelmesini beklemeden azınlık haklarını ve kültürel hakları geliştirmiş bir ülke. Macaristan azınlıklar politikasını Türkiye’nin tam tersi bir yönde geliştirdi. Türkiye Lozan azınlıkları olarak kabul ettiği vatandaşlarımızın haklarını kısıtlarken Yunanistan’ın Türk kökenli azınlıklara gösterdiği tavırları olumsuz bir örnek olarak kullandı. Tabi bunu yaparken bir taraftan da, Yunanistan ve Bulgaristan’daki olumsuz uygulamaları eleştirmekten geri durmadı. Sonuçta uluslararası arenada Türkiye’nin Yunanistan ve Bulgaristan’daki azınlıklara ilişkin olarak söylediği hiçbir söz ciddiye alınmadı. Yunanistan ve Bulgaristan’daki Türk kökenli azınlıkların hakları Türkiye’nin hiçbir katkısı olmadan Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin teşvikleriyle gelişme gösterdi. Macaristan bunun tam tersini yapmış bir ülke. İlk önce kendi ülkesindeki azınlıklara geniş haklar tanıyıp, ardından da Macar kökenli azınlıkların bulunduğu ülkelerden, bu kişilerin haklarını genişletmesini istedi. Sonuçta hem Macar kökenli azınlıkların haklarını korumayı başardı ve hem de AB müzakere sürecini sancısız bir şekilde atlattı.
Azınlığa indirgenmek
Azınlık tartışmaları yaşanırken tanık olduğumuz son derece ilginç yaklaşımlardan birisi de, bizatihi kavramın kendisinin evrensel gelişme ve anlayışın tam tersi anlamlarda kullanılması oldu. Azınlık statüsüne sahip kişilerin “sınırlı haklara” sahip olduğu, halbuki vatandaşların en geniş bir şekilde haklardan yararlandığı şeklinde, kaynak ve kökenini nereden aldığı belli olmayan tuhaf bir yaklaşım geliştirilmiş durumda. Yine aynı şekilde, azınlık statüsündeki kişilerin çoğunluğun yararlandığı haklardan faydalanamayacağı gibi, anlaşılması güç argümanlar ileri sürüldü. Kaçıncı yüzyılın azınlık anlayışıdır bu? Azınlık statüsünü ikinci sınıf vatandaşlık gibi görmek nasıl bir anlayışın ürünüdür? Çok bilinen, yaygın olarak kullanılan bir kelimeye bambaşka anlamlar verip kullanmak nasıl bir ruh halinin ürünüdür? Günümüzde “azınlık hakları” kavramının Türkiye’de kullanıldığının çok dışında, dinamik bir anlamı var. Azınlık haklarının dünyadaki seyri, bir “müdahale etmeme” yükümlülüğünden, “pozitif ayrımcılık” talep etme noktasına doğru ilerlemiştir. Yani “benim dinimi, kültürümü yaşamamı engelleme” gibi bir talepten, “dinimi ve kültürümü yaşayabilmem için bana olanaklar yarat” gibi bir noktaya gelinmiştir. Ancak Türkiye daha işin bu “müdahale etmeme” kısmında bile çok geride kaldığı için, bizim azınlık mevhumunu kavrayışımızda çok gerilerden geliyor. İşin kötü tarafı kimse bu sıfatı üstlenmek de istemiyor.
Kimlik tutulması
İlerleme raporunun açıklanmasının hemen ardından, bazı Alevi ve Kürt çevrelerinden büyük bir süratle kendilerinin azınlık olmadıkları yönünde tepkiler geldi. Bazı Kürtler kendilerinin “asli kurucu unsur” oldukları yönünde beyanatlar verdiler. Bu “asli kurucu unsur” kavramının, asli olmayan, “yedek” unsurları ima ettiği, dolayısıyla da varolan tahakküm biçimlerinin yeni bir format içinde sürdürülmesinden başka bir işe yaramayacağı haklı olarak ileri sürüldü. Ancak bu kadar ani bir refleks silkinmeyle “azınlık yaftasını” üzerinden atmaya çalışma çabası üzerine gerçekten kafa yormak gerekiyor. Daha AB’nin ne dediği, neyi ima ettiği falan anlaşılamadan beyanatlar arka arkaya gelmeye başladı. Bu konuda bir açıklama azınlık kelimesinin kollektif bilinçaltında yaptığı çağrışımlar olabilir. Muhtemeldir ki, beyanatların bu kadar hızlı gelmesinde bu çağrışımların etkisi olmuştur. Ancak ben bunun “kimlik tutulması” adını vereceğim bir başka faktör tarafından ciddi bir şekilde etkilendiğini düşünüyorum. Kastettiğim şu: Bir özelliğiniz yüzünden baskı gördüğünüzü ya da bu özelliğinizi inkar etmeniz için sürekli olarak size telkinde bulunulduğunu düşünün. Sonuç olarak ya bu özelliğinizi unutup derinlere bir yere gömer, ya da bu özelliğinizi neredeyse bir takınak haline getirirsiniz. Öyle ki, bu artık bir özellik olmaktan çıkıp sizi tanımlayan tek şey haline gelir. Baskıcı sistemlerin vatandaşlarında bir kimlik takıntısı yaratması kaçınılmazdır. Demokratik bir ortamda yaşayan birey, şu ırktandır, şu dine mensup, falanca siyasi görüşe sahiptir, şu meslek grubuna dahildir, şu kulübe üyedir, şu okul mezunlarındandır v.d. Yani kısacası zaman zaman biri ön plana çıkıp diğerleri geriye gitse de, onun çok sayıda kimliği vardır. Ancak demokratik olmayan ortamlarda insanlar ister istemez bir tek kimliğe hapsolurlar. Yok sayılmaya çalışılan tarafları onların kendi varoluşlarını tanımladıkları en önemli yanları haline gelir. Hal böyle olunca da, bu kimliğin “azınlık” olarak kabul edilmesi kozmik bir hapishanenin ezeli mahkumu olmak demektir. Halbuki demokrasinin tam anlamıyla kök saldığı, farklılığın zenginlik olarak algılandığı bir ortamda “azınlık” olmak bireyin kimliklerinden sadece birisi olduğu gibi, bu kimliği kullanıp kullanmamakta tamamen onun ihtiyarındadır.
Sonuç
Azınlık kavramı ne siyaset katında, ne de toplumsal düzlemde doğru bir şekilde kullanılıyor. Türkiye azınlıkların Lozan Antlaşması’nda belirtilenlerle sınırlı olduğunu söylüyor. Bir yandan bu Antlaşmayı dar yorumlayıp “Gayrimüslimler” ibaresini sadece etnik referans çerçevesinde geçerli kabul ediyor, diğer taraftan aradan geçen 80 yıla rağmen pratikte sağladığı haklarla bu antlaşmanın da gerisinde kalıyor. Bir yandan Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ni (çekinceler koysa da) onaylıyor, öbür taraftan neredeyse bütün Avrupa ülkelerinin onayladıkları Azınlık Sözleşmelerini imzalamıyor. Azınlık yaratmak suçlamasıyla kapattığı siyasal partiler nedeniyle AİHM’den arka arkaya mahkumiyetler alıyor. Tanımam, yapmam, etmem demenin dışında geliştirilmiş bir politika yok. Doğru politikalar, sorunların ve bu sorunların kaynaklarının doğru bir şekilde anlaşılması üzerine inşa olabilir. Azınlık meselesini enine boyuna tartışmaya ihtiyacımız var. Bu tartışmanın önünü açtığı için sayın Baskın Oran ve arkadaşlarına teşekkür borçluyuz.
Orhan Kemal Cengiz
Hukukçu
http://www.haklar.net
Dostları ilə paylaş: |