Şimdi ortaklaşa bir anımıza geliyorum. […] ben hep senin herhangi bir tutkuya kapılacağından müthiş korkuyordum. Örneğin kumara, içkiye ve daha da kötüsü zehirli keyifvericilere alışmandan korkardım hep. Matematikçilerin tutkuları aşırı olduğundan, alışkanlıklarından kurtarılmaları da zordur, handiyse olanaksız... Dedim ya, iyi matematikçi olabilecek arkadaşlarımın bu kötü alışkanlıklara tutulmaları yüzünden yitip gittiklerini gördüm.
Sanırım, sana bunu bikez daha yazmıştım. Ören’de birlikte olduğumuz günlerde en büyük korkum işte buydu. Saçma sapan arkadaşlıklar kurmuştun. Her gece, eve sabaha karşı geliyordun. Ne kadar çok yalvarıyordum sana, akşamları erken gelmeni. Gelmiyordun. Nasıl azap içinde geceleri seni beklediğimi anlatamam. Denetliyemiyordum seni ve denetlemek de istemiyordum. Bir kötü alışkanlığa kapılacaksın diye ödüm kopuyordu. Şimdi babasın, bu duyguyu belki anlarsın yada çocukların büyüyünce anlayacaksın. Sonunda sana kabaca şiddet kullandım. “Baba, sana olan saygımı yitirdin!” diye bağırdığını hiç unutmadım. Ben o acıyı, o üzüncü hâlâ çekerim. Yanlış yaptım, ama başka hiçbir umarım yoktu. Evet, çok acı bir anıdır.
Senin yazın bana o günü anımsattı. Cıgara içmemiz de öyle... Neydi o benim cıgara içişim, ne delice bir tutku... Günde beş paket. Şuna çok inanıyorum ki, cıgara içmeseydim, ne yürek teklemesi, ne inme, ne kireçlenme olacaktı bende... Kendikendimi mahvettim.
12 Mayıs 19897
Yine de içimde o eski kuşkunun olduğunu söyleyeyim. Yani, hep soyut planda kalacak, hiç somutlaşamayacak spekülatif bir işle uğraşıp kalmandan korkuyorum. Belki de bu korku, benim pragmatist yanımdan geliyor. Çünkü ben insan soyunun her uğraşısının, ille de insanın yaşamını kolaylaştırmak, güzelleştirmek, rahatlandırmak için olmasından yanayım. Senin uğraşının senin yaşamını güzelleştirdiğinde, kolaylaştırdığında hiç kuşku yok… Ama benim, bizim, hepimizin, bizden sonraki insanların da yaşamlarını kolaylaştıracak, güzelleştirecek, rahatlandıracak mı? Benim bu kuşkum, belki de, senin uğraşından çok uzaklarda ve onlara yabancı olmamdan ileri geliyor. Hiç anlamadığım bir alan… Bu konuda seninle çok önceleri de konuşmuştuk.
En soyut felsefeyi bile böyle görmüyorum. Çünkü, felsefe, toplumun dinamiği olabiliyor; yani maddede somutlanmıyor ama, toplumda somutlanabiliyor.
Benim anlayacağım biçimde, bana bu konuda bilgi verirsen sevineceğim.
Şöyle bir kısa masal vardır. Bir adam Padişah’a, çok önemli bir buluşu olduğunu söylemiş. Padişah da kalabalık önünde bu buluşunu göstermesini istemiş. Adam gösterisini yapmış. İki metre uzaklığa koyduğu iğneye attığı ipliğe geçirmiş. Herkes bu marifete şaşırmış. Patişah, kaç yılda bu hüneri elde ettiğini sormuş. Adam, on yıl çalışarak başardığını söylemiş. Bunun üzerine padişah şöyle demiş:
Bu hünerinden dolayı bu adama bir kese altın verilsin ve işe yaramaz bir işle uğraşdığı için de tabanlarına yüz değnek vurulsun…
Elbet ben, bilgisizliğimden böyle düşündüğümü biliyorum; ama yine de neyin ne işe yaradığını öğrenmek istiyorum hiç olmazsa.
10 Haziran 1991
Canım oğlum,
[…] Amerika’da sürekli yerleşmeni doğrusu ben de istemiyordum, ama sana söylemek istemedim. Senin de bu karara gelmene sevindim. Ama Amerika, çağımızın Zeus’üdür. Eski Yunan’da olduğu gibi, dünyamızı çok tanrılar yönetiyor: Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa filan... Ama baş tanrı Amerika. İsteyelim, istemeyelim, felsefenin, bilimin, teknolojinin, sanatın merkezi orası ne yazık ki bu bir “fact”dır8 ve dünyamızın talihsizliğidir. Dünyanın beyinleri orda toplanıyor. Buyüzden Amerika’dan büsbütün vazgeçmek de olmaz. Sürekli bir ilişkin, bir bağın bulunmalı bir bilimci, bir matematikçi olarak... Bu Amerika, çoğunlukla hamhalattır, görgüsüzdür, hatta üçüncü boyutsuzdur. Niçin, bilir misin? Çünkü Amerika tarihi boyunca hiç dayak yememiştir. İster birey olsun, ister toplum olsun, yaşamı boyunca dayak yememişse yani ezilmemişse, burnu sürtmemişse, acılar çekmemişse olgunlaşamaz. Olgunluk, dayak yemekle sağlanır. Ama sürekli dayak yerse, o zaman çok daha kötü, rezillik... Bak, Almanya çok dayak yemiştir, Fransa, İngiltere... Ve biz... Hep dayak yemişiz ve dayak atmışız. Ama biz, üçyüz yıldanberi, yani endüstri devriminden bu yana hep dayak yiyoruz, hep yeniliyoruz, hep eziliyoruz ve işte rezil durumumuz ortada. Düşün ki USA daha işgal bile görmemiş, yenilmemiş bir ülke. O sığlıkları, yalınkatlıkları, üçüncü boyutsuzlukları burdan geliyor. İyi ki bir Güney-Kuzey savaşları var... Ama işte bu Amerika, çağımızın baştanrısı Zeüs...
Amerika’da yerleşmek istemeyişin güzel de, Portekiz’e yerleşmek isteyişini anlayamadım. Senin geçmişin, geleneğin, tarihin nerde oğlum? Senin için bunlar önemsiz şeyler mi, öyle mi sanıyorsun? Böyleyken, ben sana Türkiye’ye yerleş de demiyorum. Ah, yanyana değiliz ki konuşalım bunları. Mektupla nasıl anlatayım... Önce şunu söyleyeyim sana, Avrupa denilen yer, salt bir coğrafya değildir. Coğrafya olarak alınırısa, Türkiye de Avrupa... Ama değil. Çağdaş kültür olarak Avrupa, Almanya, İngiltere, Fransa ve onlardan sonra da İtalya’dır, bütün zengin tarihlerine karşın... Bunlar birinci Avrupa’dır. Bundan sonra ikinci Avrupa gelir: Hollanda, İsveç, Danimarka, Norveç, Belçika filan... Daha sonra üçüncü Avrupa gelir: İspanya, Portekiz filan... Sonra dördüncü Avrupa gelir: Balkanlar... Eh sonra da bir elinin ucuyla Avrupa’ya yapışıp tutunmuş olan Türkiye gelir.
Ben Portekiz’e gitmedim. Sen gittin, biliyorsun. Portekiz’i tam Avrupa mı sayıyorsun da oraya yerleşeceksin? Türkiye’den biriki parmak daha Avrupa, işte o kadar... Elbette karar senin, ben karışmam, ama düşüncemi de söylerim.
Sana öğüt vermeye hakkım yok, ama baba olarak kimi tavsiyelerde bulunabileceğimi sanıyorum. Bence, geleceğini şöyle tasarlamalısın. Portekiz gibi, Türkiye gibi, ikinci ve üçüncü Avrupa ülkelerine, yerleşmek için değil, konuk profesör olarak yada buna benzer bir işle belirli süreler için gidip oralarda kalmalısın. Portekiz, karının ülkesi, elbet oraya gitmelisin, ama yerleşmek için değil... Portekiz’e yerleşmek demek, Portekizleşmek demektir, çocukların Portekiz olması, yani tümüyle Portekiz olması demektir. Hayır, bunu istemiyorum.
Sen, Amerika’ya bağını ve ilişkini koparmadan, İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya yerleşmelisin. O da büsbütün değil... Orası merkezin olmalı, ordan başka üniversitelere konuk profesör olarak gitmelisin, örneğin Türkiye’ye, Portekiz’e, başka yere...
Çocuklarıma, küçüklüklerinden beri hep, Türk halkına olan borcumuzu ödemeleri gerektiğini anlatmaya çalıştım. Öyle görünüyor ki, dört çocuğumdan salt sen bu borcu ödeme olanağına sahipsin ve sen de Portekiz’e yerleşmek istiyorsun. Nasıl ben, Türk halkına borçluysam, sen de öyle borçlusun. Seni yetiştirmek için paraları ben verdim ama, o paralar halkın parasıydı. Durum böyleyken, gel Türkiye’ye yerleş, demiyorum. Çünkü Türkiye, ne yazık ki, senin bilimsel gelişmene ve bilimsel özgürlüğe hâlâ uygun bir ülke değil. Türkiye’ye yerleşme, ama Türkiye’yi, Türkiye halkını da unutma. Şunu da söyleyeyim sana, ben sulu gırtlak hümanistler gibi, “insanları seviyorum, Türk halkını seviyorum” diyenlerden de değilim. Büyük çoğunluğuyla Türk halkını hiç sevmiyorum. Kötü, kaba, çirkin, ikiyüzlü, korkak, pis, bilgisiz insanları ne diye seveyim... Hiç sevmiyorum. Onların böyle olmaktaki gerekçeleri, “ama kabahat onların değil ki” sözleri, bana onları sevdirmiyor. Sahteci aydınlar, politikacılar, “halk bilir, halk anlar, benim yüce halkım” diye yalan söylüyorlar. Onlar da sevmiyor, ama çıkarları için seviyor görünmek zorundalar. Ben bu sevmediğim Türkiye halkı için bütün bir yaşamımı ortaya koydum, harcadım. Sevmiyorsam, niçin? Çünkü, ben o halktanım. O insanların sevilecek bir düzeye gelmeleri için, hiç abartmasız canımı bile verebilirim. İnsan, nasıl anababasını değiştiremezse, halkını da değiştiremez. Sen de bu halkın çocuğusun, bunu hiç unutmamalısın.
Günün birinde, sen de yaşlanacaksın, emekli olacaksın. İşte o zaman Türkiye’ye yerleşmelisin, yine dünyayla ilişkini, bağını koparmadan. Öyle görünüyor ki, çok önemli bişeyin hiç ayrımında değilsin. O da, Nesin Vakfı. Bu Vakıf, Aziz Nesin Vakfı değil, Nesin Vakfı... Nesin Vakfı, dünyada bir ilk denemedir ve “unique” bir olaydır. Ben öldükten sonra bu daha iyi anlaşılacak. Çocuklarımın içinde Nesin Vakfı’nı sürdürebilecek olan sensin. Emekli olunca Vakf’ın yönetimine geçmeli, benim yaptığım gibi kendini bu işe vakfetmelisin. Bundan daha kutsal, daha değerli, önemli bir iş olamaz. Ben bir Vakıf kurdum, sen Ali Nesin olarak bu Vakf’ı geliştirmelisin: okulunu, ilkokulunu, lisesini hatta matematik enstitüsünü, hatta üniversitesini kurmalısın... Ne yapabilirsen, neye gücün yeterse onu yapmalısın. Kimbilir, belki de senden sonra Aslı yada kocası yada Derya bu işi sürdürürler.
Bunları sana yapmalısın diye söylemiyorum, benim içimden geçenler bunlar. Böyle yapmanı salık veriyorum. Böyle yapmak zorunda değilsin hiç de...
Profesör olmanın koşulları ne? Niçin seni profesör yapıyorlar? Ne zaman profesör olabileceksin? Yaz bana bunları. Zarfın üstüne adının başına “Prof.” yazmak beni çok mutlu edecek, ne güzel şey... Sen beni hep sevindirdin, ne iyi, ne güzel bir oğulsun... Beni sevindirmen için ille de benim dediklerimi yapman da gerekmez, kimileyin yapmadın da... Her dediğimin doğru olacağına inanmıyorum, ama seninle tartışabilirim. En güzeli de bu.
Tarihsiz
Oğlum, bilim, sanat, felsefe, teknoloji, ancak büyük pazarda yaratılır, yapılır, geliştirilir. Bilimin, sanatın, felsefenin ve tekniğin mahalle bakkalı yoktur, süpermarketi vardır. Sen bunun böyle olduğunu benden çok daha iyi bilirsin, bilmelisin. Ben sana özyurdum olan Türkiye’ye bile gelme diyorum. Niçin? Çünkü Türkiye, bilimin büyük pazarı değildir. Yoksa istemez miyim, gelesin de burda Türkiye’ye yararlı olasın. Ama olanaksız. İşte askerlik için geldin, gördün başına gelenleri. İki yıl pasaportunu vermediler, burda hapis kaldın. Yine de Türkiye’ye gel, Portekiz’e git, ama temelli değil, bir yada iki yıllığına aradabir konuk öğretim üyesi olarak... Portekiz de bilimin, sanatın, teknolojinin, felsefenin büyük pazarı, büyük kültür kapısı değildir. Örneğin İspanya’ya, Romanya’ya filan da gitmeni istemem... Konuk olarak git elbet.
Nasıl oluyor da beni böyle şoven bir insan yerine koyuyorsun?
Birinci Avrupa ülkelerini sevmediğini yazıyorsun. Ben seviyor muyum? Ama ne yapalım ki, dünya zamanımızda yeniden çok tanrılı düzene girdi. Eski Yunan’da olduğu gibi, baştanrı Zeus, yani ABD. Ondan sonrakiler de Almanya, Japonya, Fransa, İngiltere filan... Büyük pazar onların elinde, kültür kapıları onlardan geçiyor. Öyle olmasaydı, sen ne diye Fransa’da, İsviçre’de, İngiltere’de, ABD’de okuyacaktın da şimdi ABD üniversitelerinde hocalık edecektin. Önemli olan bu tanrılar gerçeğini( fact) kabul etmek, ama onlara bile başeğmemek ve her zaman tarıların yokolmasına çalışmak. Bugün emperyalizm dünyaya egemen... Herşey onların elinde. Bizim kavgamız da, onların silahlarıyla silahlanıp emperyalizme karşı savaşmaktır. Bilinçli ve namuslu bir Amerikalının da, Almanın da, Japonun da, Fransızın da yapması gereken budur.
Çatalca, 7 Mart 1995
Hem New York’a gitmeden önce sen Istanbul’dayken, hem de ben New York’a gelince bana dolaylı olarak matematiğe ilişkin popüler yazılarını vermiştin, okumam için. O yazılarını okuyalı çok oldu. Ne yazsan güzel yazıyorsun. Bu çok hoşuma gidiyor. Bu türlü popüler yazıları önemsemiyor değilim, ama senin daha çok bilimsel çalışmalarına ağırlık vermeni gönlüm istiyor. Örneğin İngiltere’de yayımlanan illk matematik kitabın gibi. O kitaptan bişey anlayamadığımı sana söyleyince bana telefonda “Babacığım, o kitabı anlayacak dünyada ancak onbeş yirmi kişi olabilir,” demiştin. Ben de anlayamadığım için avunmuştum. Ya herkes anlasaydı da, dünyada biz onbeş yirmi kişi anlamasaydık...
Bilirsin, ben seçkinci (elitist) bir yazar değilim, buyüzden de popüler ve vulgaire9 yazılara hiç karşı değilim hatta onların yanındayım. Ama bir gerçek bilimcinin de, o senin dünyada ancak onbeş-yirmi kişi anlar dediğin sorunlarla uğraşmasının da değerini bilmemiz gerekir. Levasier yada Newton yasalarını ilk bulgulanışlarında kaç kişi anlamıştı ki... Freud de, Einstein de öyle. Bugün bu bilgilerin bulguları öylesine biliniyor ve öylesine yaygınlaştı ki gazetelerin ve magazin sayfalarının konusu oldu; hatta ayağa düştü bile diyebiliriz.
Her bulgunun, her yeninin, her daldaki yazgısı önce karşı konulmak, sonra benimsenmektir. Kısacası, benim ve benim gibilerin anlayamayacakları konularda çalışman beni daha çok gönendirir. Ayrıca, en anlaşılmaz gibi görünen yada öyle bilinen konuların bile herkesin, elbette aydın olan herkesin anlayabileceği bir dille, bir biçemde yazılabilir. Ama bunun için bulgunun üstünden zaman geçmesi gerekir.
Dostları ilə paylaş: |