vakvaka (a.i.) kurbağa sesi.
vâlâ (f.s.) 1. yüksek, yüce. (bkz: âlî, bâlâ, bülend).
Kamet-i vâlâ boyu yüksek olan. 2. erkek adı.
vâlâ-câh (f.b.s.) mevkii, rütbesi yüksek olan.
vâlâ-kadd (f.a.b.s.) boyu yüksek, uzun boylu.
vâlâ-kadr (f.a.b.s.) kadri, değeri yüce.
vâlâ nijad (f.b.s.) soyu yüce, yüce soylu, asîl, yaradılışı yüce olan.
vâlâ-şân (f.b.s.) şânı yüce.
vâlâyî (f.i.) yükseklik, yücelik, (bkz: ulüvv).
vâle (f.i.) 1. ılgımsalgım, serap. 2. bir çeşit ipek kumaş. 3. nâle.
vâlî (a.i. velâyet'den. c. vülât) bir vilâyeti idare eden en büyük me'mur.
vâlid (a.s. ve i. vilâdet'den) baba.
vâlid-i kesîr-ül-mahâmid övülecek halleri çok olan baba.
vâlidân (a.f.b.i.). (bkz. vâlideyn).
vâlide (a.s. ve i.) doğuran; ana. (bkz: ümm).
vâlideyn (a.i.c.) ana ile baba.
vâlidiyyet (o.i.) annelik ve babalık vasfı.
vâlih, vâlihe (a.s. veleh'den) şaşakalmış, şaşırmış, (bkz: mütehayyir-).
vâlihâne (a.f.zf.) şaşkınca, şaşırmış olarak.
vâliyân (a.f.b.i. vâlî'nin c.) valiler.
v'Allahi (a.e.) "Allah için, Allah hakkı için" mânâsına gelen büyük yemin, (bkz: billahi t'Allahi).
vâm (f.i.) borç. (bkz: deyn).
vâ-mânde (f.b.s.) geride kalmış, geride.
vâm-cû (f.b.s.) borç arayan.
vâm-dâr f.b.s.) borçlu.
vâm-hâh (f.b.s.) alacaklı.
vâmık, vâmıka (a.s.) 1. seven, âşık, sevdalı. 2. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.
Vâmık (a.h.i.) Vâmık ile Azrâ hikâyesinin erkek kahramanı.
Vâmık u Azrâ Lâmiî'nin mesnevisi, Vâmık ile Azrâ'nın macerasını anlatan aşk hikâyesi.
vâmî (f.s.) borçlu, (bkz: medyûn).
vamk (a.i.) sevme, (bkz: muhabbet).
-vân (f.s.) bakıcı, koruyucu mânâlarına bileşik kelimeler yapar
Bahçe-vân bahçeye bakan, bahçeyi koruyan, (bkz: -ban).
vâ-pes (f.s.). (bkz. vâ-pesîn).
vâ-pesîn (f.b.s.) son, en sondaki, en gerideki.
Nefes-i vâ-pesîn son nefes.
-vâr (f.e.) 1. benzetme edatı, gibi. (bkz: âsâ, mânend, -vâre, -vârî, veş).
Âvâre-vâr âvâre gibi.
Bülbül-vâr bülbül gibi. 2. i. kerre, defa.
Yek-vâr bir defa, bir kerre. 3. s. -li.
Ümîd-vâr ümitli. 4. s. mâlik, sahip.
Mâl-vâr mal sahibi, zengin, (bkz: -dar, zû-). 5. lâyıklık, uygunluk anlatır.
Gûş-vâr kulağa takılmaya lâyık küpe.
varak (a.i.c. evrâk, vırâk) 1. yaprak, (bkz: berk). 2. kâğıt veya kitap yaprağı. 3. yazılmış kâğıt. 4. altın, gümüş ve şâir mâdenlerden dövülerek yapılan ince yaprak.
varak-ı keffi bot. eldamarlı yaprak, fr. feuille palınee.
varak-ı ke'sî bot. çanakyaprağı, fr. sepale.
varak-ı mefsûs bot. oymalı yaprak, fr. feuille lobee.
varak-ı mihr ü vefâ sevgi ve vefa, yânî, sözde sevgide sadâkatin kâğıdı.
varak-ı mihr ü vefâ'yı kim okur, kim dinler [birçok Dîvan Edebiyatı şâiri tarafından kullanılan bu cümle, bu mısra"artık kimsede dostluk, sadakat ve vefa kalmadı,kimse bunları mühimsemiyor" mânâsına gelir].
varak-ı minşârî bot. kenarındaki dişleri testere gibi sivri ve kısa olan yaprak.
varak-ı mürekkebe bot. bileşik yaprak, fr. feuille cornposee.
varak-ı müsennen bot. testere yaprak.
varak-ı mütevâlî bot. sarmal yaprak.
varak-ı rişi bot. telekdamarlı yaprak, fr. feuille pennee.
varak-ı sahîha senet, dilekçe ve benzeri şeyleri yazmak için özel olarak hazırlanmış damgalı kâğıt.
varak-ı sümeyrî bot. meyveyaprak, fr. carpelle.
varak-ı tâmm bot. tam yaprak.
varak-ı tüveycî bot. naçyaprağı, fr. petale.
varak-ı zehre bot. çiçek yaprağı, fr. bractee.
varak-ı zehrevî bot. örtü yaprağı, koruyucu pul.
varak-ı zû-zeneb bot. kuyruklu yaprak.
varaka (a.i.) 1. tek yaprak, tek kâğıt. 2. yazılı kâğıt.
varaka-i sahîha senet, istida gibi şeyler yazmaya mahsus resmî damgalı kıymetli kâğıt.
varaki (a.s.) 1. yaprağa ait, yaprakla ilgili. 2. yaprak biçiminde.
varak-kerdân (a.f.b.s.) olmayacak, boş işlerle meşgul olan [kimse].
varak-pâre (a.f.b.i.) 1. yaprak parçası. 2. kâğıt parçası. 3. ehemmiyetsiz, adî kâğıt, pusula, tezkere.
-vâre (f.e.). (bkz. -vâr).
vâreste (f.s.) 1. kurtulmuş. 2. serbest, rahat, (bkz: âzâde). 3. ilişiksiz.
vârestegî (f.i.) 1. vârestelik, kurtulma, (bkz: halâs). 2. serbestlik, rahatlık. 3. ilişiksizlik.
-vârî (f.s.) benzer, gibi.
Efrenc-vârî frenk gibi.
Minkar-vârî gaga gibi. (bkz: -vâr1).
vârid, vâride (a.s. vürûd'dan. c. vâridîn) 1. gelen, vâsıl olan, erişen.
Evrâk-ı vâride bir dâireye başka dâirelerden gelen evrak.
vârid-i hâtır hatıra gelen, akla gelen. 2. bir şey hakkında çıkan, söylenen, olması beklenen, olabileceği düşünülen.
vâridât o.i. vâride'nin c.) 1. gelir [yıllık, aylık...]. 2. hatıra gelen, içe doğan şeyler.
vâridât-i cüz'iyye miktarı az olan gelirler.
vâridât-ı gayr-ı melhûza devlet gelirleri arasında gösterilmiş olmayıp sonradan her hangi bir vesile ile meydana çıkan gelir.
vâridâtî (a.f.b.i.) tar. varidatçı, mâliye nezaretinde devletin gelirini yürüten memur.
vâride (a.i.c. vâridât) 1. gelmiş olan şey. 2. akla gelen şey, düşünce. 3. resmî dâireye gelen evrak.
vâridîn (a.s. vârid'in c.) gelenler.
vâris (a.i. verâset'den. c. verese) 1.mirasçı, kendisine miras düşen. 2. Allah adlarından biri.
variyet (t.a.i.) varlık, zenginlik, (bkz: servet).
Varka (a.h.i.) 1. ilk vahy'in gelmesi üzerine Hz. Hadîce'nin Hz. Peygamberi alıp götürdüğü meşhur kâhin. 2. Varaka ile Gülşâh hikâyesinin erkek kahramanı.
varrak (a.i.). (bkz. verrak).
varta (a.i.) 1. kuyu gibi oyuk ve derin yer; uçurum. 2. mec. tehlike, içinden çıkılması güç iş.
vârûn, vârûne (f.s.) ters aksi, uğursuz, (bkz: ma'kûs, menhûs).
Baht-ı vârûn ters talih, (bkz: vâj-gûn).
vasab (a.i.c. evsâb) hastalık; ağrı.
vasâfet (a.i.). (bkz. vesâfet).
vasâif (a.i. vasîfin c.), (bkz. vesâif).
vasat (a.i.c. evâsıt) l. orta, iki şeyin arası. 2. ikisinin ortası olan şey.
Lâ-hayre illâ fi-l-vasat hayır ancak vasattadır, hayır itidaldedir. 3. cemiyet muhiti, iç, ortam, (bkz.dâhil). 4. bel, sırtın alt kısmı.
vasat-ı mütenâsib mat. orantılı orta, fr.moyenne proportionnelle.
vasat-ül-hâl orta halde, orta halli.
vasat-ül-kame orta boylu.
vasat-ür-re's başın ortası.
vasateyn (a.i.c.) mat. ortalar, fr.moyens.
vasatî (a.s.) orta; ortalama, ikisi ortası, orta halde.
vasatî hatâ mat. her hangi bir şeyin müteaddit ölçülerinin vasatisi olan rakamı beher ölçü miktarını temsil eden rakamdan çıkarmak suretiyle elde edilen farklar toplamının ölçü adedine bölümünden elde edilen hatâ miktarı, lât. Error medius.
vasatî irtifâ' oğr. ortalama yükselti.
vasatî mürabbaî hatâ at. her hangi bir şeyin müteaddit ölçülerinin vasatisi olan rakamı beher ölçü miktarını temsil eden rakamdan çıkarmak suretiyle elde edilen farkların kareleri toplamının kökünün ölçü adedine taksiminden elde edilen hatâ miktarı, lât. error medius metuendus.
vasatiyye (a.s.) ["vasatî"nin müen.]. (bkz: vasatî).
vasf (a.i.c. evsâf) l. nitelik, bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hal, sıfat. 2. bir kimsenin veya şeyin durumunu, anlatarak tarif etme. 3. övme. 4. gr. sıfat.
vasf-ı mutavassıt bir vakıfnamede arada belirtilen nitelik.
vasf-ı mümeyyiz fels. ayırt edici, ayırıcı vasıf, fr. caracteristique.
vasf-ı tahsînî ed. bir şeyin mâhiyetini beyân etmekten ziyâde lâfzını süslemek için kullanılan sıfatlar. Meselâ"Bu şi'r-i teri okurken ol mân / Bir savt-i garîb işitti nâgâh" beytindeki ter ve garîb şifadan gibi.
vasf-ı terkîbi gr. birleşik sıfat, bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkip.
Zevk-efsâ zevk artıran... gibi.
vasıf ihtilâfı huk. devletler husûsî hukukunda, içinde yabancılık unsuru bulunan bir hâdisenin niteliği ile ilgili uyuşmazlık.
vasfî, vasfiyye (a.s.) 1. vasıfla, nitelikle ilgili, beyan ve tarife ait. 2. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.
vâsıb (a.s.) sürekli; yerinde duran.
vasıb (a.s.) hasta, (bkz: marîz).
vâsıba (a.s.) ["vâsıb" ın müen.]. bkz: vâsıb).
vâsıf (a.s. vasfdan) 1. vasfeden, bildiren; öven. 2. i. erkek adı.
vâsıfa (a.s. vasfden) 1. ["vâsıf'ın müen.]. (bkz: vâsıf). 2. i. kadın adı.
vâsık (a.s. vüsûk'dan) 1. güvenen, inanan. 2. Abbasî halîfelerinden birinin unvanı.
vâsık billâh Allah'a güvenen.
vâsıl (a.s. vüsûl'den) 1. erişen, ulaşan, kavuşan. 2. (c. vâsılîn) tas. Hakk'a eren. ["vâsıl-ı Hakk" şeklinde de kullanılır].
vâsıl-ı Hakk tas. bütün gerekli mertebelerden geçerek Allah'a kavuşan, ulaşan kimse.
vâsıla (a.s.) fels. dıştan, dıştan gelen idealar. fr. adventice.
vâsılîn (a.s. vâsıl2nin c.) tas. Hakka erenler.
Gavs-ül-vâsılîn hakikate, marifete ermiş olan kâmillerin başı, Hz. Abdülkadir-il-Geylânî.
vâsıt (a.s. vasat'dan) ortada bulunan, ikisi ortası.
vâsıta (a.i.c. vesâit) 1. iki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. 2. aracı, arada bulunan, araya giren, meyancı. 3. âlet, araç. 4. soy, soy kuşağının her biri.
Bilâ-vâsıta vasıtasız, doğrudan doğruya.
Bi-l-vâsıta vâsıta ile, birinin aracılığı ile. 5. ed. tercî ve terkîb-i bendleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit, [terci'lerde tekrarlanır, terkiplerde değişir].
vâsıta-i nakliyye taşıma aracı, taşıt.
vâsıti (a.i.) tas. iyi cins bir kamış kalemi.
vâsi', vâsia (a.s. vüs'at'den) 1. geniş; açık; enli; bol.
Arz-ullahi vâsia Allah'ın yeri geniştir. 2 . Allah adlarından biri.
vâsi'-ül-mağfire yarlıgaması bol olan Allah.
vasî (a.i. vesâyet'den. c. evsıyâ') 1.bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. 2 . bir yetimin veya akılca zayıf ve hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse. 3. (îmâmiye mezhebine göre) Hz. Ali.
vâsî-i guremâ fık. borçları terikesinden fazla olduğu halde vefat eden borçlunun terikesine yargıç tarafından tâyîn olunan vasî.
vasî-i mansûb fık. yetim için hâkim (yargıç) tarafından tâyîn edilen vasî.
vasî-i muhtâr fık. ölünün hayatta iken tâyîn ettiği vasî olup, vasiyeti yerine getirmekle vazifelidir.
vasîd (a.i.) kapı eşiği, (bkz: südde).
vasîf (a.i.c. vesâif, vusafâ) uşak, hizmetçi.
vasîl (a.s.) birinden asla ayrılmaz[kimse].
vasît (a.s.) aracı, hakem.
vasiyyet (a.i.c. vesâyâ) bir kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.
Rükn-i vasiyyet vasiyete delâlet eden şeyler.
vasiyyet bi-l-ecnebî huk. mirasçılardan başkasına yapılan vasiyet, fr. adventice.
vasiyyet-bi-l-galle huk. [eskiden] bir kimsenin birine bir mülkünün, meselâ akannın gailesini vasiyet etmesi, [bu vasiyet, hem mûsînin hîn-i vefâtındaki mevcut galleye, hem de musâleh sağ oldukça tahaddüs edecek gallelere masruf olur].
vasiyyet-bi-l-hacc huk. [eskiden] bir kimsenin vefatından sonra nâmına naccedilmesi için yaptığı vasiyet, [sülüs-i mâlinden muteber olur].
vasiyyet-bi-l-muhâbât huk. [eskiden] bir malı değer fiyatından noksan ile satılmak üzere yapılan vasiyet [dön yüz lira kıymetinde olan bir evin muayyen bir şahsa üç yüz liraya satılmasını vasiyet gibi].
vasiyyet-bi-l-vâris huk. [eskiden] bir kimsenin mirasçılarından birine yaptığı vasiyet.
vasiyyet-bi-s-sehm huk. [eskiden] bir kimsenin bir şahsa veya bir cihete terikesinden lâalettâyin bir sehim vasiyet etmesi ki vereseden hiç birinin sehimden zait olmamak üzere terikenin altıda biri musâleh'e ait olur; vasiyetçinin ölçüsünü belirtmeden terekesinden bir payı vasiyet etmesi.
vasiyyet-bi-s-semere huk. [eskiden] bir kimsenin birine bağ ve bahçe gibi bir mülkünün semeresini vasiyet etmesi.
vasiyyet-bi-s-süknâ huk. [eskiden] bir akarın süknâsını muayyen bir kimseye vasiyet etme. [terekenin üçte birinden muteber olur].
vasiyyet-bi-sülüs-il mâl huk. [eskiden] bir kimse tarafından"malının üçte birini filân kimseye veya filân cihete vasiyet ettim" diye yapılan vasiyet.
vasiyyet-bi-ş-şart huk. [eskiden] bir şart ile mukayyet olan vasiyet, [meselâ bir kimsenin"ailemin nezdinde ikamet etmek üzere filân kadına yüz lira veriniz" diye vasiyet etmesi gibi].
vasiyyet-bi-t-tasarruf huk. bir kimsenin ölümünden sonra, terekesinin idaresini ve küçük çocuklarının menfaatlerinin gözetilmesini sağlamak üzere birini tâyin etmesi.
vasiyyet-i gayr-i mürsela huk. [eskiden] nısıf ve sülüs gibi bir kesir ile mukayyet olarak vuku' bulan vasiyet, [terikenin dörtte birini vasiyet gibi].
vasiyyet-i muallaka huk. [eskiden] şarta talik olunan vasiyet, [meselâ hasta olan bir kimse"eğer ben bu hastalıktan ölürsem filân zâta şu kadar lira veriniz" demesi gibi].
vasiyyet-i mukayyede huk. [eskiden] muayyen bir hâdise ile veya bir vakit ile yahut bir mekân ile takyîd edilen vasiyet.
vasiyyet-i mutlaka huk. [eskiden] muayyen bir hâdise ile, bir vakit veya mekân ile takyîd edilmeyen vasiyet.
vasiyyet-i mürsele huk. [eskiden] musâbih'in miktarı muayyen olan yânî sülüs ve rubu' gibi bir kesirle mukayyet olmayan vasiyet, [muayyen bir evi vasiyet gibi].
vasiyyet-li-l-ecnebî huk. [eskiden] bir kimsenin vârisinden gayri bir şahsa yaptığı vasiyet, [bu vasiyet mûsînin vârisleri bulunduğu takdirde terikenin sülüsünden, bulunmadığı takdirde tamâmından muteber olur].
vasiyyet-li-l-vâris huk. [eskiden] bir kimsenin kendi vârislerinden birine yaptığı vasiyet, [diğer veresenin icazetine mevkuf bulunur].
vasiyyet-nâme (a.f.b.i.) bir kimsenin, vasiyetini yazmış olduğu kâğıt, yazılı vasiyet.
vasl (a.i.) 1. [bir şeyi başka bir şeye] ulaştırma, birleştirme; ulaşma, birleşme.
Leylet-ül-vasl ayın son gecesi. 2. kavuşma, (bkz: vuslat). 3. gr. ulama, fr. liaison. 4. g. s. sayfaları yapışan yazılı bir kitabı ayırma san'atı.
vasl-ı dil-dâr sevgiliye kavuşma hâli.
vasl ve sâyagân ed. revî harfinden sonra tekrar eden zamir veya edat.
vasle (i.) tar. Mevlevi tarîkâtine mahsus bir çeşit elbise.
vasliyye (a.s.) ["vaslî" nin müen.]. (bkz: vaslî).
vasm, vasme (a.i.) ayıp, utanacak şey; eksiklik.
vasmet (a.i.) 1. bir şeyi çar çabuk bağlama. 2. halsizlik, kırıklık. 3. eksiklik, ayıp.
vasmet-i cehâlet bilgisizlik, bilgi eksikliği.
vassâd (a.s. ve i.) örücü, ören, dokuyucu, dokuyan, çulha, (bkz: nessâc).
vassâf (a.s. vasfdan) 1. vasıflarını bildirerek anlatan veya öven. 2. i. erkek adı.
vassâl (a.s. vasl'dan) 1. vasleden, ulaştıran, birleştiren. 2. i.g.s. sayfaları yapışan eski yazılı bir kitabın sahifelerini ayıran sanatkâr. 3. i. tar. Ortaçağ'da derebeylerine bağlı olan halk veya kendisinden daha büyük bir derebeyine bağlı olan derebeyi.
vassâle (a.i.) [eskiden] yazma kitapların kenarlı kısmına kâğıt ilâvesi sû/etiyle yapılan tamir şekli.
vâş (f.s.) düşman; gammaz.
vâşüde (f.s.) geri çekilmiş, defolunmuş.
vatâ' (a.i.) bir şeyi ayakla çiğneme.
vatan (a.i.c. evtân) yurt.
vatan-ı sânî (ikinci vatan) sonradan yerleşilen yer.
vatan-dâş (a.t.b.i.) yurttaş, hemşeri.
vatanî, vataniyye (a.s.) vatana ait, vatanla ilgili.
vatan-perver (a.f.b.s.) yurtsever.
vatan-perverâne (a.f.zf.) yurtsevere yakışır yolda, yurtsevercesine.
vatar (a.i.c. evtâr) iş.
Ba'd-e kazâ-yi vatar abdest bozduktan sonra.
Kazâ-yi vatar abdest bozma.
vatâvît (a.i. vatvât'ın c.) 1. dağ kırlangıçları. 2. yarasalar. 3. korkak ve geveze kimseler.
vâter (f.s.) çok uzak; sonundaki.
vatîd (a.s. vatd'dan) sağlam, kunt.
vatm (a.i.) 1. ayakla çiğneme. 2. perdeyi salıverme.
vatnî (a.i.) üzerine basma, çiğneme.
vatvât (a.i.c. vatâvît) 1. dağ kırlangıcı. 2. yarasa. 3. korkak ve geveze adam.
vatvata (a.i.) gece göz görmemesi.
vaty (a.i.) 1. ayak altında çiğneme, basma. 2. çiftleşme, (bkz: cimâğ).
vav (a.f.ha.) Osmanlı alfabesinin yirmi dokuzuncu harfi olup "ebced" hesabında altı sayısının karşılığıdır; v harfinin adı.
vâv-ı âtıfa gr. atıf vavı, bağlaç, fr. conjonction. [bu harf, Arapça veya Farsça iki kelimeyi birbirine bağlarken ilk kelimenin son harfi konsonla bitmiş ise bu harfi ü gibi okutur ilim ve irfan (= ilm ü irfan); vokal ile bitmiş ise, iki kelimeyi birbirine bağlayan "vav" harfi ortada -Farsça kaidesine göre- vü okunur kaza ve kader (= kaza vü kader)... gibi. (Arapçada ve olduğu gibi okunur].
vâv-ı kasem a. gr. her hangi bir kelimenin, çok defa Allah kelimesinin evveline gelerek için, hakkı için mânâlarını verir
V'Allahi Allah için, Allah hakkı için.
Ve-l-kalemi kalem hakkı için.
Ve-n-necmi yıldız hakkı için., gibi. (bkz: bî- (billahi), te- (t'Allahi)].
vâv-ı makbûza-i hafîfe ü sesini veren vav.
vâv-ı makbûza-i sakîle u sesini veren vav.
vâv-ı mebsûta-i hafîfe ö sesini veren vav.
vâv-ı mebsûta-i sakîle o sesini veren vav.
vâ-veyl (a.n.) yazık, eyvah!
vâ-veylâ (a.n.) 1. eyvah, yazık! (bkz: dirîg, dirîga). 2. i. çığlık, yaygara, feryâd. 3. i. Nâmik Kemâl'in meşhur vatanî şiiri.
vâvî (a.s.) 1. "vav' harfine mensup, "vav" harfi ile ilgili.
Ecvef-i vâvî (bkz: ecvef). 2. tilki, (bkz: sa'leb).
vâye (f.i.) nasîp, kısmet, (bkz: behre).
Bî-vâye nasipsiz, mahrum, (bkz: bî-behre).
vâye-bahş (f.b.s.) nasîb, behre, fayda bağışlayan.
vâye-dâr (f.b.s.) nasibi olan, kısmetli, (bkz: vâye-mend, zû-hazz).
vâye-gîr (f.b.s.) nasiplenmiş; elde etmiş.
vâye-mend (f.b.s.) kısmetli, nasibi olan. (bkz: vâye-dâr).
vâz (f.i.) bırakma, terk. (bkz: ferâgat).
va'z (a.i.) 1. bir kimseye, kalbini yumuşatacak, kendisini iyiliğe sevk edecek surette söz seyleme. 2. dînî öğüt.
vaz' (a.i.c. evzâ') 1. koyma, konulma.
vaz'-ı esâs esas koyma, temel atma.
vaz'-ı ictima' (kavuşma konumu) Güneşle herhangi bir gezegenin, güneşle aynı yere göre aynı hizada ve aynı yanda bulunduğu konum, fr. conjonction.
vaz-ı istikbâl astr. Güneşle bir dış gezegenin, güneşle Ayın, yere göre simetrik olduğu konum, karşıkonum, fr. opposition.
vaz'-ı sahne sahneye koyma.
vaz'-ı yed el koyma. 2. tâyin etme. 3.kurma, îcâdetme. 4. mant. bir şeye ad koyma.5. meydana getirme.
vaz'-ı haml doğurma. 6. duruş, tavır, hareket.
vaz'-ı kadîm bir yerin eskidenberi bulunduğu hal.
vazâat (a.i.) alçaklık, bayağılık.
vazâh (a.i.) beyaz, güzel yüzlü adam.
vazâhat (o.i.) vâzıhlık, açıklık.
vazâif (a.i. vazîfe'nin c.) vazifeler (ödevler).
vazâif-i kanûniyye kanunî vazifeler.
vazâif-i milliyye millî, ulusal vazifeler.
vazâif-i sagîre huk. boş kalan, inhilâl eden veya muattal bırakılan vazifeler.
vaz'an (a.zf.) vaziyeti, durumu îtibâriyle; asıl lügat mânâsı bakımından.
vâzgûn, vâzgûne (f.b.i.) ters, dönük; uğursuz, (bkz. bâz-gûn, bâz-gûne).
vâzı', vâzıa (a.i. ve s. vaz'dan) 1. koyan.
vâzı'-ı imza imza koyan. 2. temelini koyan kuran; yapan, hazırlayan.
vâzı'-ı kanun kanunu yapan, koyan, hazırlayan.
vâzı'-ül-yed el koyan, eline alan.
vâzıh, vâzıha (a.s.) açık, meydanda, belli, kapalı olmayan [söz, cümle].
vâzıhan (a.zf.) açık olarak, açık açık.
vâzıhât (a.i. vâzıh'ın c.) açık, meydanda olan şeyler, (bkz: bedîhiyyât).
vazî', vazîa (a.s. vaz'dan) alçak, bayağı, adî, aşağı.
vaz'î, vaz'iyye (a.s.) vaz'a mensup, onunla ilgili.
vazîfe (a.i.c. vazâif;1. ödev, görev, bir kimsenin yapmak zorunda bulunduğu iş. 2. yapılması, birine havale edilen iş. 3. ehemmiyet verilen iş. 4. birine, her gün veya muayyen günlerde verilmesi kararlaştırılan iş ücreti.
vazîfe-i mukaddes kutsal vazîfe (görev).
vazîfe-i mütehattime fels. fr. droit etroi.
vazîfe-i zimmet borç olan vazîfe. ["vazîfe" aslında, Arapçada "maaş" karşılığıdır].
vazîfe-dâr (a.f.b.s.c. vazîfe-dârân) 1. vazifeli (görevli). 2. i. me'mur.
vazîfe dârân (a.f.b.s.) vazîfedâr'ın c.) 1. vazifeliler. 2. i. me'murlar.
vazîfe-hâr (a.f.b.s.c. vazîfe-hârân) tahsisatı olan, ücret alan.
vazîfe-hârân (a.f.b.s. vazîfe-hâr'ın c.) maaşı, tahsisatı olanlar, ücret alanlar.
vazîfe-nâ-şinâs (a.f.b.s.) vazifesini bilmeyen.
vazîfe-şinâs (a.f.b.s.) vazifesini, işini dikkatli yapan.
vazîfe-şinâsâne (a.f.zf.) vazifeşinas olana yakışacak surette.
vazîfe-şinâsî (a.f.b.i.) vazîfeşinaslık.
vazîfeten (a.zf.) vazife olarak, vazife ile.
vazîh, vazîha (a.s. vuzûh'dan) apaçık, besbelli, meydanda.
vazîme (a.i.) 1. toplantı [iki üçyüzkişilik-]. 2. misafirler topluluğu. 3. sefere çıkanlar topluluğu. 4. cenazeden sonra fıkarâlara ve ahbaplara verilen yemek.
vaz'iyyet (o.i. vaz'dan) durum, duruş.
vaz'iyyet-i ezhâr bot. çiçek durumu, fr.inflorescence.
vaz'iyyet-i irtika' astr. yücelme durumu.
vazzâh (a.s. vuzûh'dan) çok açık, meydanda, belli.
vazzâh-ül-cebîn alnı açık.
ve (a.i.) dahî, de, hem, ile.
ve (f.e.) çok defa "ü" gibi ve vokalle (sesli) biten kelimeden sonra "vü" olarak okunur.
Kazâ vü kader kaza ve kader... gibi.
vebâ' (a.i.) hek. 1. veba, taun, yumurcak. 2. salgın hastalık.
ve ba'dü (a.zf.) imdi, ondan sonra. [Allah ve Peygambere edilen dualardan sonra maksada giriş için kullanılırdı.], (bkz: ammâ ba'dü).
vebâî, vebâiyye (a.s.) hek.vebaya ait, veba ile ilgili.
vebâl (a.i.) 1. şiddet, ağırlık, azap. 2. günah.
vebâlet (a.i.). (bkz. vebâl).
veber (a.i.) 1. ısırgan otunda olduğu gibi bâzı ot ve yaprakların üzerindeki ince dikencikler. 2. hav, tüy. 3. deve veya tavşan tüyü.
vebr (a.i.c. vibâr, vibâre, vubûr) zool.aktavşan; Arabistan tavşanı.
veca' (a.i.c. evcâ', vicâ') ağrı, sızı, acı.
vecâ-i batn karın ağrısı, kuru buruntu.
vecâ-i cenb göğsün yan tarafındaki ağrı.
vecâ-i mefâsıl mafsal ağrıları.
vecâhet (a.i.) 1. güzel yüzlülük, gösterişlilik, güzel yüz. 2. îtibar, haysiyet; onur, şeref. 3. kadın adı.
vecâib (a.i. vecîbe'nin c.) vecîbeler, boyna borç olan şeyler.
vecâr (a.i.c. evcire, vücür) 1. kurt, arslan gibi yırtıcı hayvan yatağı; in. 2. sel suyunun oyduğu yer.
vecâzet (a.i.) sözün veciz, kısa oluşu. (bkz: muhtasar).
vecd (a.i.) 1. kendinden geçecek derecede dalgınlık. 2.tas. kendini kaybedercesine ilâhî aşka dalma. 3. aşırı heyecan. 4. kederlenme.
vecd-âlûd (a.f.b.s.) vecde getiren, coşturan, (bkz: vecd-âver).
vecdân (a.i.) vecit, coşma, kendinden geçme hâli.
vecd-âver (a.f.b.s.) büyük heyecan veren.
vecd-efzâ (a.f.b.s.) vecdi, büyük heyecanı artıran.
vecdet (a.i.) 1. vecitli oluş. 2. zenginlik.
vecdî (a.s.) l. vecde mensup, vecidle ilgili. 2. i. erkek adı.
vecdiyye (a.s. vecd'den) 1. ["vecdî" nin müen.]. (bkz: vecdî). 2. i. kadın adı.
vecel (a.i.) korkma, ürkme.
vecenât (a.i. vecne'nin c.) yanak yumruları; elmacıklar.
vecenî (a.s.) hek. yanağa ait, yanakla ilgili.
veceniyye (a.s.) ["vecenî" nin müen.]. (bkz: vecenî).
vecer (f.i.) fetva.
vecer-ger (f.b.i.) fetva veren, müftü.
vech (a.i.c. vücûh) 1. yüz, surat, çehre. 2. üst, satıh, düz, yüz.
vech-ül-arz yeryüzü. 3. ön, alın. (bkz: cebhe). 4. üslûp, tarz. 5. sebep, vesîle, münâsebet.
Ber-vechi muharrer yazıldığı veçhile. 6. vâsıta.
vech-i âhar başka sebepten.
vech-i ahsen en iyi yol.
vech-i arazbâr müz. Türk müziğinde bir mürekkep makamdır. Kemânî Hızır Ağa tarafından terkîbedilmiştir. Tanbûrî Isak'ın devr-i kebîr peşrevi ile saz semaîsi, Ahmet Ağa'nın hafif bestesi ile ağır aksak semaîsi ve bir ağır düyek şarkı, balıkça Hafız Ef. nin ağır aksak şarkısı makama misaldir. Vech-i arazbar, arazbar makamının ilk iki dizisi olan yegâh'da beyâtî ve çârgâh'da rast beşlisi ile segah dörtlüsünden ibarettir. Donanımına "si" ve "mi" koma bemolleri yazılır. Yegâh'da beyâtî için "si" bekar ve "si" küçük mücenneb bemolü nota içerisinde kullanılır. Segah dörtlüsü ile segah perdesinde durur. Güçlüsü, terkibindeki birinci dizinin güçlüsü olan gerdaniye (sol beyâtî nevâ'ya nakledilmiş olduğuna göre) perdesidir; aynı dizinin durağı olan neva (re) da ikinci derecede güçlü'dür (segâh'ın da güçlüsü bu perdedir).
Dostları ilə paylaş: |