maksûd (a.s. kasd'den) kasdolunan, istenilen şey, istek, (bkz: emel)
maksûde (a.s. kasd'den) ["mak-sûd"un müen]. (bkz: maksûd)
Rızk-ı maksûm [Allah tarafından] ayrılmış rızk; kısmet. 2. mat. bölünen, fr. dividente. maksûmün aleyh mat. bölen. fr. divi-seur
maksûmiyyet (a.i. kısm'dan) taksim olma, olunma, bölünme
maksûr, maksure (a.s. kasr'dan) 1. kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış. 2. alıkonulmuş. 3. bir şeye ayrılmış. 4. a. gr. bâzı Arapça kelimelerin sonunda bulunan "Y" (fg) şeklinde yazılan elif harfi ["murtezî - mürtezâ", "da'vî - da'vâ (. -', -,j)" gibi]
maksure (a.i.c. makasîr) camilerde etrafı parmaklıklı yüksek yer. [biraz daha yüksek olursa "mahfil" denilir]. [Muâviye tarafından ihdas edildiği söylenir]
maksûs (a.s.) kesilmiş, kırpılmış
maksûr (a.s.) kışn, kabuğu çıkarılmış, soyulmuş
makt (a.i.) kin; hiddet
makta' a.i. kat'dan c. makatı') 1. kat'edilen, kesilen yer, bir şeyin, kesildiği yer, eski kamış kalemlerin yontulduktan sonra üzerine yatırılıp uçlarının kesildiği sert ağaçtan veya kemikten yapılma âlet. 2. mat. kesit. 3. ed. bir gazel veya kasidenin son beyti
makta-i mahrûtî geo. konik kesit
makta-ı muvâzene coğr. denge yanayı, fr. profil d'equilibre
maktaa (a.i.) üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemik, şimşir veya mâdenden yapılmış âlet
rnaktel (a.i. katl'den c. makatil) 1. katledilen, öldürülen yer. 2. ünlü ölülerin senasında yazılan şiirler
maktel-i Hüseyn Hz. Hüseyn'in şehâ-detinden bahseden Türkçe ve Farsça eserler
maktu', maktûa (a.s. kat'dan. c. makatî') 1. kat'olunmuş, kesilmiş. 2. değeri, bahası biçilmiş, pazarlıksız, fr. prix fixe. 3. götürü
maktûa (a.i. kat'dan c. maktûab) gazete, dergi ve benzeri şeylerden kesilmiş parça, fr. coupure
maktûan (a.zf.) maktu', götürü olarak, toptan
maktûât (a.i. maktûa'mn c.) mak-tualar, gazete, dergi ve benzeri şeylerden kesilmiş parçalar, fr. coupurer
maktu' cizye (a.b.i.) fetih sırasında ahâlîsi Müslüman olmayan yerler halkından sulh yoluyla tâyîn olunan maktu bedel, vergi
maktul, maktule (a.s. katl'den. c. makatîl, maktûlât, maktûlîn) katledilmiş, vurulmuş, öldürülmüş [kimse]
maktûlen (a.zf.) katledilerek, öldürülerek
maktûlîn (a.s. maktûl'ün c.) katledilmiş, vurulmuş, öldürülmüş [kimseler]
maktûr (a.s.) katran sürülmüş, katranlı
ma'kud ("ka" uzun okunur, a.s. akd'-den) akdolunmuş, bağlanmış; bağlı düğümlü
ma'kudü'n-aleyh fık. bir akdin yapılmasından aşıl maksat olan şey; akit kendisi üzerine vâki olan şey. [bir ev satıldığında o evin ayni, kiraya verildiğinde o evin menfaati, bir kimse nefsini îcâr ettiğinde o kimsenin ameli ma'kudü'n-aleyhtir]
makul ("ku" uzun okunur, a.s. kavl'den) söylenilmiş, denilmiş; söylenilen [söz]
ma'kul, ma'kule ("ku" uzun okunur, a.s. akl'dan) akıllıca, akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı
makulât ("ku" uzun okunur, a.i. makule'nin c.) takımlar; çeşitler, kategoriler
ma'kulât ("ku" uzun okunur, a.i. ma'kul'ün c.) aklın uygun bulduğu, akıl ile bilinen şeyler, fels. fr. predicables
makule ("ku" uzun okunur, a.i.) 1. takım, çeşit, soy. 2. mant. ulam, f r. categorie. 3. s. ilim tasnîfi yapılmış, fels. fr. predicament
makulî ("ku" uzun okunur, a.i.) kategorik, fr. categorigue
ma'kuliyyet ("ku" uzun okunur, a.i.) ma'kullük, akla uygunluk, anlayışlılık
ma'kum ("ku" uzun okunur, a.s.) kapalı, (bkz: mesdûd)
ma'kûs, ma'kûse (a.s. aks'den) 1. aks olunmuş, tersine çevrilmiş, başaşağı olmuş
Mahrût-i ma'kûs geo. başaşağı çevrilmiş koni. 2. başka bir şeyin zıddı. 3. ters, yolunda gitmeyen; uğursuz. 4. bir yere çarpıp geri dönen. 5. mat. evrik, ters
Tâli-i ma'kûs ters giden, uğursuz talih
ma'kûsen (a.zf.) ma'kûs, aksine, ters olarak
ma'kûsen mütenâsib mat. ters orantılı, birbirine nispet edilen iki şeyden biri çoğıldıkça diğerinden eksilme, fr. inversement proportionnel
ma'kûsiyyet (a.i.) ma'kûsluk, aksilik, terslik, [yapma kelimelerdendir]
makye' (a.i.) konacak, duracak yer. (bkz. mevzi')
makzere (a.i.) dışkılık, fr. cloaque
makzî (a.s.) kaza olunmuş, ödenmiş
makzi'l-merâm (a.it.) erişilmek istenilen
makzûf (a.s.) hazfolunmuş, atılmış
Seng-i makzûf atılmış taş
-mal (f.s.) "süren, sürülen; takılan, sarılan" mânâlarıyla terkipler yapar
Rû-mâl yüz süren
Pây-mâl üzerine ayak sürülen, ayak alanda çiğnenen
mâl (a.i.c. emval) 1. bir kimsenin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey. 2. varlık, servet. 3. para, nakit, gelir. 4. tüccar eşyası
Beytü'l-mâl [Tanzimat'tan önce] devlet hazînesi; [Tanzimat'tan sonra] şerîat mahkemelerinde mirasçıları bulunmayan ölmüş kimselere ait malların hesabı görülen dâire
Re'sü'l-mâl ana para. (bkz: sermâye). 5. eroin, esrar ve benzeri uyuşturucu şeylerin ortak adı
mâl defterdarı [Tanzimat'tan önce] devlet mâliyesi işleriyle uğraşan kimse
mâl-i cizye arazîden alınan haraç
mâl-i ganâim savaş ganimetinden elde edilen paranın beşte biri ölçüsünde olan ve yetimlere, kimsesizlere verilen para
mâl-i gaybî sahibi çıkmayan, bulunmuş mal
mâl-i gayr-i menkul taşınmaz, göçümsüz mal
mâl-i Karun mec. çok zengin
mâl-i menkul nakledilebilen, taşınabilen mal [bina ve arazîden maada]
mâl-i mütekavvim huk. [eskiden] iki mânâda kullanılır biri intifâı mubah olan şeydir, diğeri mâl-i muhrez demektir. Meselâ [denizde iken balık gayri mütekavvim olup, tutmak ile ihraz olundukta mâl-i mütekavvim olur. Keza, şıra ile intifa mubah olduğundan mâl-i mütekavvimdir]
mâl-i keşûfiyye Mısır'da mansıp almak için kâşifler tarafından valilere verilip Mısır hazînesi arasında, cep harçlığı olarak, pâdişâha gönderilen paralar
mâl-i mugtenemât vurulan urbandan ele geçen hayvan ve sâirenin bedeli
mâl-i mukabele tar. Umarlardan hâsıl olan gelirler
mâl-i mukayyed mukataalarla malikânelerin defterlerde yazılı gelirleri
mâl-i mîrî mîrî'ye, hükümete ait olan mal
mâl-i nâtık canlı mal, at, deve, katır gibi dört ayaklı hayvanlar
mâl-i sadakat yoksullara, savaş düşkünlerine verilmek üzere Müslüman tüccarlardan alınan zekât
mâl-i sâmit cansız mal
mâl-i uhrevî âhiret için kazanılan sevap
mâl kalemi mâliye dâiresi
mâl müdürü kaza mâliye me'muru
mal sandığı devlet geliri sandığı, vezne
mâl ü menâl sahip olduğu her şey, varı yoğu, bütün varlığı
mala (f.i.). (bkz. mâle)
mâ-lâ-kelâm (a.b.s.) söz götürmez, diyecek yok. [aslı "mâ-lâ-kelâme fih" dir]
mâl-â-mâl (a.zf.) çok dolu, dopdolu. (bkz: kesir, firâvân, pür)
mâ-lâ-nihâye (a.s.) sonsuz, uçsuz bucaksız, (bkz: bî-nihâye, bî-pâyân)
ma'lât (a.i.c. maâlî) 1. yüksek, derin fikir. 2. şeref, ululuk
mâ-lâ-ya'nî (a.s.c. mâlâ-ya'niy-yât) mânâsız, faydasız, boş [şey], (bkz: jâj)
mâ-lâ-ya'niyyât (a.s. mâ-lâ--ya'nî'nin c.) mânâsız, faydasız, boş [şeyler]
mâ-lâ-yutâk (a.s.) takat getirilmez, dayanılmaz
Teklîf-i mâ-lâ-yutâk dayanılmaz bir teklif
mâl-dâr (a.f.b.s.) mallı, malı olan, zengin
mâl-dârî (a.i.) zenginlik, (bkz: gına, servet)
mâle (f.i.) duvarcı malası
ma'lef (a.i.c. maâlif) alef, ot, saman, hayvan yemi gibi şeyler konulan yer
mâle-kârî (f.b.i.) alçıdan yapılmış kabartma süs
ma'lem (a.i.c. maâlim) iz, eser, nişan
mâ-lem-yekün (azf.) sözden ibaret
mâlezim, mâ-lezime (a.i.) malzeme, lüzumlu, gerekli şey
mâlî (f.s.) 1. çok, fazla. 2. dolu. (bkz: memlû', pür)
mâlî, mâliyye (a.s.) 1. mala, paraya mensup, mal ile ilgili. 2. devlet gelir ve giderlerinin idaresine ait
Fenn-i mâlî mâliye bilgisi
Usûl-i mâliyye mâliye usûlü ile ilgili işler
mâlî cizye tar. Osmanlılar devrinde savaş larda kazanılan düşman topraklarından cizye olarak alınan vergi
mâlîde (f.s.) sürülmüş, uğulmuş
mâlih (a.s.) tuzlu
malihulya (yun.i.) 1. karasevda. 2. kuruntu, (bkz: hayâl-i ham, vesvese). 3. melankolya, fr. melancolie
Mâlik (a.h.i.) Yedi Cehennemin hâkimi ve kapıcısı olan melek, zebânîleri idare eden melek, (bkz. Rıdvan)
mâlik (a.i. mülk'den. c. müllek) 1. sahip, bir şeye sahip, bir şeyi olan. 2. erkek adı. [müen. "mâlike"]
mâlikü'l-mülk Allah
malikâne (f.i.) 1. kanunda gösterilen şartlara göre birine verilen beylik arazî. 2. büyük ve zengin köşk. (bkz: kâh, kasr, kâşane)
mâliki (a.i.) Islâmiyette "ehl-i sünnet" denilen dört mezhepten biri olup îmam Malik bin Enes tarafından kurulmuştur. [Hicaz, Basra ve Afrika'da yaygındır; diğer üç mezhep şunlardır: Hanefî, Şafiî ve Hanbelî]
mâlikiyyet (a.i.) mâlik olma, sahip olma
mâliş (f.i.) sürme, sürüştürme, uğma, uğuşturma
mâliş-gâh, mâliş-geh (f. b.i.) yüz sürülecek yer. (bkz: secde-gâh)
mâliş-ger (f.b.s.) sürtücü, uğucu, masör
mâliyyât (a.i.s.) mâliye işleriyle ilgili, mâliye bilgisi
mâliyye (a.s.c. mâliyyât) devlet gelir ve giderleri işiyle uğraşan dâire
mâliyyet (a.i.) mal olma değeri
mâliyyun (a.i.c.) maliyeciler
mâlizme (a.i.) tar. [eskiden] yirmi sahifeden ibaret olan cüz, broşür
mâl-perest (a.f.b.s.) malı, parayı çok seven, mal canlısı
ma'lûl (a.s. illet'den c. ma'lûlîn) illetli, hastalıklı, sakat
ma'lûl-gazî bir savaştan sakat olarak çıkmış kimse
ma'lûlen (a.zf.) ma'lûl, sakat olarak
ma'lûlîn (a.s. ma'lûl'ün c.) sakatlar, hastalıklılar, illetliler
ma'lûliyyet (a.i.) ma'lulluk, sakatlık, hastalık
ma'lûm, ma'lûme (a.s. ilm'den c. ma'lûmat) 1. bilinen, belli. 2. gr. *etken, faili bilinen ve belli olan
ma'lûmat (a.i. ma'lûm'un c.) 1. ma'lûm olan, bilinen şeyler. 2. biliş. 3. fels. *bili, bilgi
Eyyâm-ı ma'lûmat. (bkz: eyyam). 4. istanbul'da Artin tarafından çıkarılan ve eski edebiyatı savunan haftalık edebiyat dergisi
ma'lûmât-ı cüz'iyye az bilgi
ma'lûmât-ı külliyye esaslı bilgi
ma'lûmât-ı vâsia geniş bilgi
ma'lûmât-ı zarûriyye lüzumlu, gerekli bilgi
ma'lûmât-dar (a.f.b.s.) ma'lû-maüı, bilgili
ma'lûmat-füruş (a.f.b.s.) ma'lûmat, bilgi satan, bilgiçlik taslayan
ma'lûme (a.s.) ["ma'lûm"un müennesi]. (bkz: ma'lûm)
Ahvâl-i ma'lûme bilinen haller, durumlar
Şerâit-i ma'lûme bilinen şartlar, koşullar
Harekât-ı ma'lûme bilinen hareketler
ma'lûmiyye (a.i.) tar. her yıl Mekke ve Medîne halkına dağıtılmak üzere gönderilen sürre arasında geçen bir tâbir olup "bilinen" anlamına gelir
ma'lûmiyyet (a.i.) ma'lûmluk, belli olma, bilinme
malzeme (a.i.) *gereç. (bkz: mâlezim, mâlezime)
mâ-melek (a.i.) nesi varsa, varı yoğu, olanı biteni; olanca şey
mâ-mezâ (A.i.) geçen şey, geçmiş şey, geçmiş zaman
Mezâ mâ-mezâ geçen geçti, olan oldu
ma'mûl (a.s. amel'den) îmal edilmiş, yapılmış, işlenmiş
ma'mûlât (a.s. ma'mûl'ün c.) îmâl edilmiş, yapılmış şeyler, makinede, elde yapılmış, işlenmiş eşya
ma'mûlât-ı dâhiliyye memlekette, yerli yapılan şeyler, fr. produits indigenes
ma'mûlât-ı sınâiyye sanayi ürünleri
ma'mûlün bih (a.b.s.) kendisiyle amel olunan, yürürlükte olan, hükmü geçer, [kanun, nizam; gramer kaidesi]
ma'mûr (a.s. umrân'dan) bayındır, şenlikli, (bkz: abadan)
Beyt-i ma'mûr Kabe
ma'mûre (a.i.) ma'mûr olan yer, insan bulunan, bayındır yer; şehir, kasaba
ma'mûre-i derûn gönül ma'mûresi; gönül şehri
ma'mûre-i dünyâ dünyâ ma'mûresi
ma'mûre-i muhabbet sevgi ülkesi
ma'mûretü'l-azîz (a.it.) Elâzığ'ın eski adı
ma'mûriyyet (a.i.) ma'murluk, bayındırlık, (bkz: âbâdânî, ümran)
mânâ (f.i.) eş, benzer, (bkz: misi, nazîr)
ma'nâ (a.i.c. rnaânî) 1. mânâ, anlam. 2. iç, içyüz. 3. rüya, düş. 4. akla yakın sebep
Âlem-i ma'nâ rüya
Bî-ma'nâ mânâsız, münasebetsiz
İsm-i ma'nâ gr. mücerret, soyut isim
mânâ-yi lugavî (bir kelimenin) lügat mânâsı, lügat anlamı
ma'nâ unsuru gr. semantem
ma'nâ-dâr (a.f.b.s.). (bkz. ma'nî-dâr)
mâ nahnü fîh (a.cü.) bahsini ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz [şey]
mânde (f.s.) kalmış olan, gitmiş olan
Amel-mânde işten kalmış, işe yaramaz
ma'nen (a.zf.) iç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, (bkz: bâtınen)
mânend (f.i.) benzer, eş
Bî-mânend eşsiz, emsalsiz, (bkz. bî-nazîr, küfv, mesîl, nazîr, şebîh)
mânend-i bedîhî-i ûlâ ilk bakışta apaçık görünüp bilinen şey gibi
mânend-i serv servinin benzeri, servi gibi
mânend-âbâd (f.b.i.) ölümle kıyamet arasında geçen zaman
mânende (f.s.) 1. benzeyen. 2. astr. oriyon'un _ yıldızı, fr. Rigel
ma'nevî, ma'neviyye (a.s. any'den) 1. madde dışı olan, mânâya ait. 2. ruha ve içe ait olan
Ecr-i ma'nevî maddî olmayan karşılık, savap
Kuvve-i ma'neviyye iç, yürek kuvveti
Veled-i ma'nevî evlâtlık, oğulluk
ma'nevî evlâd birinin kendine evlât edindiği kimse
mâneviyye (a.i.) iyilik ve kötülük ilâhına inanmaktan ibaret bâtıl bir mezhep olup Zerdüştler'den alınmıştır, manikeizm, fr. manicheisme
ma'neviyyât (a.i. ma'nevî'nin c.) maddî olmayan, manevî olan hususlar; yürek gücü
ma'neviyyûn (a.i.c.) Allah'a inanmış, belbağlamış olanlar, (bkz: ilâhiyyûn, rabbâniyyûn)
Manî ,j- (f.h.i.) meşhur Çinli nakkaşın addıdır. Behram Şâpûr zamanında iran'a gelip Zerdüşt ve Isa dinleri halitası olan bâtıl mezhebini neşre başlamış olduğundan îdâm olunmuştur. "Erteng", "Erjeng" adlı eserleri meşhurdur
mâni' (a.s. men'den c. menea) 1. men'eden, geri bırakan, alıkoyan, engel olan. 2. i. engel, özür
mânî-i irs huk. [eskiden] irse mâni' olan haldir ki, dört kısımdır: rık, katil, ihtilâf-ı dîn, ihtilâf-ı dar
manî-i istiktâb fiz. kutupengel, fr. depolarisant
mânî-i şer'î şer'an kabule engel olan hal
ma'nî (f.i.). (bkz: ma'nâ)
mania (a.i. men'den c. mevânî') 1. men'eden şey, engel, özür. 2. zorluk
ma'nîdâr (a.f.s.) manâlı, bir şeye delâlet eden, bir şey demek isteyen
ma'nîdâr-âne (a.f.zf.) manâlı şekilde
mannasa (a.i.) cihaz odası, gelin odası. [kelimenin aslı "mınnasa" dır]
mansıb (a.i. nasb'dan. c. 1. menâsıb) devlet hizmeti, me'mûriyet. 2. makam, rütbe, derece, orun
mansıb-dâr (a.f.b.i.) mansıbda bulunan
mansûb (a.s. nasb'dan) 1. nasbolunmuş, konmuş, dikilmiş. 2. me'mûriyete konulmuş, me'mûriyette bulunan. 3. i. gr. Arapçaya mahsus olmak üzere sonundaki harfi üstün e okunan kelime Süleyman (e), hamzet (e)., gibi. (bkz. meftûh)
mansûbe (a.i.) 1. satranç oyununda "nerd" in ayrıldığı oyunların yedincisi. 2. tedbir, oyun, açmaz
mansûbe-bâz (a.f.b.s.) hîlekâr, dubaracı
mansûbîn (a.i. mansûb'un c.) mansub bulunanlar, me'mûriyette, hizmette olanlar
mansûr, mansûre (a.s. nusret'den) 1. nasrolunmuş, Allah'ın yardımıyla galib, üstün gelmiş
mansûre hazînesi II. Sultan Mahmut'un Yeniçeriocağını kaldırdığı hicrî 1241 (1826) yılında "asâkir-i mansûre-i Muhammediyye" adıyla kurulan askerî teşkilâtın masrafına karşılık olarak ayrılan devlet gelirleri
mansûriyyet (a.i.) Allah'ın yardımıyla muvaffak olma, başarma
mansûs, mansûsa (a. s. nass'dan) 1. Kur'ân'da açıkça anlatılmış, hakkında âyet bulunan
Ahkâm-ı mansûsa açıklanmış hükümler. 2. erkek adı
mantık (a.i. nutk'dan) 1. söz. 2. hakikat ararken yapılan zihnî muamelelerden hangilerinin doğru ve hangilerinin yanlış yola çıktığını gösteren ilim. 3. lüzum, maksat veya hüküm ile iş, vâsıta veya delil arasında tutarlık
mantık-ı remzi sembolik mantık
mantık-ı sûrî formel, biçimsel mantık
Mantık-üt-tayr (kuş dili) Şeyh Ferîd-üd-dîn-i Attâr'ın ahlâkî fikirlerle süslü meşhur manzum eseri
mantıkan (a.zf.) mantıkça, mantığa göre
mantıkıyyât (a.i.) mantıkla ilgili meseleler
mantıkıyyûn (a.i.c.) mantık âlimleri; mantıkla uğraşanlar
mantıkî (a. s.) mantığa ve mantık kaidelerine uygun, mantıklı
mantûk, mantûka (a.s. nutk'dan) 1. söylenilmiş, denilmiş. 2. söz, kelâm, nutuk, mânâ, mefhum
manzam (a.i.c. menâzım) dizi, sıra
manzar (a.i. nazar'dan) 1. nazar edilen, bakılan, görünen yer. 2. görünüş. 3. çehre yüz
Hoş-manzar görünüşü güzel, güzel yüzlü
Kerîhü'l-manzar görünüşü çirkin, çirkin yüzlü. 4. gözbebeği
manzar-ı çeşm anat. gözbebeği
manzara (a.i. nazar'dan c. manâzır) 1. bakılıp seyredilen yer. 2. görünüş. 3. pen cere
manzaram (a.s.) gösterişli, güzel [adam], (bkz. manzarî)
manzarî (a.s.) gösterişli, güzel [adam], (bkz: manzarânî)
manzûd (a.s.) 1. üstüste istif edilmiş. 2. i. sık bitmiş ağaç
manzum (a.s. nazm'dan) 1. nazmolunmuş, tanzîm edilmiş, dizilmiş, düzenlenmiş, sıralanmış
Dürr-i manzum dizi incisi. 2. e d. vezinli, kafiyeli söz
manzûmât (a.i. manzûme'nin c.) manzumeler
manzume (a.i.c. manzûmât) 1. sıra, dizi, takım; sistem. 2. vezinli, kafiyeli söz, şiir
manzûme-i düveliyye birleşmiş milletlerin oluşturduğu bir bütün
manzûme-i elektrîkiyye fiz. pil
manzûme-i Süreyya astr. (bkz: Süreyya)
manzûme-i şemsiyye astr. Güneş ile ona tabî olan seyyareler. (Güneş sistemi)
manzûr (a.s. nazar'dan) 1. nazar olunan, bakılan, bakılmış, görünen, görülmüş. 2. gözde olan, beğenilen
manzûr-ı âlîleri olmak dikkat nazarını çekmek
manzûre (a.s.) 1. noksan, kusuru olan, ayıplanacak kadın. 2. i. âfet, belâ
mâr (f.i.c. mârân) yılan, (bkz: hayye)
mâr-i dûzebân (iki dilli yılan) meç. iki yüzlü, münafık [kimse]
mâr-i ham-be-ham kıvrım kıvrım, çöreklenmiş yılan
mâr-i ser-bürîde başı koparılmış yılan
mâr-i sermâdîde kışın soğuğundan uyumuş ve uyuşmuş yılan
ma'râ (a.i.) vücûdun çok zaman çıplak olan yeri
mârân (f.i. mâr'ın c.) yılanlar
Şâh-ı mârân yılanların pâdişâhı; ejderhâ
maraz (a.i.c. emraz) hastalık; mec. dert, belâ, dayanılması güç durum
maraz-ı asabi psik. nevroz
maraz-ı beledî hek. süregelen salgın hastalık
maraz-ı dil kalp rahatsızlığı
maraz-ı hadd hek. hızlı seyreden hastalık
maraz-ı indifâî hek. sivilce, çıban gibi ciltte çıkarak, patlayan hastalık
maraz-ı kalb hek. 1) kalb hastalığı; 2) mec. elem, ıztırap, acı
maraz-ı mevt hek. ölüm hastalığı, ölüm korkusu hastalığı, [erkeği evin dışında ve kadını evin içinde iş görmekten meneden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl içinde ölümle neticelenen hastalık]
maraz-ı mühlik-i müstevli hek. büyük çapda hayvan ölümüne sebep olan salgın hastalık, kıran, fr. epidemique mortelle
maraz-ı müstekarr hek. uzun süren salgın hastalık
maraz-ı ruhî psik. ruh hastalığı, fr. psychopathie
maraz-ı sakıt hek. sar'a
maraz-ı sâri hek. sirayet edici, geçici, bulaşıcı hastalık, fr. maladie contagieuse
ma'raz, ma'rız (a. i. arz'dan c. maânz) 1. bir şeyin göründüğü, çıktığı yer. 2. bir şeyin arzolunduğu, bildirildiği yer. 3. sergi, fr. exposition. (bkz: meşher)
marazî (a. s. maraz'dan) hastalığa ait, hastalıkla ilgili; hastalıklı
maraziyyât (a.i.c.) hastalıklar ilmi, fr. pathologie
maraziyyûn (a.i.c.) hek. patoloji uzmanları
ma'rec (a.i.c. maâric) çıkacak yer, merdiven
ma'ref (a.i.) yüzün, dâima açık görünen yeri
mâr-efsâ (f.b.s.) yılan efsuncusu, yılan tutan; yılan sokmuş kimseyi tedâvî eden
ma'rek (a.i.c. maârik) (bkz: ma'reke)
ma'reke (a.i.c. maârik). savaş meydanı
mâr-gîr (f.b.s.) yılan tutan, yılan tutucu
mâr-hâr (f.b.s.) yılan yiyen
mârın, mârına (a.s.) Çekiçle dövülerek açılmaya müstait olan. 2. i. türlü türlü renklerde olan bir toprak. 3. i. jeol. kireçtaşı, f r. marne
mâriz (a.s.) hasta, sayrı. (bkz: marîz)
mâric (f.s.) 1. dumansız ateş, alev. 2. dumansız barut
mârid (a.s.) inatçı
ma'rife (a.i.c. maârif) gr. mânâ ve mefhûmu belirtilmiş olan söz, Arapça harf-i ta'rifi (el-) anlatan kelime, [bahçenin kapısı gibi. "Bahçe kapısı" olursa nekre dir]
ma'rifet (a.i.c. maârif) 1. herkesin yapamadığı ustalık; her şeyde görülmeyen hususiyet, ustalıkla yapılmış olan şey. (bkz: hüner, san'at). 2. bilme, biliş. 3. hoşa gitmeyen hareket. 4. vâsıta, aracı, ikinci el
ma'rifet-nazariyyesi fels. bilgi nazariyesi, kuramı, fr. epistemologie
Ma'rifet-nâme (a.f.b.i.) İbrahim Hakkı beyin dîvân kültürüne ait hazırladığı meşhur eseri
ma'rifet-perver (a.f.b.s.) marifetli, hünerli
ma'rifet-perverâne (a.f.zf.) marifetli, hünerli olana yakışacak surette
ma'rifet-perverî (a.f.b.i.) mârifetperverlik, mârifetlilik, hünerlilik
ma'rifet-ullâh (a.it.) tas. Allah'ı anlama
mâr-istân (f.b.i.) hastahâne. ["bîmâr-istân"dan bozmadır]
Mâriye (a.h.i.) Şem'ûn adında birinin kızı olup hicretin 7. yılında kız kardeşi Şîrîn ile birlikte, Mukavkıs tarafından Hz. Muhammed'e hediye edilen kipti bir câriye
marîz (a.s. maraz'dan c. merzâ) marazlı, hasta, hastalıklı, sayrı
marîzâne (a.f.zf.) marizcesine; hastalıklı
marpîç (f.i.) marpuç
mârr (a.s. mürûr'dan) mürur eden, geçen
mârrü'l-beyân beyânı (yukarıda) geçmiş olan
mârrü'z-zikr zikri (yukarıda) geçmiş olan
mârre (a.i.) fık. herkesin gittiği yoldan gidenler
mârrîn (a.s.c.) geçenler
mârrîn ve âhirin gelip geçenler, gelen giden
ma'ruf (a.s. irfan'dan) 1. herkesçe bilinen, tanınmış, belli. 2. meşhur, ünlü. 3. şeriatın emrettiği, uygun gördüğü
Kavl-i ma'rûf meşhur, ünlü söz
Emri bi-1-ma'rûf nehyi an-il-münker şeriatın emirlerini ve yasaklarım halka bildirme
ma'rûf-i cihan cihanın bildiği, dünyâca tanınan
ma'rûfât (a.i.c.) 1. bilinen şeyler. 2. şerîatçe (kanunca) yapılması istenilen şeyler
ma'rûfiyyet (a.i.) ma'rufluk, meşhurluk, tanınmışlık, ünlülük
ma'rûr (a.s.) uyuz
ma'rûş (a.i.) üstü çardak ve kameriye şeklinde yapılmış bina
Mârût (a.h.i.) arkadaşı "Hârût" ile meşhur olan bir melek olup büyü ile uğraştıklarından dolayı kıyamete kadar kalmak üzere Bâbil'de kuyu içerisinde hapsedilmişlerdir
ma'rûz, ma'rûze (a.i.c. ma'rûzât) 1. arzolunmuş, arzolunan. 2. bir şeyin karşısında, te'sîr altında bulunan. 3. serilmiş, yayılmış. 4. verilmiş, sunulmuş. 5. söylenilmiş, anlatılmış, denilmiş
El-ma'rûz akrandan akrana yayılabilecek olan şey
Ev-râk-ı mâ'rûza sunulan kâğıtlar
Hedâyâ-yı mâ'rûza sunulan armağanlar
ma'rûz-ı bendegânemdir büyük bir makama yazılan dilekçelerin başına konurdu; ben kulunuzun dileğidir
ma'rûz-ı bendeleridir ulemânın dışında bulunanlar tarafından şeyhislâmhkta bulunmuş olanlara hitaben yazılan kâğıtlarda resmî elkap olarak kullanılan bir tâbir, [ulemâ tarafından bunun yerine "ma'rûz-ı dâîleridir" denilirdi]
ma'rûz-ı bende-i dîrîneleridir ulemânın dışında bulunanlar tarafından şeyhislâma hitaben yazılan kâğıtlarda resmî elkap olarak kullanılan bir tâbir
ma'rûz-ı çâker-i kemineleridir hiç bir değeri olmayan ben kulunuzun dilediğidir
ma'rûz-ı dâî-i dîrîneleridir ulemâ tarafından şeyhislâma hitaben yazılan kâğıtlarda resmî elkap olarak kullanılır bir tâbir olup "ben eski [sâdık, yakın] duacınızın dileğidir" anlamındadır
ma'rûzât (a.i. ma'rûz'un c.) 1. küçükten büyüğe bildirilen, sunulan şeyler. 2. Cevdet Paşa'nın 1839-1876 yılları arasında meydana gelen tarihî ve siyasî olayları konu edinen ünlü eseri
marzî (a.i. nzâ'dan) rızâ gösterilmiş, beğenilmiş; hoşnutluk, (bkz: pesendîde, nzâ--dâde)
Gayr-i marziyye, Nâ-marzî hoşa gitmemiş, beğenilmemiş
ma's (a.i.) hek. adalenin tutulması, büzülmesi, fr. crampe
ma's-ı adalî adaleye (kasa) giren sancı, kramp
mâ-sabak (a.s.) geçmiş şey, geçmiş
Hikâye-i mâ-sabak geçmişi hikâye etmek. (bkz: ser-güzeşt)
masâd (a.i.) 1. dağ yamacının yüksek bir kısmı. 2. yüksek ve sarp kıyı
mas'ad (a.i.c. masâid) 1. suud yeri, yukarı çıkacak yer. 2. merdiven. 3. meç. aşama, (bkz: rütbe)
mâ-sadak (a.b.i.) tasdik edilen, olunan husus, uygun, tıpkı, [aslı "mâ-sadaka aleyh sadık olan şey üzerine" demektir]
masadır (a.i. masdar'ın c.) gr. masdarlar, isim-fiiller
masaff (a.i.c. masâff) aşk. saf, taburun toplandığı yer
Dostları ilə paylaş: |