hâher-zâde (f.b.i.) hemşîre-zâde, yeğen.
hâhiş (f.i.) istek, arzu, isteyiş.
hâhiş-kâr, -ker (f. b.s.c. hâhişkerân) isteyici, istekli.
hâhiş-kerân (f.b.s. hâhişker'in c.) hâhişkerler, istekliler.
hâhişkerî (f.b.s.) isteklilik.
hâh nâ hâh (f.zf.) ister istemez, (bkz: tav'an kerhen).
hâib (a.s. heybet'den) 1. korkan, korkak, (bkz: hâf) 2. utangaç.
hâib (a.s. haybet'den. c. hâibîn) 1. mahrum, 2. ümitsiz, me'yûs, kederli. 3. zarar ve ziyana uğrayan.
Hâib ü hâsır hiçbir şey elde edemeyen.
hâiben (a.zf.) mahrum olarak, me'yûs olarak, zarar ve ziyana uğrayarak.
hâibîn (a.s. hâib'in c.) mahrum olanlar; me'yûs olanlar; zarar ve ziyana uğrayanlar.
hâic (a.s.) heyecanlı, coşkun, ["hâyic" şeklinde de geçer].
hâid (a.s.) pişman, nadim, tövbekar, ["hâyid" şeklinde de geçer].
hâif (a.s. havf’den) korkan, korkak, ödlek, (bkz: hâib).
hâif (a.s.) gadir ve sitem eden; zulmeden.
El-hâinü hâif hâin [kimse] zulmeder.
hâif-âne (a.zf.) hâifcesine, korkak-casına, ödlekcesine.
hâifen (a.zf.) korkakcasına, korkarak.
hâik (a.i.c. hayyâk) çulha.
hâil (a.s. havl'den) 1. iki şey arasında veya bir şey önünde perde olan, manî olan, arayı kapayan, engel. 2. fiz. ekran.
hâil (a.s. hevl'den) korkunç.
Mevt-i hâil korkunç ölüm.
hâile (a.i.) dram, trajedi, fr. tragedie.
hâim (a.s.) 1. şaşkın, hayrette. 2. sevgiden dolayı şaşkına dönmüş, ["hâyim" şeklinde de geçer].
hâin (a.i. hıyânet'den) hıyanet eden, nankörlük eden, hayın.
hâin-i vatan vatan hâini.
hâin-i nân ü nemek (ekmek ve tuz hâini) nankör.
hâin-âne (a.zf.) hâincesine.
hâir (a.s.) şaşırmış, hayrette kalmış, (bkz: mütehayyir).
hâir-i bâir aklını kaybederek ne yapacağını bilmeyen, sapıtan, şaşkın.
hâire (a.s.) ["hâir" kelimesinin müennesi]. (bkz: hâir).
hâit (a.i.c. hîtân) bir yeri çevreleyen duvar, tahta perde, çit gibi şeyler.
hâiz (a.s.) mâlik, sahip; taşıyan.
hâiz-i ehemmiyet ehemmiyetli, önemli.
hâiz (a.s.) 1. hayzını, âdetini gören [kadın]. 2. namazsız kadın.
hak (a.i.). (bkz. hakk).
hak (a.i.). (bkz. hakk).
hâk (a.s.) 1. vasat, orta.
hâk-ül-edeme derinin orta katı.
hâk-ül-varak bot. yaprak ortası, fr. mesophylle. 2. insaniyetli, mert ve yiğit adam.
hâk (f.i.) toprak.
hâk-dân-ı fenâ (fânilik toprağı) dünyâ.
hâk-i beden vücut toprağı.
hâk-i beyâbân çölün toprağı.
hak-i bîmâr (hasta toprak) mec. kırmızı altın.
hâk-i cenâb-ı südde-i devletmeâb pâdişahın kapısının önünde.
hâk-i kadem ayak toprağı.
hâk-i mezâr mezar toprağı.
hâk-i mezellet horluk, düşkünlük toprağı.
hâk-i mürde (ölmüş toprak) verimsiz toprak.
hâk-i pâk temiz toprak.
hâk-i pây ayak toprağı, tozu.
hâk-i râh (yolun toprağı) uğur, kadem.
hâk-i târîk (karanlık toprak) mec. insan cesedi.
hâk-i teng mezar, kabir, sin.
hâk-i tîre (karanlık, siyah toprak) mezar, sin.
hâk-i vatan vatan toprağı.
hâk-i zaîf insan.
hakaid ("ka" uzun okunur, a.i. hakd'ın c.) garezler, kinler.
hakaik ("ka" uzun okunur, a.i. hakîkat'ın c.) [doğrusu "hakayık" dır], (bkz: hakayık).
hâkan ("ka" uzun okunur, t.i.) Türk imparatorlarına verilen unvan. [Arap kaidesine göre "havâkin" şeklinde cemilendirilmiştir].
hâkan-ı mağfûr ölmüş hükümdar.
hâkanî ("ka" uzun okunur, s.) 1. hakan ile ilgili, hakana mensup.
Defter-i hâkanî (bkz: defter).
Hudûd-i hâkanî Osmanlı imparatorluğu sınırı.
Kûs-i hâkanî deve üzerinde taşınan en büyük davul, kös. 2. i. meşhur bir Türk şâiri; meşhur bir îran şairi.
hakaret ("ka" uzun okunur, a.i.) hakirlik, hor görme, incitme, küçük düşürme.
hakaret-âmîz ("ka" uzun okunur. a.f.b.s.) hakaretle karışık.
hakayık ("ka" uzun okunur, a.i. hakîkat'ın c.) doğru olan asıllar, şüphesiz bulunan şeyler, hakikatler, gerçeklikler.
hakayık-ı eşyâ tas. îmânı bütün olan kimselere göre bunun hâriçte vücudu vardır, hiç olmazsa bir kısmına insanın ilmi ve idrâki taalluk eder.
Hakayık-ül-vekayi' 1) vak'aların hakikatleri. 2) 2 Eylül 1870'den 4 Aralık 1873 e kadar 1381 sayı yayımlanmış olan Türkçe siyâsî bir gazete.
hak-bîn (a.f.b.s.) hak görücü, hak verici.
hâk-bîz (a.f.i.) toprak kalburu.
hâk-bûs (f.b.i.) yer öpme; büyük bir zâtın ayaklarına varıp öpme.
hâk-dân (f.b.i.) Dünyâ, yer.
hâk-dân-ı fenâ (fânî toprak) [bu] dünyâ.
hâk-dân-ı dev, hâk-dân-ı gurûr [bu] dünyâ.
hâk-dânî (f.s.) toprakla ilgili.
hakem (a.i.) 1. iki hasım tarafın, aralarındaki anlaşmazlığı halletmek üzere, hâkim olarak seçtikleri kimse. 2. futbol, güreş, boks ve şâir spor oyunlarını başından sonuna kadar idare eden kimse.
hakemeyn (a.i. c.) 1. iki hakem. 2. Sıffîn vakasında Hazret-i Ali ile Muâviye arasında hakem seçilen Ebû Mûse-l-Eş'arî ile Amr übnü-l-Âs.
hâkezâ (a.zf.) böyle, bunun gibi, böylece, yine öyle.
hakıkıyye (a.i.) gerçekçilik, fr. realisme.
hâkî (a.s. hikâye'den) hikâye eden, anlatan.
hâkî (f.s.c. hâkiyân) toprak rengi, toprakla ilgili.
hakik (a.s.) 1. hak sahibi olan, haklı. 2. lâyık, müstahak.
hakikat (a.i.) 1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti. 2. gerçek, doğru; gerçekten, doğrusu. 3. sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik.. 4. s. mecaz karşılığı, esas olarak kullanılan [kelime]. 6. ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu kelimenin o mânâda kullanılması "el" kelimesinin, bilinen uzuv mânâsında kullanılması gibi.
hakikat-ı Muhammediyye tas. zât-ı ulûhiyyetin taayyün-i evvel ve esmâ-yi hüsnâ itibariyle mertebesi.
hakikat-bîn (a.f.b.s.) hakikati, doğruyu gören, doğru görüşlü.
hakikaten (a.zf.) hakikat olarak, doğrusu, gerçekten.
hakikat-gû (a.f.b.s.) doğru söyleyen, doğru sözlü, doğrucu.
hakikat-nümâ (a.f.b.s.) hakikati, gerçeği gösteren.
hakikat-perest (a.f.b.s.) hakikati seven.
hakikat-şinâs (a.f.b.s.) hakikati, gerçeği tanıyan, bilen, anlayan.
hakikat-şinâsâne (a.f.zf.) hakikati, gerçeği tanıyana yakışacak surette.
hakikat-şinâsî (a.f.b.i.) hakikati, gerçeği tanıma, bilme.
hakikî, hakikiyye (a.s.) 1. hakikate mensup, gerçek. 2. sahici. 3. doğru, gerçek; gerçekten; fr. realiste,
hakîkî mâliyyet eko. istihsal veya iktisap maliyeti.
hakikî masraf eko. gerçekleşen masraflardan meydana gelen maliyet.
hakikî ücret eko. satılma gücü bakımından düşünülen ve paranın gerçek değerine dayanan ücret.
hakikıyyûn (a.i.c.) realistler, gerçekçiler, fr. realistes.
hakîm (a.s.c. hükemâ) âlim, 'bilgin, herşeyi bilen; tabîatı inceleyen; felsefeci; tabip, doktor. [Allah adlarındandır].
Emr-i hakîm Tanrı buyruğu.
hakîm-i mutlak Cenâbıhak.
Kitâb-ı hakîm Kur'ân-ı Kerîm.
hâkim (a.i.c. hakeme, hâkimûn, hükkâm) 1. her şeye hükmeden, Tanrı.
Ahkem-ül-hâkimîn, Hayr-ül-hâkimîn Allah.
hâkim-i hakiki, hâkim-i lemyezel Allah.
hâkim-i mutlak (Cenâbıhak). 2. hükmeden, dâva yargılama işine me'mur olan, yargıç. 3. s. üstte bulunan. 4. kadı; vali; âmir; hükümdar, emîr.
hâkim-i şer' bir yerin kadısı
hakim-i vakt (zamanın hâkimi) hükümdar.
hâkim-üş-şer' şerîat hâkimi.
hakîm-âne (a.f.zf.) hikmet sahibi, hakîm olana yakışacak surette, hakîmcesine.
hâkim-âne (a.f.zf.) hâkimcesine, hükmederek, amirlik tavrıyla; hâkime lâyık ve yakışır olan.
hâkime (a.i.) hâkim'in müennesi.
Hey'et-i hâkime yargıçlar kurulu.
Evsâf-ı hâkime muayyen vasıflar.
hâkimîn (a.s.) hükmeden, yarlıgayan.
Ahkem-ül-hâkimîn Allah.
Hayr-ül-hâkimîn Allah.
hâkimiyyet (a.i.) hâkimlik, amirlik, üstünlük, egemenlik.
hâkimiyyet-i milliyye 1. ulusal egemenlik. 2. istiklâl Savaşı yıllarında kurucusu Atatürk olan ve Ankara'da yayımlanan bir gazete [sonraları adı "Ulus" olmuştu].
hâkimiyyet kanunu biy. başatlık yasası.
hâkimûn (a.i. hâkim'in c.), (bkz. hâkim).
hâkî-nihâd (f.b.s.) mütevâzi, alçakgönüllü.
hakir (a.s.) itibarsız, değersiz, aşağı, adî, bayağı.
hakîr (a.i.) 1. kumaşın parlak, ipek yolları. 2. yol yol ipekli kumaş.
hakîr-âne (a.f.zf.) hakir olana yakışacak surette, hakîrcesine.
hâkister (f.i.) 1. kül, ateş külü. 2. mec. bülbül.
hâkisterî (f.i.) küle mensup, kül gibi. (bkz: remâdî).
hâkiyân (a.i. hâkî'nin c.) dünyâ halkı, insanlar.
hakk (a.i.c. hukuk) 1. Allah, tanrı. 2. doğruluk ve insaf: Hakdan ayrılmamalı. 3. bir insana ait olan şey: Bu, benim hakkımdır. 4. dâva ve iddiada hakikate uygunluk; doğruluk: Hak budur. 5. geçmiş, harcanmış emek: Baba hakkı, Ana hakkı. 6. pay, hisse: Makas hakkı; Barut hakkı. 7. s. doğru gerçek: Bu söz hakdır. 8. lâyık, münâsip: Bu, sana haktır.
hakk-ı âmiriyyet amirlik hakkı.
hakk-âşinâ hakkı, doğruyu, gerçeği bilen, ayıran.
hakk-ı hayât yaşama hakkı.
hakk-ı hıyâr huk. seçme hakkı.
hakk-ı huzûr bir iş hususunda toplanan kurul üyelerine ödenen para.
hakk-ı ibâd kul hakkı.
hakk-ı intifâk huk. bir gayrimenkulden birkaç kişinin faydalanma hakkı.
hakk-ı kadem ayakbastı parası, oktruva.
hakk-ı karâr huk. on sene bilâniza tasarruf edilen arazî üzerinde takarrür eden mâlikiyyet hakkı.
hakk-ı kazâ yargı hakkı.
hakk-ı mecrâ huk. ihtiyacı olan suyu getirmek için komşu gayrimenkulden su yolu geçirmek hakkı.
hakk-ı mesil huk. bir gayrimenkulden çıkan sulan sınırlan dışına akıtma hakkı.
hakk-ı mürûr birinin gayrimenkulünden geçmeyi sağlayan hak.
hakk-ı nân ü nemek (ekmek ve tuz hakkı) sadakat, bağlılık.
hakk-ı nefs yaşamak için gerekli şey.
hakk-ı ra'y hayvan otlatma hakkı.
hakk-ı süknâ huk. bir kimseye bir binada veya bu binanın muayyen bir kısmında oturma yetkisi veren hak.
hakk-ı sükût huk. sus payı, susmalık.
hakk-ı şefe huk. su içme hakkı.
hakk-ı şürb huk. bir nehirden muayyen ve malûm olan nasiptir ki tarla, bağ, bahçe ve hayvan sulamak için su ile intifa etme nöbeti, [bir tarla sahibinin her gün bir saat, yahut haftada bir gün bir nehirden tarlasını sulama hakkı gibi].
hakk-ı te'lif te'lif ücreti.
hakk-ı terceme tercüme hakkı.
hakk-ı zamm velîlerin çocuğu yanında bulundurma hakkı.
hakk (a.i.) 1. kazıma, kazınma, bir şeyin üstünü çelik kalemle yazı, yahut resim olarak oyma.
hakk-i mühür mühür kazıma. 2. yazıyı, yanlışı kazıma.
hakk-i sehv yanlışı kazıma.
hâkka (a.i.) 1. devamlı musibet, âfet, keder. 2. kıyamet günü. (bkz: rûz-i mahşer).
Sûre-i hâkka Kur'ân'ın 69. sûresi.
hakka ("ka" uzun okunur, a.zf.) doğrusu, (bkz: el-hakk, hakkan, hakikaten).
hakkak ("ka" uzun okunur, a.i.) kutucu, hokkacı.
hakkâk (a.i. hakk'dan) hakkeden, mühür ve sâire kazıyan kimse.
hakkâkî (a.i.) hakkâklık, mühür ve şâire kazıma.
hakkan (a.zf.) doğrusu, (bkz: el-hakk, hakka, hakikaten).
hakkanî ("ka" uzun okunur, a.s.) hak ve adalete uygun, (bkz. âdil).
hakkaniyyet ("ka" uzun okunur, a.i.) hak ve adalete uygunluk, hakka riâyet etme, doğruluk, (bkz: adâlet, nasfet).
hakk-bîn (a.f.b.s.) hak gören, hakkı tanıyan.
hakk-bînâne (a.f.zf.) hakkı tanıyana göre.
hakk-bînî (a.f.b.i.) hakkı görme, tanıma.
hakk-cû (a.f.b.s.) hak arayan.
hakk-el-yakîn tas. ahadiyyet makamında Hakk'ı müşahede.
hakk-gû (a.f.b.s.) doğru söyleyen.
hakk-gûyâne (a.f.zf.) doğru söyleyene yakışacak surette.
hakk-gûyî (a.f.b.i.) doğru söyleyicilik.
hakk-güzâr (a.f.b.s.) hakkı tanıyan, haktan ayrılmayan.
hakkında (a.zf.) dâir, müteallik, ilgili.
hakk-nâ-şinâs (a.f.b.s.) hak tanımayan, hak tanımaz.
hakk-perest (a.f.b.s.) hakka tapınan, doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu seven.
hakk-perestâne (a.f.zf.) hakka tapmana lâyık bir surette.
hakk-şinâs (a.f.b.s.) hakka riâyet eden, hakkı tanıyan.
hakk-şinâsâne (a.f.zf.) hakkı tanıyana yakışacak surette, hakkı tanıyarak, hakka riâyet ederek, (bkz: âdil-âne).
hakk-şinâsî (a.f.b.i.) hakşinaslık, hakkı tanıma.
hâk-nihâd (f.b.s.) alçakgönüllü, iyi huylu.
hâk-nişîn (f.b.i.) fakir, dilenci, (bkz: sâil).
hâk-nişînî (f.b.i.) fakirlik, dilencilik, yoksulluk.
hâk-pâ[y] (f.b.i.) ayağın toprağı, ayağın tozu, ayağın bastığı toprak, [evvelce "hâkpâyine gelmek", "hâkpâyine yüz sürmek" gibi, şerefe dokunan tâbirler, nezâket çerçevesi içerisinde kullanılır olmuştu.].
hâk-râh (f.b.i.) yol toprağı.
hâk-rûb (f.b.i.) süpürge, (bkz: çârûb).
hâk-sâr (f.b.s.) toz toprak içinde kalmış, hâli perişan.
hâk-sârî (f.b.i.) perişanlık, düşkünlük.
hâk-tıynet (f.a.b.s.) alçakgönüllü.
hakud ("ku" uzun okunur, a.s.) pek kindar, çok kin güden.
hakud-âne ("ku" uzun okunur, a.f. zf.) kin güdercesine, kin güderlikle.
hakk-ullâh (a.it.) tas. geziye çıkacak Bektaşî babası veya müridine diğer dost ve samîmi tarikat arkadaşları tarafından yapılan yardım.
hâl (f.a.i.) vücutta husule gelen ben, nokta.
hâl-i müşgîn mis kokulu ben.
hâl-i siyâh kara ben.
hâl (a.i.c. ahvâl) annenin erkek kardeşi, dayı.
hâl (a.i.c. ahvâl) 1. şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek olmayan zaman. 2. oluş, bulunuş, suret, keyfiyet, durum.
Her hâl ü kârda hangi durumda, hangi şartlar altında olursa olsun.
hâl-i hâzır şimdiki durum.
hâl-i hâzır kıymet eko. gelecekteki bir hizmetin veya bir şeyin şimdiki değeri.
hâl-i harb savaş durumu, seferberlik.
hâl-i ihtizâr can çekişme, ölüm hâli.
hâl-i intizâr bekleme hâli.
hâl-i işbâ' doyma hâli, doymuşluk hâli.
hâl-i medenî medenî durum.
hâl-i müstakbel gelecek zaman.
hâl-i perîşân perişan, acınacak durum.
hâl-i pür-melâl kederli, keder verici bir durum.
hâl-i sâbıka ircâ' eski durumuna sokma.
hâl-i tabîî kim. doğal hal.
hâl-i tevellüdî doğuş hâlinde, ortaya çıkmak üzere olan.
hâl ü keyfiyyet durum ve nitelik. 3. mecal, kuvvet, takat. 4. dervişlerin, sofuların cezbesi, baygınlığı, coşkunluğu. 5. dert, keder, elem, sıkıntı. 6. isim çekimi şekillerinden her biri evden den hali, sokağa -e hali gibi.
hâl-i sahv huk. [eskiden] daimî veya arızî bir sebepten dolayı şuuru münselip bulunan bir şahsın aklî melekelerini muvakkaten iktisâbetmesi, fr. intervalle lucide, moments de lucidite.
hal' (a.i.) 1. soyma. 2. boşanma. 3. tahttan indirme.
hâlâ (a.zf.) şimdi, henüz, (bkz: el'ân, hâlen).
hâla (a.i.c. hâlât) hala, babanın kız kardeşi.
halâ' (a.s.) 1. boş. (bkz: hâlî, tehî). 2. i. ayakyolu, (bkz. halâcâ).
halâat (a.i.) hayâsızlık, yüzsüzlük.
halâb (f.i.) çamur, bataklık; bataklık arazî.
halâcâ (f.i.) apteshâne. (bkz: halâ2).
halâfet (a.i.) ahmaklık, budalalık, (bkz: hamâkat, humk).
halâhil (a.i. halhal'ın c.) Arap kadınlarının, süs olarak, ayak bileklerine taktıkları gümüşten veya altından yapılmış halkalar, ayak bilezikleri.
halâî (a.s.) boşlukla ilgili.
halâif (a.i. halîfe'nin c.) halîfeler.
halâik (a.i. halîka'nın c.) 1. mahlûklar, yaratıklar, insanlar. 2. halayık, satın alınan kadın hizmetçi.
halâil (a.i. halîle'nin c.) zevceler, nikâhlı kadınlar.
halâiyyûn (a.i.c. fels. boşlukçular, fr. vacuistes.
halâk (a.i.) pay, hisse, nasîp.
halak (a.i.) paçavra, yıpranmış eski şey.
halak (a.i. halka'nın c.) halkalar, (bkz: halakat).
halaka (a.i.). (bkz. halka).
halaka (a.i. hâlik'ın c.) berberler.
halakat ("ka" uzun okunur, a.i. halka'nın c.) halkalar, (bkz: halak).
halâkat (a.i.) 1. halukluk, iyi ahlâklılık. 2. dümdüzlük, düzlük.
halakî (a.i.) paçavracı.
halâkim (a.i. hulkum'un c.) boğazlar [insan ve hayvanlarda].
halâl (a.i.) 1. dostluk. 2. iki nesne arası açık olma.
halâle (a.i.) kadın, eş. (bkz: halîle, zevce).
halâlet (a.i.) samîmi dostluk, (bkz: hılâlet, hulâlet).
halâlûş (f.i.) kavga, gürültü, şamata, (bkz: hilâş).
halâs (a.i.) kurtulma, kurtuluş.
halâs-ı meşhur beğenilen, şükredilen kurtuluş.
halâs dîde (a.f.b.s.) halas görmüş, kurtulmuş.
halâs-kâr (a.f.b.s.) kurtarıcı.
halâşe (f.i.) 1. çerçöp. 2. gemi dümeni.
hâl-âşinâ (a.f.b.s.) halden anlar.
hâlât (a.i. halet'in c.) hâller, suretler, keyfiyetler, nitelikler.
hâlât-ı nevm uykuda uğranılan haller.
hâlât-ı selâse kanunu psik. üç hal kanunu, fr. loi des trois etats.
hâlât (a.i. hala'nın c.) halalar.
halâvet (a.i.) 1. tatlılık, şirinlik. 2. zevk.
halâvet-i kelâm söz tatlılığı.
halâvet-i taâm yemeğin tadı.
halâvet-bahş (a.f.b.s.) tatlılık veren, zevk veren.
halâvet-yâb (a.f.b.s.) tatlılık bulan, zevk bulan.
halb (a.i.) süt sağma.
halb (a.i.) 1. pençeleme, parçalama. 2. birinin aklını başından alma.
halbâ (a.s.) 1. şaşkın; ahmak. 2. hîlekâr, aldatıcı, [kelime "ahleb" in müennesi].
halbe (a.i.c. halâbîb) yarış için veya yardım için toplanan atlılar grupu.
hâl-bu-ki (a.t.f.e.) öyle iken, hakikat şudur ki, şu kadar var ki.
halc (a.i.) yün ve pamuk atma.
hald (a.i.) devamlılık, süreklilik.
hâl-dâr (a.f.b.s.) benli, benekli, (bkz: eşyem).
hâle (a.i.) bâzan Ay ve Güneş'in etrafında görülen parlak dâire, ay ağılı.
hâle-i mâh ay ağılı.
hâle (a.i.c. hâlât) l . teyze, annenin kız kardeşi, [bizde babanın kız kardeşi, "hala" dır]. 2. kadın memesinin çevresinde bulunan koyu renkli daire.
haleb (a.i.) 1. sağılmış süt. 2. süt sağma.
halebe (a. s. hâlib'in c.) süt sağanlar.
halebe (a. s. hâlib'in c.) aldatanlar, kandıranlar.
Halebî (a.s.) Halepli, Halep halkından olan.
halecân (a.i.) çarpıntı, titreme.
halecân-ı kalb yürek çarpıntısı.
hâle-dâr (a.f.b.s.) haleli, hâlelenmiş.
halef (a.i.) 1. babadan sonra kalan oğul. 2. me'murlukta, birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse.
Hayr-ül-halef hayırlı oğul, babasını hayırla andıracak olan oğul.
halef ü selef 1) sonra gelen ve önceki [kimse]; 2) baba ile oğul.
halefen (a.zf.) arkadan gelerek.
halefen an selef seleften halefe geçme yoluyla.
halefen ba'de halef bir çok haleflerden sonra.
halefî (a.s.) haleflikle ilgili.
halefiyyet (a.i.) haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
halel (a.i.) 1. iki şey aralığı, boşluk. 2. bozma, bozukluk, eksiklik.
halel-dâr (a.f.b.s.) bozma, bozulma. ["etmek", "olmak" yardımcı fiilleriyle kullanılır].
halel-pezîr (a.f.b.s.) halel bulucu, bozulucu.
halemât (a. i. halme'nin c.) meme başları.
haleme (a.i) meme ucu.
halemî (a.s.) anat. mememsi.
hâlen (a.zf.) şimdiki halde, şu anda, daha, henüz, bugünkü günde, (bkz: hâlâ).
halenciyye (a.i.) bot. fundagiller, fr. ericacees.
hâlet (a.i.c. hâlât) hâl, suret, keyfiyet,, nitelik, [kelime, "hâl" kelimesinin eşiti ve müennesi olmakla beraber "dikkate değer hal" mânâsına gelir].
El-hâletü hâzihi şimdiki halde.
hâlet-i cerr (a.gr.) kelimenin cerr (kesreli) hâli.
hâlet-i gaşy baygınlık, kendini bilmezlik hâli.
hâlet-i nez' can çekişme.
hâlet-i rûhiyye ruh durumu, fr. etat d'âme.
hâlet-i şuûriyye şuur hâli.
halet-efzâ (a.f.b.i.) meşhur bir çeşit lâle.
hâlet-engîz (a.f.b.s.) insanı türlü hal ve şekillere sokan vaziyet.
halevât (a.i. halâ'nın c.) boşluklar, halvetler; yalnız bulunulacak yerler.
hâle-vâr (a.f.b.s.) hilâl, ay şeklinde olan.
hâle-zâde (a.f.b.i.) 1. hala kızı. 2. hala oğlu, teyze oğlu.
halezôn (a.i.) l. kabuklu sümüklüböcek; sümüklüböcek kabuğu. 2. geo. helis. (bkz. helezon).
halezônî (a.s.) helezonla ilgili; helisel. (bkz: helezônî).
half (a.i.) 1. yemin etme. (bkz: halfe). 2 . yemin, (bkz. kasem).
half (a.i.) 1. art, arka.
half-i imâm imamın arkası, ardı. 2. s. kötü evlât.
halfâ (a.i.) bot. liflerinden ipek taklidi şeyler dokunan bir nevî beşparmak otu.
halfe (a.i.) yemin etme, andiçme. (bkz: half1).
halfî (a.s.) arka, art ile ilgili olan.
halhâl (a.i.c. halâhil) Arap kadınlarının süs olarak bileklerine taktıkları gümüşten veya altından yapılmış halka, ayak bileziği. (bkz: ebrencen).
halhale (a.i.) elastikiyet, esneklik.
hâlî (a.s.) 1. tenha, boş, sahipsiz yer. 2. açık yer.
Arâzî-i hâliye boş, tenha topraklar.
Evkat-ı hâliye boş vakitler.
Eyyâm-ı hâliye boş günler.
hâli-yüz-zihn zihni boş. [müen. "hâliye"dir].
hâlî (a.s.) hâl'e mensup, şimdiki.
hâli' (a.s.) boşanmış erkek. [müen. "hâlia" dır].
halî' (a.s.) 1. soyulmuş. 2. kovulmuş.
halî-ül-izâr (yüzü yırtık) sıyrık, edepsiz, alnının damarı çatlamış, (bkz: fersûde-pîşânî).
halî (a.s.) 1. gamsız, gailesiz, kayıtsız. 2. evlenmemiş [erkek].
hâlia (a.i.) ["hâli' "in müen.]. (bkz: hâli1).
hâlib (a.i.) 1. sütçü. 2. sidik borusu.
halîb (a.i.) süt, taze süt.
hâlib (a.s.c. halebe) hîlekâr, aldatıcı. [müen. "hâlibe" dir].
hâlic, hâlice (a.s.) pamuk eğiren.
hâlic, hâlice (a.s.) oynatma, sarsma; hareket ettirme.
halîc (a.i.) denizin, büyük ırmak şeklinde, iki kara arasında uzayıp gitmiş olan kısmı. tabiî liman, boğaz, kanal.
Halic-i Arâb Bahr-i Ahmer.
Halîc-i Bahr-i Sefîd Çanakkale.
Halîc-i Bahr-i Siyâh Boğaziçi.
Halîc-i Dersaâdet İstanbul Halici.
Halîc-i Fâris Basra Körfezi.
Halîc-i İstanbul İstanbul Halici.
hâlid (a.s.c. hâlidûn, hâlidîn) 1. sonsuz, dâim, ebedî. 2. bir yıldan çok yaşayan [ot, ağaç].
Eşcâr-ı hâlide bir yıldan fazla yaşayan ağaçlar. 3. erkek adı. [müen. hâlide].
hâlidât (a.i. hâlide'nin c.) sürüp gidenler.
Cezâir-i hâlidât Kanarya Adaları.
hâlide (a.s.c. hâlidât) 1. ["hâlid" in müen.]. (bkz: hâlid). 2. i. kadın adı.
halîde (f.s.) dürterek bastınlmış, saplanmış.
Hancer-i halîde saplanmış hançer.
hâlidîn, hâlidûn (a.s. hâlid'in c.), (bkz. hâlid).
Hâlidiyye (a.i.) Nakş-i Bendî tarikatı şubelerinden biri. [Kurucusu Eb-ül-Bahâ Eş-şeyh Ziyâeddin Mevlânâ Hâlit bin Ahmet bin Hüseyin-ül-Osmânî-yüş-Şâfiî-yüş-Şehr-i Zûrî'dir].
hâlif (a.s.) yemin eden, and içen.
hâlif (a.s.) 1. peşten gelen. 2. birinin yerine geçen. 3. çürümüş, bozulmuş, [müen. "hâlife"].
halîf (a.s.) yemin ederek birbiriyle sözleşen adamlardan herbiri.
halîf (a.s.c. hulefâ') arkadan gelen, sonradan gelen; birinin yerine geçen.
halîfe (a.i.c. hulefâ') 1. birinin yerine geçen kimse. 2. Hz. Muhammed'in vefatından sonra ümmet idâresinin başına geçen kimse. 3. pâdişâh. 4. resmî dâirelerde kalem başının ikincisi. 5. kalfa, ikinci usta.
halîfe-i evvel devlet dairelerindeki yazı işlerinde çalışanlar. [Tanzimat'tan önce kalem teşkilâtı "halîfe, halîfe-i sânî, halîfe-i evvel" olmak üzere üç derece idi].
halîfe-i müslimîn (Müslümanların halîfesi) Yavuz'dan sonra Osmanlı hükümdarlan hakkında kullanılan bir tâbir.
halîfe-i rûy-i zemîn (yeryüzü halîfesi) Yavuz Sultan Selim'den sonra gelen pâdişâhlar için kullanılan bir unvan.
halîfe-i sânî devlet dairelerindeki yazı işlerinde çalışanlar. [Tanzimat'tan önce kalem teşkilâtı "halîfe, halîfe-i sânî, halîfe-i evvel" olmak üzere üç derece idi].
Hâlik (a. i. ve s.) yaratan, yoktan var eden, yaratıcı, Allah.
hâlik-ül-berâyâ yaratılmış olanların yaratıcısı.
hâlik (a.s. helâk'den) ; helak olan, miskinlik içinde ölen.
Turâb-ı hâlik arsenik.
hâlik (a.i.c. halaka) ; berber, (bkz: hallâk).
halîk (a.s.) 1. tıraş edilmiş. 2. tuvaletli [adam veya kadın].
halîka (a.i.c. halâik) tabîat, nas.
hâlike (a.i.) çok haris olan nefis.
hâlikıyyet (a.i.) hâliklık, yaratıcılık.
halîl (a.i.) zevç, koca.
halîl (a.s.c. ahillâ ve hullân) 1. samimî [dost]. 2. i. erkek adı.
halîl-ullah; halîl-ür-rahmân 1. halis, sadık dost. 2. İbrahim aleyhisselâm. [müen. "halîle" dir].
Dostları ilə paylaş: |