Âb (f i. su. (bkz: mâ')



Yüklə 17,16 Mb.
səhifə40/189
tarix21.10.2017
ölçüsü17,16 Mb.
#8652
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   189

Sebz-fâm yeşil renkli.

Zer-fâm altın renkli v.b.

fânî (a.s. fenâ'dan) 1. ölümlü. 2. muvakkat, geçici ["baki" zıddı]. 3. ihtiyar, yaşlı.

Alem-i fânî fânî dünyâ.

Pîr-i fânî pek yaşlı olan.

fâniyyet (a.i.) fânilik, ölümlülük.

fanus (a.i.c. fevânîs) 1. küre veya silindir şeklinde cam kapak. 2. içinde mum yakılan büyük fener, camlı mahfaza, abajur.

fânûs-i hayâl hayalî fener, içinde mum yanan üsütü tabiat resimleriyle işlenmiş döner fener.

far (a.i.) sıçan, fare. (bkz: muş).

faraza (a.zf.). (bkz. farza

farazi (a.s.). (bkz: farzî)

faraziyye (a.i.c. faraziyyât farziyye).

Fârâbî (t.h.i.) 870 veya 873 le 950 yıllan arasında yaşamış ve Aristo felsefesinin islâm âleminde yayılmasına yol açmış büyük bir Türk filozofudur. Kendisine muallim-i sânî (felsefede Aristo'dan sonra ikinci üstad) unvanı verilmiştir. Eserlerinin Ibn-i Sînâ üzerinde büyük te'siri vardır. Eserlerini zamanının ilim an'-anesi gereğince hep Arap diliyle yazmıştır. Kendisine Garplılar Alfarabius derler. Kanun dediğimiz çalgının mucididir. Asıl adı Ebû Nasır Muhammed'dir. Uzlukoğlu Tarhan'ın torunudur. Babasının adı Muhammed'dir.

fare (a.i.) sıçan, (bkz: far, muş).

fârık, farika (a.s. fark'dan) 1. fark eden, ayıran.

fârık-ı nîg ü bed iyiyi kötüyü ayıran. 2. fark olunmasına, aynlmasına sebebolan.

fariğ (a.s. ferâğ'dan) 1. vazgeçmiş, çekilmiş. 2. rahat, asude. 3. boş, boş kalmış, işini bitirmiş, işsiz. 4. huk. bir mülkün, tasarruf, sahip olma, kullanma hakkını başkasına terk eden.

fârig-ül-bâl başı dinç, gönlü rahat.

fârig-ül-hâl hâli vakti iyi olan.

fâris, fârise (a.s.) 1. atlı. (bkz: süvari). 2. binici, ata binmekte jnahâ-retli. 3. ferasetli, anlayışlı. 4. h. i. iran'ın güneyindeki Şîraz vilâyeti. S. i. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.

fârisân (a.f. fâris'in c.) Osmanlı saltanatının kuruluşu sıralarında eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler.

fârisî, fârisiyye (a.s.) 1. Iran dili, Farsça, Acemce. 2. iran'ın dili ve halkı ile ilgili olan.

fârisiyyât (a.i.c.) îran edebiyatı.

fariza (a.i.c. ferâiz) 1. farz, Allah'ın emri. 2. lâzım, vacip, gerek. 3. borç, vazife. 4. mirasçılardan herbirine şer'an düşen hisse, pay. (bkz. ferâiz).

farîza-i zimmet boyun borcu.

fark j (a.i.c. furûk) 1. ayrılık, başkalık; iki veya daha çok şey arasındaki aynlık. 2. ayırma, aynlma, seçilme.

fark-ı cem merâtipte zuhur itibariyle vahidin teksiri.

fark-ı fahiş çok aykm fark. 3. başın tepesi; baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer.

fark-ı sühunet coğr. sıcaklık farkı, fr. amplitude.

fark-ı tâmm tas. dünyâ alâkalarını tamâ-miyle terkederek ehâdiyyet dergâhına tam bir teveccühle istiğrak haleti.

Fars (a.h.i.) Iran.

Fars cümle-i kevkebiyesi astr. Pers takımyıldızı, fr. constellation de Persee.

fart (a.i.) aşın, aşırılık, aşkın, aşkınlık, taşkın, taşkınlık, fevkalâdelik.

fart-ı cünûn aşırı delilik, aşın heyecan.

fart-ı enâniyyet psik. benlikçilik, fr. egotisme.

fart-ı gayret gayrette aşmlık.

fart-ı hassâsiyyet duyguda aşınhk, aşırı duygu, fr. hyperesthesie.

fart-ı hıfz psik. aşın bellem, fr. hypermnesie.

fart-ı mahabbet sevgide aşırılık

fart-ı semâne şişmanlık aşırılığı.

fart-ı tağdiye biy. aşırı besi, fr. suralimentation.

fart-ı zekâ zekâ taşkınlığı.

fârûk (a.i. fark'dan) 1. Hz. Ömer'in lâkabı, [haklıyı haksızdan ayırdederek adaleti tam yerine getirmekle ün kazandığı için "fârûk" kelimesiyle adlandınlmıştır]. 2. haklıyı haksızdan ayırmakta pek mahir olan. 3. keskin. 4. i. erkek adı.

fârûk-ane ("ka" uzun okunur. a.f. zf.) fârûk olana yakışır surette. [Hz. Ömer gibi].

fârûkî (a.s.) Hz. Ömer ve adaletine mensup.

fâryâb (f.i.) 1. çay ve ırmak suyu ile sulanan yer. (bkz: pâryâb). 2. (h.i.) eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehir.

farz (a.i. c. furûz) 1. bir netîce elde etmek için ihtimalli veya gerçek olarak kabul edilen bir tahminde bulunma, sayma, tutma, bir hususu bir dâvaya mevzu ve asıl kılma "beni burada yok farzedin". 2. Allah'ın, işlenmesi kat'î olarak lüzumlu, terki günah olan emirleri. [namaz; oruç; hac; zekât gibi]. 3. s. zarurî, lüzumlu, gerekli "onu ziyaret etmek farzoldu".

Bil-farz diyelim ki, tutalım ki, şöylece düşünelim.

farz- etmek saymak, tutmak.

farz-ı ayn Allah'ın, teker teker her Müslümanın yerine getirmesi lâzımgelen emri.

farz-ı kifâye Allah'ın, bir kısım Müslü-manlann yerine getirmesiyle, diğerlerinden sakıt olan emirleri, [cenaze namazı kılmak gibi].

farz-ı muhal olmayacak bir şeyi olacakmış gibi düşünme.

farz-ı telâtum dünyânın her tarafına yayılmış olan ve son derece elastikiyeti (esnekliği) sebebiyle havayı, sesi ve ışığı nakle yarayan ve "esîr" denilen ince maddenin farz ve kabul edilen dalgalan.

farza (a.zf.) farzedelim ki, diyelim ki, tutalım ki, ola ki ["faraza" yanlıştır], (bkz. bi-1-farz, fi-1-mesel).

farzen (a.zf.) diyelim ki, tutalım ki. (bkz. farza).

farzı (a.s.) farz, takdir ve tahmin usûlüne dayanan, ["farazi" yanlıştır].

farziyyât (a.i. farziyye'nin c.). (bkz. farziyye).

farziyyât-ı gayr-i mümkine gerçekleşmesi imkânsız olan düşünceler ve incelemeler.

farziyye (a.i.c. farziyyât) bir iddiayı aydınlatmak için söylenen ve hükmü kat'î olmayan, farz ve takdire bağlı bulunan mesele, varsayımlı, varsayım, fr. hypothetique, hypothese. ["faraziyye" yanlıştır].

fasâhât (a.i.) güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti. [asıl mânâsı Arapçada "köpüksüz hâlis süt" demektir].

fasâhat-perdâz (a.f.b.s.) güzel ve açık konuşan, uzdilli.

fasd (a.i.) kan alma. (bkz: idma', hacâmet).

fâsık (a.s. fısk'dan. c. feseka, füssak) Allah'ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden.

fâsık-ı mahrum günah işlemeye hazır olduğu halde bir fırsatım bulamayan.

fasıl (a.i.c. fusûl) 1. (bkz: fasl). 2. muz. bir bestekârın ayni makamdan bestelediği iki beste. 3. muz. [geniş manâsıyla] Türk müziğinde klasik bir konser programı.

fasıl (a.s. fasl'dan) fasleden, ayıran, bölen.

Hatt-ı fasıl iki şeyi birbirinden ayıran çizgi.

fasıla (a.i.c. fevâsıl) 1. aralık, ara. 2. ayıran şey. 3. iki şeyin arasındaki bölme.

fâsıla-yı kübrâ gr. dört harekeli ve bir sakin harften meydana gelen beş harfli kelime. (vatanımız) gibi.

fâsıla-yı saltanat Yıldınm Beyazıt'ın esir düşmesinden sonra Çelebi Mehmet'in pâdişâh olmasına kadar geçen zaman.

fâsıla-yı sugrâ gr. üç harekeli ve bir sakin harften meydana gelen dört harfli kelime (vatanım) gibi.

fâsid, faside (a.s. fesâd'dan. c. fesede) 1. kötü, fena; yanlış, bozuk. 2. münafık, fesat çıkaran.

Bey '-i fâsid huk. alım satım şartlannda eksiklik olan satış.

fâsid dâire kısır döngü.

fâsid-ül-mizâc ahlâk ve tabiatın normal durumunu bozan.

fâsidât (a.s. fâsid'in c.) bozucu şeyler.

fasih (a.s. fesh'den) fesheden, iptal eden, bozan, çürüten.

fâsih-i şirket şirket fesheden.

fasîh (a. s. c. fusahâ) 1. güzel, düzgün ve açık konuşan, iyi söz söyleme kabiliyetinde olan [kimse], uzdilli.

Kelâm-ı fasîh düzgün söz. 2. aşikâr, sarih, açık.

fasîh-ül-lisân düzgün söz söyleyen, (bkz: talik).

fasîh-âne (a.f.zf.) fasâhatli; fasîh olana yakışacak bir tarzda.

fasile (a.i.c. fasâil) 1. aile, anababa. 2. bot. bir cinsten olan nebatların (bitki) hepsi, familya.

fasîle-i bakliyye bakla fasilesi, baklagiller.

fasîle-i ceresiyye bot. çançiçeğigiller.

fasîle-i karanfüliyye karanfil fasilesi, *karanfilgi ler.

fasîle-i kibrîtiyye kibritotları.

fasîle-i lahmiyye damkoruğugiller.

fasîle-i sabbâriyye bot. etli bitkiler, fr.

fasîle-i salibiyye turpgiller.

fasîle-i sanevberiyye kozalaklılar.

fasîle-i sencâriyye hodangiller.

fasîle-i şefeviyye ballıbabagiller.

fasîle-i zeytûniyye zeytingiller.

fasl (a.i.c. fusûl) 1. ayrıntı; ayırma, ayrılma; kesme; kesinti; bölüm. 2. halletme, neticelendirme. 3. aleyhte bulunma, adam çekiştirme. 4. bir kitabın başlıca bölüntülerinden her biri. 5. ed. kelimeler, terkipler ve cümleler arasında bağlantı edatı bulunmadan yazı yazma usûlü. 6. muz. bir defada çalınan peşrev, şarkı vesâirenin hepsi, (bkz: fasıl2). 7. tiyatro oyununun başlıca kısımlarından herbiri. 8. dört mevsimden herbiri.

fasl-ı bahar, fasl-ı rebî bahar mevsimi.

fasl-ı gül gül mevsimi, ilkbahar.

fasl-ı harîf güz mevsimi.

fasl-ı hazân sonbahar, güz.

fasl-ı karîb mant. ayırım, fark, fr. diffe-rance.

fasl-ı mudhik Arap ülkelerinde iptidaî bir komik türü.

fasl-ı müşterek geo. arakesit.

fasl-ı sayf yaz mevsimi.

fasl-ı şitâ kış mevsimi. 9. a) bir bestekârın aynı makamdan bestelediği iki beste ile iki semaî; b) geniş manâsıyla Türk müziğinde klâsik bir konser programı, (bkz: fasıl2) 10. iki sathın (düzey) birleşmesinden meydana gelen çizgi (fasl-ı müşterek). 11. anat. mafsal, vücûdun oynak yerleri.

fasl-ül-cesed anat. vücûdun mafsalları, oynak yerleri, (bkz: fasıl).

fasla (a.i.c. fasalât) 1. hurma ağacının fidanı. 2. geo. bir düzlem üzerinde birbirine dik olarak tasavvur edilen kemiyyât-ı vaz-iyye mihverleri'nden ufuk hattına amut olanına aynı düzlem üzerindeki bir noktadan indirilmiş dikmenin uzunluğu, [topografyada bu sistem 90 derece farklı olduğundan geometrinin faslası topografyanın tertibi olur, fr. abscisse].

fass (a.i.c. fusûs) 1. yüzük taşı.

fass-ı nigîn yüzük taşı. 2. badem gibi mey-vaların içi. 3. kemiğin oynak yeri. 4. meç. gözbebeği.

fassâd (a.i. fasd'dan) kan alıcı, kan alan, hacamatçı cerrah.

fassâl (a.s. fasl'dan) herkesin ayıplarını ve kusurlarını diline dolayıp zemmeden, sayıp döken, dedikoducu.

fassâl-i bed-hısâl fena huylu, dedikoducu.

faş (f.i.) meydana çıkma, duyulma, açığa vurma, dile verme, ["fâşetmek" meydana çıkarmak, açığa vurmak, dile vermek, duyurmak].

fâşî (a.s.) meydana çıkmış, duyulup yayılmış.

fatânet (a.i.) fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaradılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik, (bkz: fıtnet).

Fatıma (a.h.i.) Hz. Peygamberin ilk zevceleri Hz. Hadîce'den dünyâya gelen, dört kızının en küçüğüdür, [diğerleri Zeyneb, Ru-kiyye, Ümmü Külsûm'dur]. Hicretten 18 yıl önce 605 de Mekke'de dünyâya gelmiş, hicretten 11 yıl sonra, 632 de Medine'de vefat etmiştir. 18 yaşında Hz. Ali ile evlenmiş, Hz. Hasan ve Hüseyin'in, Ümmü Külsûm, Zeyneb ve Rukiyye isimli kızların annesidir [kızlarına, ablalarının adını vermiştir]. Hz. Peygamberden sonra ancak 6 ay yaşamıştır. Lâkabı Zehra'dır.

fâtır (a.s.) yaratan, yaratıcı, (bkz: Halik).

fâtıra (a.s.) ["fâtır" kelimesinin müen.]. (bkz: fâtır).

Kudret-i fâtıra Tann'nın yaratma gücü.

fâtır-üs-semâvât gökleri yaratan; Tanrı.

Kudret-i fâtıra Hakk'ın yaratma kudreti.

fâtih (a.s. feth'den) 1. fetheden, açan.

fâtih-i bilâd beldeler, şehirler fetheden.

fâtih-ül-ebvâb kapıların açıcısı; Tanrı. 2. bir memleket zapteden. 3. h. i. II. Sultan Mehmet'in istanbul'u fethetmesi dolayısıyla aldığı târihî lâkap.

fatiha (a.i.c. fevâtih) 1. başlangıç, methal, giriş. 2. Kur'ân-ı Kerîm'in birinci sûresi, fatiha sûresi ["elhamdü lillâhi rabb-il-âlemîn" diye başlayan sûre], (bkz: seb'ül-mesânî).

fâtiha-i fikret sözün başlangıcı, (bkz: fâti-ha-i kelâm).

fâtiha-i kelâm sözün başlangıcı.

fâtihatü-1-kitâb mukaddime, dîbâce.

fâtiha-hân (a.f.b.s.) birinin ruhuna fatiha okuyan.

fatihan (a.f.c.) fâtihler, fethedenler.

fâtik (a.s.c. füttâk) fırsat buldukça adam öldüren kimse.

fâtike (a.s.c. fevâtik) fırsat buldukça adam öldüren [kız, kadın].

fatîm (a.s.) sütten kesilmiş [çocuk].

fatîn, fatîne (a.s. fıtnat'dan) 1. zekî, akıllı, uyanık, anlayışlı, kavrayışlı. 2. [birincisi] erkek, [ikincisi] kadın adı.

fâtin (a.s. fitne'den) fitneci.

fâtir (a.s.) 1. füturlu, durgun, gevşek. 2. az sıcak, ılık olan.

fatîr (a.i.) 1. mayasız saç ekmeği, bazlama. 2. bir çeşit pasta. 3. s. olmamış, derecesini bulmamış şey.

fatk (a.i.) ; 1. kırma, yarma, ayırma, çatlatma.

fatk u ratk-ı umur işleri düzeltme, yoluna koyma. 2. elbisenin dikişlerini sökme. 3. "kasık yangı" denilen bir nevî hastalık, [yanlış olarak "fıtık" şekli yaygındır].

fatr (a.i.c. fütur) 1. çatlak, yarık. 2. bot. mantar.

fatûr (a.s.) oruç bozacak şey.

fâyih (a.i.) kendiliğinden dağılan güzel koku.

fâyiha (a.i.c. fevâyih) 1. çiçek ve mey-va kokusu. 2. s. güzel kokulu nesne.

faysal (a.i.) 1. kesîn hüküm, karar. 2. keskin kılıç, (bkz: tîg-i bürrân). 3. hâkim. 4. erkek adı.

faysal-pezîr (a.f.b.s.) bir hüküm kabul eden, hal ve fasl olunabilen, nihayet bulan.

fazâhat (a.i.c. fazâyih) edepsizlik, alçaklık, (bkz: fazîha).

fazâhat-i lisâniyye utanılacak tarzda söz söyleyiş.

fazâil (a.i. fazîlet'in c.) insanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel vasıflar, erdemler, (bkz: fazilet).

fazâil-i ahlâk ahlâk faziletleri.

fazâil-i âliye yüksek faziletler.

fazâil-i asiiyye temel faziletleri, f r. vertus cardinales.

fazâil-i cemile iyi faziletler, erdemler.

fazâil-i insâniyye insanlık faziletleri.

fazâil-i zâtiyye zâti faziletler.

fazalât (a.i. fazla c.) kazuratlar, necasetler, pislikler, murdarlıklar.

fazâyih (a.i. fazîha'nın c.), (bkz. fazîha). [Arapçadaki şekli "fazâih" dir].

fazâzet (a.i.) kabalık, sertlik, kötü sözlülük.

fâzıl (a.s.c. fuzalâ) 1. faziletli, fazilet sahibi, erdemli; faik, üstün. 2. erkek adı. (bkz. fâdıl). [müen. "fâzıla" dır].

fâzıla (a.s.) 1. ["fâzıl" kelimesinin müen.]. (bkz: fâzıl). 2. i. kadın adı.

fâzılât (a.i.c.) fazilet, erdem sahibi olan kadınlar.

fazîh, fazîha (a.s.) 1. utanmaz, rezil. 2. fena, çirkin.

Kavl-i fazîh çirkin, fena söz.

fazîha (a.i.c. fazâyih) edepsizliği, alçaklığı gerektiren iş, şey. (bkz: fazâhat).

fazîhet (a.i.). (bkz. fazâhat).

fazilet (a.i. c. fazâil) 1. insanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, insanın yaradılışındaki iyilik, iyi huy, erdem. 2. kadın adı.

fazîlet-kâr (a.f.b.s.) faziletli, erdemli.

fazîletlü (a.t.s.) tar. Osmanlı Impa-ratorluğu'nda ilmiye sınıfına mensup olanlardan istanbul ve Harameyn unvanını alan kimselere verilen bir lâkap.

fazîlet-mend (a.f.b.s.) faziletli, erdemli.

Fazîlet-nâme (a.f.b.i.) "erdem kitabı" Hafızoğlu Mehmet Yemînî'nin 1519'-da Hz. Muhammed'in ve Hz. Ali'nin vasıflarım ve Hz. Ali'nin kerametlerini bâzı hikâyelerle kaynaştırarak kaleme aldığı bir mesnevisidir.

fazîlet-perver (a.f.b.s.) fa-zîletsever, fazilet sahibi.

fazl (a.s.c. fuzûl) 1. fazla, ziyâde, artık, baki. 2. fazlalık, üstünlük. 3. i. iyilik, fazilet, erdem, lütuf. 4. i. iki sayının birbirinden olan farkları.

fazl-ı hakk (ile) Tanrı'nın inayeti (ile).

fazl-ı kürevî astr., mat. bir düzlem üzerinde bulunan üçgenin iç açılan toplamı (200 grat) veya 180 derece olduğu halde, kürevî bir satıh üzerindeki üç noktanın teşkil ettiği üçgenin iç açılan toplamı dâima (200 grat) veya 180 dereceden fazladır. Bu fazlalık miktarına "fazl-ı kürevî" adı verilir.

fazl-ı müşterek mat. ortak fark.

fazl tarîki huk. vereseden bâzısının diğerini ikrar ve bâzısını inkâr hâlinde yapılan veraset taksimi.

fazla (a.s.) 1. artık, ziyâde, çok, artan. 2. lüzumsuz, gereksiz. 3. ileri. 4. (i.c. faza-lât) kazurat, pislik.

fazla mesaî eko. 1. yazı ile sınırlandırılan normal süreden daha çok çalışma. 2. görevliyi, işçiyi yapılagelen işin önemi ve acele oluşu gibi sebeplerle kendi muvafakati de alınarak yasasında tespit olunan sınırlan aşmamak üzere normalinden daha çok çalıştırma.

fazliyye (a.i.) tas. Rufâî tarikatı kollarından biri. [kurucusu Şeyh Seyid Cemâ-leddin bin Fazl-ı Hindî-i Burhanbûrî'ye nisbetle bu adı almıştır. Şeyh Cemâlettin 941 (1534-1535) de Küçerat'da doğmuş, 1029 (1620) da Burhanlar'da ölmüştür].

fazz (a.s.) huysuz, kötü sözlü, kaba [adam].

febihâ (a.zf.) ne âlâ, ne güzel; öyle olsun!

fecaat (a.i.) acıklılık, yürekler acısı, [yapma kelimelerdendir].

fecâyi' (a.i. fecîa'nın c.) musibetler, öfkeler, belâlar.

fecc (a.i.) iki dağ arasındaki yol, boyun, boğaz, (bkz: berzah).

fecere (a.s. fâcir'in c.) 1. fücur sahipleri, fena huylular, günahkârlar. 2. ayyaşlar, sefiller. 3. reziller, şerirler, eşkıya. 4. yalancılar.

fecî (a.s.) 1. elem, keder ve ıztırap veren, acıklı. 2. dehşetli, korkunç.

fecîa (a.i.c. fecâyi') musîbet, âfet, belâ), (bkz: facia).

fecir (a.i.). (bkz. fecr).

fecr (a.i.) sabaha karşı, Güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafından görünen aydınlığı, tan yerinin ağarması.

fecr-i atî ed. "gelecek zamanın

fecri" 1908 Meşrûtiyet'inden sonra Edebiyât-ı Cedî-de'ye benzemek gayreti ve Servet-i Fünûn mucmûasında, yeni bir "6cole" kurmak arzusuyla toplanan gençlerin takındıkları ad.

fecr-i kâzib (yalancı fecr) sabaha karşı doğuda, amûdî şekilde görünen aydınlık.

fecr-i mübtesim gülümseyen fecr. fecr-i sâdık (hakikî fecir) şafak sökme.

fecr-i şimalî uzun gece yanlannda kutup bölgelerinde, türlü renkte görünen ışıklar.

fecve (a.i.) 1. açıklık. 2. avlu.

feda' (a.i.) 1. gözden çıkarma, uğruna verme. 2. kurban.

fedâ-yı can canını feda etme, canını verme.

fedâ-yi cennet cenneti feda etme. [kelimenin aslı "fıdâ" dır].

fedaî (a.s.) canını esirgemeyen, mühim bir maksat uğruna canını vermeye hazır bulunan, [aslı "fidâî" dir].

fedâi-yân (a.f. fedâî'nin c.) fadâîler [aslı "fidâî-yân" dır].

fedakâr (a.f.b.s.) kendini veya şahsî menfaatlerini esirgemeyen, feda eden, cömert, eli açık. [aslı "fidâ-kâr" dır].

fedâ-kârân (a.f. fedâkâr'ın c.) fedakârlar.

fedâ-kârân-ı millet millet uğruna kendi menfaatlerini feda edenler, [aslı "fidâ-kârân" dır].

fedâkâr-âne (a.f.zf.) fedakâr olana yakışacak surette, canını feda1 edercesine, [aslı "fıdâkâr-âne" dir].

fedâ-kârî (a.f.b.i.) fedakâr olanın hâli, fedâkârlık, canın menfaatini feda etme. [aslı "fidâ-kâri" dir].

fedâviyye (a.i.) fedâyî takımı, ser-dengeçtiler [Bâtınîlerde].

feddân (a.i.c. fedâdîn) 1. bir çift öküz. 2. bir çift öküzle bir günde sürülebilen toprak. 3. yer ölçülerinde kullanılan bir kelime. [Mısır'da kullanıldığı için Mısır'la alâkalı vakfiyelerde geçer.].

fedm (a.i.) budala, kalın kafalı.

fe-emmâ (a.bağ.) kaldı ki; gelince.

fegâne (f.s.) düşük [çocuk], (bkz: sıkt).

fehâris (a.i. fihris'in c.), (bkz. fıhris).

fehâvî (a.i. fehvâ'nın c.) mânâlar, anlamlar, mefhumlar, kavramlar.

fehd (a.i.c. fühûd) zool. pars.

fehhâm (a.s ) pek, en çok anlayan, anlayışlı, pek zekî. [bkz: fakîk2, fehîm1).

fehhâme (a.s.) ["fehhâm" kelimesinin müen.]. (bkz: fehhâm).

fehîm (a.s. fehm'den) 1. zekî, anlayışlı, akıllı [kimse], (bkz. fakîh2, fehhâm).

fehm (a.i) anlama, anlayış, ["etmek, olunmak" masdarlanyla kullanılır].

fehmî (a.s.) f. fehme mensup, fehm ile ilgili. 2. i. erkek adı.

fehm-sâz (a.f.b.s.) akla yatkın, anlaşılır.

fehva (a.i.c. fehâvî) mânâ, anlam, mefhum, kavram.

fehvasınca (a.t.zf.) uyarınca, sözü gereğince.

fe-illâ (a.zf.) olmadığı halde, olmazsa.

fekâhet (a.i.) lâtîfecilik, hoşmizaçlık.

fekar (a.i. fekare'nin c.) anat. enseden kuyruk sokumuna kadar istif istif dizili olan omurga kemikleri, omurgalar.

Zülfekar Peygamberimizin Hz. Ali'ye hediye ettiği kılıç.

fekarî (a.s.) omurga kemiği ile ilgili olan.

Amûd-i fekarî omurga, fr. colonne vertebrale.

fekariyye (a.i.) zool. omurgalılar, fr. vertebres.

fekçe (a.i.) zool., bot. çenek.

fe-keyfe (a.zf.) "nasıl" mânâsına kullanılan eski bir tâbir.

fekk (a.i.) 1. feshetme, bozma; koparma, kesme.

fekk-i mühür mühürü bozma.

fekk-i rabıta bağı koparma, ilgiyi kesme. 2. ayırma, ayırdetme. 3. zoru halletme, çözme. 4. kurtarma.

fekk-i rakabe memlûkü veya cariyeyi azâ-detme, kölenin boynundaki esaret kaydını giderme.

fekk-i rehn rehini kurtarma. 5. anat. çene kemiği.

fekk-i a'la anat. üst çene.

fekk-i esfel anat. alt çene. 6. [ağız hakkında] açma, söz söyleme.

fekkeyn (a.i.c.) iki çene [alt ve üst].

fekki, fekkiyye (a.s.) anat. çeneye ait, çene ile ilgili.

felâ (a.zf.) o halde, o zaman.

fe-lâ cerm (a.zf.) muhakkak, şüphesiz.

felah (f.i.) iptida, başlangıç, (bkz: mebde).

felah (a.i.) 1. kurtuluş, selâmet, onma. 2. mutluluk, kutluluk.

felah-ı vatan 1) vatanın selâmeti, kurtuluşu; 2) tar. 10 şubat 1920 de istanbul Meclis-i Meb'ûsânı'nda teşekkül eden bir grup.

felâhan, felâhan (f.i.) taş atmaya mahsus âlet, sapan.

Seng-i felâhan sapan taşı.

felâhat (a.i.) [aslı "filâhat" dir]. (bkz: filâhat).

felâh-yâb (a.f.b.s.) felah bulan, kurtuluşa eren.

felak (a.i.). (bkz. falak).

felâket (o.i.) 1. musîbet, belâ. (bkz: dâhiye). 2. bahtsızlık.

felâket-dîde (a.f.b.s.c. felâket--dîde-gân) belâya uğramış, musibete uğramış.

felâket-dîdegân (a.f.b.s. felâ-ket-dîde'nin c.) belâya uğramış olanlar, musibet görmüşler.

felâket-gâh (a.f.b.i.) felâket yeri.

felâket-zede (a.f.b.s.c. felâket--zedegân) belâya uğramış, musîbet görmüş.

felâket-zedegân (a.f.b.s. felâ-ket-zede'nin c.) belâya uğramışlar, musîbet görmüşler.

felâsife (a.i. feylesofun c.) 1. felsefe ile uğraşanlar, filozoflar, âlimler, bilginler, akıllı kimseler. 2. düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar. 3. dinsizler, (bkz: feylesof)-

Mezâhib-i felâsife feylesofların okulları.

felâsife-i Yunan Yunan feylesofları.

felât (a.i.c. felevât) susuz çöl. (bkz: bâdiye).

Felâtun (yun. Plâton'dan bozma a.h. i.) Sokrat'ın talebesi, Aristo'nun hocası olan meşhur Eflâtun.

felç (a.i.) vücutta bir tarafın hareketsiz kalması, inrne. (bkz. nüzul).

felc-i kısmî vücudun bir kısmına gelen felç.

felc-i nısfî vücudun yalnız bir tarafına gelen felç, yarım felç.

felce uğramak 1) nüzul isabet etmek, inme inmek; 2) yarım kalmak [bir iş]; yürüyemez olmak.

felek (a.i.c. eflâk, fülük) 1. gökyüzü, semâ. (bkz. asman).

felek-i cev-zehr hâle, ayın çevresinde görülen parlak halka.

felek-debdebe etrafı yıldızlar gibi çok ve kalabalık olan kimse, çok itibarlı.

felek-i esfel birinci gök.

felek-ül-a'zam, felek-ül-eflâk evvelce, gök bilgisi ile uğraşan âlimlere göre dokuzuncu kat gök. [sekizincisi felek-i sâmin; yedincisi Zuhal (Satürn); altıncısı Müşteri (Jüpiter); beşinci Merih (Mars); dördüncüsü Şems (Güneş); Üçüncüsü Zühre (Venüs, Çoban-yıldızı); ikincisi Utarid (Merkür); birincisi Kamer (Ay)]. 2. âlem, dünyâ. 3. talih, baht, kader. 4. askerî müzikte bir zilli âlet. 5. eskilerin inanışına göre, her seyyareye [gezegen yıldız] mahsus bir gök tabakası. 6. yuvarlak kütük, kızak.

felek-âvâze (f.b.s.) "felek şöhretli" derecesi, mertebesi yüksek olan.

felek-câh (a.b.s.) felek mertebeli, rütbesi gök kadar yüksek olan.

felekî, felekiyye (a.s.) 1. feleğe, gök bilgisine mensup. 2. astronomik.

felekiyyât (a.i.c.) gök ve hey'et ilmine ait şeyler, fr. astronomie.

felekiyyûn (a.i.c.) gökbilgisiyle uğraşan âlimler, fr. astronome'lar.

felek-meşreb (a.b.i.) meç. kimine yâr olur, kimine olmaz; cefâdan hâzeden; dönek; sözünde durmaz.

Felek-nâme (a.f.b.i.) Şeyh Ahmet Gülşehrî'nin tasavvufa dair Farsça mesnevisi.

felek-seyr (f.a.b.i.) gidiş ve hareketi felek gibi çabuk olan.

felek-zede (a.f.b.s.) feleğin kahrına uğramış, talihsiz.

felevât (a.i. felât'ın c.) susuz çöller.

fe-li-hâzâ, fe-li-zâlike (a.f. b.zf.) şunun için, imdi.

fellâh (a.i. felâhat'dan) 1. ekinci, çiftçi, ekin eken ve biçen, (bkz: harrâs, zari'). 2. zencî, siyah Arap.

felsefe (a.i.) 1. hikmet bilgisi, filozo-fi. 2. hikmet ve marifet sevgisi. 3. bir ilmin esaslı düsturları. 4. meşhur bir feylesofa ait husûsî bir meslek. S. tabiat, huy ve mizaç sakinliği; rahatlık. 6. musibete, felâkete sabretme, dayanma ve -Allah'tan geldiğine inanarak-boyun eğme.


Yüklə 17,16 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   36   37   38   39   40   41   42   43   ...   189




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin