V
Vadesi gelmek (yetmek): 1. Ömrü sona ermek, eceli gelmek, ölmek. 2. Süresi dolmak, ödeme zamanı gelmek."Vadesi geldi geçiyor ama senet sahibi hâlâ ortalıkta görünmüyor."
Vakit geçirmek: Oyalanmak, bazı şeylerle meşgul olarak zamanın geçmesini sağlamak."Top oynayarak vakit geçirebiliriz sanırım."
Vakit kazanmak: 1. Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak."Sen onu meşgul et ki hemen yola çıkmasın, bu sayede biz de biraz vakit kazanmış oluruz."
Vakitli vakitsiz: Rastgele bir zamanda, gelişigüzel, uygun bir zamanı gözetmeden."Vakitli vakitsiz gelip giderdi evine."
Vaktini almak: Epey zaman harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış zamanı tutmak."Vaktini alıyorum ama başka çarem de yok."
Vaktini öldürmek: Zamanını yararsız, gereksiz, boş işlerle ya da hiç iş yapmadan, boş yere geçirmek."Bu kazanç getirmeyen işle bütün vaktini öldürecek misin yani?"
Vaktini şaşmamak: Tam zamanında."Vaktini şaşmaz o, göreceksin şimdi gelecek."
Vara yoğa karışmak: Her şeye, üstüne lâzım olsun olmasın her işe karışmak."Üvey annemin vara yoğa karışmasından bıkmış usanmıştım iyice."
Varlık göstermek: Beğenilir bir iş yapmak; kendini kanıtlayacak, göze görünür bir görevini yerine getirmek; kendini göstermek."Oynadığı ilk oyunda bir varlık gösteremedi."
Varlıkta darlık çekmek: Elinde her imkân olduğu hâlde bunlardan yararlanamamak, sıkıntıya düşmek.
Vay canına!: Şaşma, öfke duygusunu dile getirmek için kullanılır.
Vebali boynuna olmak: Bir işin günahını yüklenmek.
Velveleye vermek: Gereksiz bir heyecana, telâşa düşürmek."Bir anda ortalığı velveleye verdiler; bağırmaya, sağa sola koşmaya başladılar."
Verip veriştirmek: Ağır sözler söylemek, ağzına ne gelirse söylemek."Yüzüne karşı verip veriştirdi ama o tek kelime bile söylemedi."
Veryansın etmek: Hiç insaf göstermeden, acımadan saldırmak; ağzına geleni söylemek.
Vıcık vıcık: Sulu ve gevşek olmak, basıldığında ses çıkarmak."Etraf vıcık vıcık çamurdu, yürüyemiyorduk."
Vıdı vıdı etmek: Söylenip durmak, hemen her şeyi eleştirip beğenmediğini söyleyerek durmadan konuşmak, etrafındakileri rahatsız etmek."Sus artık, vıdı vıdı edip kafamı şişirdiğin yeter."
Vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): Hiç önemsememek, aldırış etmemek."Onun sözleri vız gelir bana, önce kendine söz geçirsin."
Viraneye çevirmek: Yakıp yıkmak, yıkıntı durumuna getirmek, harap etmek."Beş gün geçmeden viraneye çevirdiler evi."
Voli vurmak: Haksız olarak kazanç elde etmek, vurgun vurmak.
Volta atmak: Bir aşağı bir yukarı dolaşmak, gidip gelmek."Canımız sıkıldıkça avluda volta atıp dururduk."
Vur abalıya: Bütün yükün yumuşak huylu kişiye yüklenmesi; sessiz, güçsüz kimsenin hırpalanması, hakkının çiğnenmesi durumunda karşıdaki kişiye sitem yollu söylenir.
Vur dedikse öldür demedik ya!: Bir isteği, dileği yerine getirirken aşırılığa kaçıp da işi berbat edene karış söylenir.
Vurduğu yerden ses getirmek: Eli ağır olmak, çok kuvvetli vurmak.
Vurdumduymaz Kör Ayvaz: Umursamaz, aldırmaz, duygusuz ve kayıtsız kimse.
Vur patlasın çal oynasın: Aşırı zevk ve eğlence; aşırı zevk ve eğlenceye düşkün kimsenin parasını bu yolda harcamasını anlatır."Vur patlasın çal oynasın sabaha kadar tepinip durdular."
Vurucu güç: Çok etkin silâhlarla donatılmış, özel eğitim görmüş askerî birlik."Ordu içinde vurucu bir gücün oluşturulması konusunda fikir birliğine vardılar."
Vücuda getirmek: Oluşturmak, meydana getirmek, var etmek."Bütün bu canlıları Yüce Allah`tan başka kim var edebilir ki?"
Vücudunu ortadan kaldırmak: Öldürmek."Sabaha kadar adamın vücudunu ortadan kaldırın, yoksa başımıza çok iş açacak."
Y
Ya Allah deyip (atılmak): Cenab-ı Hak`a sığınarak (atılmak)."Ya Allah deyip düşmanın üzerine atıldı."
Yabana atmak: Önem vermemek, önemsiz görüp dikkate almamak, üzerinde durmamak."Babanın sözlerini sakın yabana atayım deme."
Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan zorlukların etkisinde kalmak."Ona hiç yabancılık çektirmedi."
Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: "Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu yok, aksi taktirde burada kalamazsın." anlamında kullanılır.
Ya devlet başa, ya kuzgun leşe: "Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak" anlamında söylenir.
Yad eller: 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar."Yiğidim yad ellerde kalmasın, dönsün geri Rabbim."
Yâd etmek: Anmak, hatırlamak."Seni her gün yad ederiz buralarda."
Yağ bağlamak: Semirmek, üzerine biriken yağ katılaşmak.
Yağ bal olsun: "Yediğin, içtiğin helâl ve afiyet olsun" anlamında söylenir.
Yağcılık etmek: Dalkavukluk etmek, övmek, pohpohlamak."Öğrenci öğretmenine yağ çekiyor, gözünün içine bakıyor, bu şekilde iyi not alacağını sanıyordu."
Yağlı ballı olmak: Araları çok iyi, içli dışlı, samimi olmak."Öyle yağlı ballı olmuşlardı ki birbirlerine her şeylerini anlatıyorlardı."
Yağlı kapı: Çalıştırdığı kimselere bol kazanç sağlayan kimse, kuruluş, aile ya da yer."Herkese nasip olmaz öyle yağlı kapı."
Yağlı kuyruk: Kolayca ve bolca yararlanılabilecek kaynak; basitçe sömürülebilecek iş veya kimse."Bulmuşsun bir yağlı kuyruk, çek babam çek!"
Yağlı müşteri: Bol paralı, çok alışveriş yapan zengin alıcı."İki üç yağlı müşterimiz de olmasa kapamak zorunda kalacağız bu dükkânı."
Yağma gitmek: Bir şey çok alıcı bulup çok satılmak, kolay müşteri bulmak."Kapanın elinde kalıyor, yağma gidiyor, koş koş, sen de yetiş!.."
Yağma Hasan`ın böreği: Hakkı olanın da olmayanın da kolayca yararlandığı, kimsenin korumadığı, her yanından sömürülen kaynak.
Yağma yok: "Öyle şey olmaz, buna izin vermezler, kolay kolay elde edemezsin" anlamında bir tutumun ya da davranışın yanlışlığı ifade etmek için kullanılır.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak: Bir tehlikeden, güç bir durumdan kaçarken daha kötüsüyle karşılaşmak.
Yağmur yağarken küpünü doldurmak: Kazanma fırsatı varken ondan yararlanıp para veya mal edinmek."Bana bak aslanım, daha ne istiyorsun, yağmur yağarken küpünü doldur yoksa pişman olursun."
Yağ tulumu: Çok şişman, çok yağlı."Birkaç ay sonra yağ tulumu olacak, şuna birisi söylese de çok yemese."
Ya herrü (herro) ya merrü (merro): "Tehlikeyi göze aldık, giriştiğimiz işte ya batar ya da çıkarız" anlamında kullanılır.
Yahudi pazarlığı: Tarafların çıkarlarını düşünerek çekişe çekişe yaptıkları pazarlık."Benimle Yahudi pazarlığı yapmaya kalkma lütfen."
Yakadan atmak: Savıp kurtulmak, başından atmak. "İnan onu yakamdan atmaya çalışıyorum."
Yaka paça: Hiçbir itiraz dinlemeden, zorla, kuvvet kullanarak (götürmek)."Polisler adamı yaka paça götürdüler."
Yakası açılmadık: Hiç duyulmadık, bilinmedik, ayıp söz, küfür.
Yakasına sarılmak: İstediği şeyi almak ya da dövmek için tutup bırakmamak, zorlamak."Çocuk annesinin yakasına sarılmış balon diye ağlıyordu."
Yakasına yapışmak: Hesap sormak ya da bir şey istemek için tutup bırakmamak."Beni de götüreceksin diye yakama yapıştı, ben de getirmek zorunda kaldım."
Yakasını bırakmamak: Bezdirecek kadar üstüne düşmek, ısrar etmek, yanından ayrılmamak."Ne olursa olsun yakasını bırakmayıp paramı alacağım ondan."
Yakasını kaptırmak: Bir şeyin, bir kimsenin etkisinden kendisini kurtaramamak, ona bağlanmış olmak.
Yakayı sıyırmak: Kurtulmak, kaçmak."Çok şükür şu adamdan yakayı sıyırdık."
Yaka silkmek: Bıkıp usanmak; bir iş, durum, yer ya da kimsenin olumsuz yanlarından tedirginlik duyduğunu belirtmek."Doğrusu yaka silkinecek bir iş seninki de."
Yakayı ele vermek: Yakalanmak, kaçamayarak ele geçmek."Mahallenin hırsızı sonunda yakayı ele verdi."
Yakayı kurtarmak: Umulmazken bir işten ya da kimseden kurtulmak, kaçmak."Bu pis işten yakayı nasıl kurtardık hâlâ anlayabilmiş değilim."
Yakınlık duymak: Birine karşı sevgi ve ilgi duymak, yabancılık hissetmemek."Hayatta yakınlık duyduğum tek insandı."
Yakışık almamak: Yerinde olmamak, uygun düşmemek, yaraşmamak."Çocuğu herkesin içinde azarlaman hiç de yakışık almadı."
Yalancı pehlivan: Yapamayacağı bir işi yapabilecekmiş gibi görünen kimse, palavracı."Yalancı pehlivanın biridir o, ona güvenmeyin."
Yalancısı olmak: Doğruluğu bilinmeyen, inanılmayacak sözleri bir başkasından işiterek söylemiş olmak."Ben şefin yalancısıyım, müdür ihalelerde insiyatifini kullanıyor ve rüşvet yiyormuş."
Yalan dolan: Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranış,"Yalan dolanla iş görmeye kalkanların başına işte bunlar gelir."
Yalan yere: Gerçeğe uygun olmayarak."Yalan yere adamı şikâyet ettiler."
Yalayıp yutmak: 1. İştahla, hiçbir şey bırakmadan yiyip bitirmek. 2. Kötü bir söz ya da davranış karşısında sessiz kalıp, kabullenmek."Sofradaki bütün yemekleri yalayıp yuttu."
Yalpa vurmak: İki yana, sağa sola; bir o yana, bir bu yana sallanarak yürümek."Nedendir bilmem, yalpa vurarak yürüyordu."
Yalvar yakar olmak: Çok yalvarıp yakarmak.
Yan bakmak: Beğenmeyerek, kötü niyetle, düşmanca bakmak."Bu adamın her gün yan bakması artık canıma yetti!"
Yan basmak: 1. Aldanmak. 2. Kaypaklık edip dürüst davranmamak."Sana tanınan bu fırsatı iyi değerlendir, sakın yan basayım deme."
Yan çizmek: Kendisine yüklenen bir görevden kaçmak."Üç kişi yan çizdi, demek ki ikimiz taşıyacağız bu bidonları."
Yandan çarklı: 1. Şekeri yanına konmuş olan kahve veya çay."Usta, iki yandan çarklı yap!" 2. Bir omuzu düşük olarak yürüyen. 3. Çarkı yanda olan gemi.
Yan gelip yatmak: Yapacak işleri olduğu hâlde yapmamak, rahatına bakmak, keyfince yaşamak."Hiç çalışmıyor, yan gelip yatıyor akşama kadar."
Yangına körükle gitmek: Anlaşmazlığı, gerginliği, kargaşalığı artırıcı, her iki tarafı kışkırtıcı söz ve davranışlarda bulunmak."Sen karışma, çekil aralarından, yangına körükle mi gitmek istiyorsun?"
Yan gözle bakmak: 1. Kötü niyetle, düşmanca bakmak. 2. Göz ucuyla bakmak."Tezgâhtaki mallara yan gözle bakıp geçti."
Yanık ses: Hüzünlü, çok dertli, içindeki acıyı dile getiren ses.
Yanına bırakmamak: Kendisine yapılan kötülüklerin öcünü almak, cezasını sert karşılıklarla vermek."Bunu, onun yanına bırakmayacağım."
Yanına (kâr) kalmak: Kendisinden öç alınmamak, yaptığı kötülük sert karşılık görmemek, cezasız kalmak."Adamın yaptığı yanına kâr kaldı, nasıl adalet bu?"
Yanına salâvatla varılır: Çok öfkeli, kızgın ve kibirlidir.
Yanından bile geçmemiş: Hiç ilgisi yok, en ufak benzerliği bile yok."Sen kardeşini bir görsen, bu onun yanından bile geçmemiş."
Yanıp tutuşmak: 1. Elde etmek için güçlü bir istek duymak, elde edemediği için de büyük üzüntü içinde olmak. 2. Kuvvetli bir aşkla sevmek."Bakan olmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu."
Yanıp yakılmak: Sızlanıp şikâyet etmek, derdini döküp durmak."Çoluk çocuk açtı, kimse yardım elini de uzatmıyordu, birine de yanıp yakılmayı bir türlü kendine yediremiyordu."
Yanlış ata oynamak: Kazanmak için giriştiği işte tuttuğu yol, dayandığı kimse dayanıksız ve çürük çıkmak, dolayısıyla aldanmış olmak.
Yanlış kapı çalmak: İsteğinin yapılamayacağı bir yere başvurmak."Meğer biz yanlış kapı çalmışız."
Yan tutmak: Taraflardan birini desteklemek, onun söz ve davranışlarını benimsemek, yansız olmamak."Yan tutmayıp tarafsız kalırsan senin için daha iyi olur."
Yan yan bakmak: Düşmanca, kötü niyetle bakmak.
Yapmadığını bırakmamak: Bütün kötülükleri yapmak, eziyet etmek.
Yara açmak: 1. Bir şeyin yüzünde, özellikle de vücudun bir yerinde yara oluşmasına sebep olmak. 2. Büyük dert, acı, üzüntü vermek."Onun sözleri içimde bir yara açtı."
Yaraya merhem olmak: Acil ihtiyaçları karşılamak."Şu getirdiklerim yaraya merhem olur mu bilmem?"
Yardan atmak: Bir kimseyi aldatarak kazaya uğratmak, tehlikeli bir durumun içine itmek, türlü belâlara sokmak."İnsan dostunu yardan atar mıymış?"
Yarı buçuk: Tam değil, çok az, tamamlanmamış, baştan savma.
Yarım adam: Güçsüz, sakat, zayıf, hasta kimse."Ben bir yarım adamım diye beni hor göremezsiniz!"
Yarım ağızlı (söylemek): İsteksizce, istemeye istemeye, gönülsüzce (söylemek)."Demek sizi de yarım ağızla davet ettiler."
Yarım yamalak: Gelişigüzel, üstünkörü, eksik ve kusurlu."Ödevlerini bir daha yarım yamalak yapma!"
Yarından tezi yok: En kısa zamanda, çok çabuk, geciktirmeden.
Yarı yolda bırakmak: Verilen desteği, yapılan yardımı sonuna kadar götürmemek."Sana nasıl güvenebilirim, beni kaç kez yarı yolda bıraktın."
Ya sabır çekmek: Kötülüklere, sıkıntılara, üzücü olaylara karşı tepki göstermemeye çalışıp, Cenab-ı Allah`tan kendisine sabır vermesini istemek.
Yaş Dökmek: Ağlamak."Senin için az yaş dökmedi ailen."
Yaşını başını almış (olmak): Yaşı epeyce ilerlemiş olmak, yaşlanmış veya olgunlaşmış olmak."Yaşını başını almış bir adamdır, çekinmeyin, gidin, size olgun davranacaktır."
Yaşını içine akıtmak: Hissettiği acıyı, ızdırabı, üzüntüyü belli etmemek; ağlamak isteğini bastırmak.
Yaş tahtaya (yere) basmamak: Kolay kolay tuzağa düşmemek, uyanık davranmak."O, benim yaş tahtaya basmayacağımı iyi bilir."
Yatağa düşmek: Hastalık yüzünden yatmak zorunda kalmak, ayağa kalkamayacak durumda olmak."Sizin yüzünüzden yatağa düştü çocukcağız."
Yataklık etmek: Bir suçluya yardım etmek, onu gizlemek, barındırmak.
Yatak yorgan yatmak: Çok hasta olmak."Bizim adam yatak yorgan yatıyor, ne yiyor, ne içiyor."
Yatırım yapmak: Gelir amacıyla bir işe para yatırmak veya aynı amaçla önceden ortam hazırlamaya çalışmak."Biz o arsayı yatırım yapmak için aldık."
Yavaş gel: "Atıp tutma, abartma, ölçüsüz konuşma" anlamında kullanılır.
Yaya kalmak: 1. Taşıt ya da hayvana binmeden yürümek zorunda kalmak. 2. Yardımcısız kalmak, güvendiği yer ve kişileri kaybetmek, istediği şeyi yapamaz olmak."İşte şimdi yaya kaldın, ne yapacaksın görelim?"
Yayan yapıldak: Çıplak ayakla, yayan."Onca yolu yayan yapıldak yürüyecek."
Yaygarayı basmak: Bağırıp çağırmak, önemli bir nedeni olmadığı hâlde feryat etmek."Elinden şekeri alınınca yaygarayı bastı."
Yaz boz tahtasına çevirmek: Bir konuda birbirine uymayan kararlar almak, kararsızlık yüzünden bir konuda sık sık fikir değiştirmek.
Yedeğe almak: Bağlayarak arkasından çekip götürmek.
Yedi canlı: Pek çok ölüm tehlikesi geçirip sağ kurtulan insan ya da hayvan."Yedi canlı mısın nesin, nasıl kurtuldun o kazadan?"
Yedi düvel: Bütün devletler, herkes, bütün dünya."İstiklâl Savaşı`nı yedi düvele karşı verdik biz."
Yediden yetmişe: En büyüğünden en küçüğüne, eli ayağı tutan herkes."Halk yediden yetmişe silâhlanmış düşmanı bekliyordu."
Yediği naneye bak: Yersiz, uygunsuz iş yapanlar için kullanılır.
Yedi iklim dört bucak: Hemen her yer, bütün dünya."Yedi iklim dört bucak dolaştı durdu."
Yedi kat yabancı: El, ne akraba, ne tanıdık, hiçbir yakınlığı yok."Yedi kat yabancıyla iş yapmam diyor."
Yeğ tutmak: Bir şeyi bir şeyden daha önemli görüp tercih etmek."Kim ki öbür dünyayı bu dünyaya yeğ tutar, o kazanmıştır."
Ye kürküm ye: Saygının kişiliğe karşı değil, zenginliğe, varlığa, giyim ve kuşama karşı gösterildiğini anlatmak için kullanılır.
Yele vermek: 1. Boşuna harcamak. 2. Savurmak."Bütün parayı yele vermek zorunda mıydın?"
Yelkenleri suya indirmek: Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini kabul etmek; yüksekten atıp tutmayı bırakarak yumuşamak."Yelkenleri nasıl da suya indi dediğini yaptıramayınca."
Yel yeperek yelken kürek: Telâş içinde, çok acele olarak, heyecanla.
Yemeden içmeden kesilmek: Bir üzüntü, korku ya da heyecan sebebiyle yiyemez duruma gelmek, iştahı kapanmak."Yemeden içmeden esildi, âşık mıdır nedir?"
Yeme de yanında yat: İstek uyandıran, görünüşü çok çekici olan, çok lezzetli yemekler için kullanılır.
Yemin etsem başım ağrımaz: "Gerçek olduğundan eminim, bu konuda yemin de edebilirim" anlamında kullanılır.
Yenilir yutulur gibi değil: 1. Yenmeyecek nitelikte (yiyecekler için). 2. Aşırı, çok pahalı. 3. Çok ağır, kabul edilmez (söz). 4. Kendisiyle başa çıkılamayacak durumda olan."Doğrusu yenilir yutulur gibi değildi o sözler."
Yer almak: 1. Bir şey yapanların arasında bulunmak. 2. Adına ayrılan yerde bulunmak "Şiir komisyonunda sen de yer aldın mı?"
Yer cücesi: Ufak tefek olduğu gibi kurnaz, fitneci, çok bilmiş kimse.
Yer demir gök bakır: "Hiçbir yerden yardım alma umudu kalmadı, bütün kapılar kapalı, yardım imkânları ortadan kalktı, kime baş vurdumsa elim boş döndüm" anlamında çaresizliği anlatmak için kullanılır.
Yerden yere çalmak: Çok hırpalamak, acınacak duruma düşürmek, zor durumlarda bırakmak."Bütün milletin içinde yerden yere çaldı delikanlıyı."
Yere bakan yürek yakan: Uslu, uysal, sessiz görünüp gizliden gizliye ve sinsice dolap çeviren, kötülük yapan kimse."Desene yere bakan yürek yakan cinstenmiş o da."
Yere göğe koyamamak: Çok önem vermek, nasıl ağırlayacağını ve memnun edip mutlu kılacağını bilememek.
Yer etmek: 1. İz bırakmak. 2. İyice yerleşmek."Bu sözler kulağına iyice yer eder umarım."
Yerinde duramamak: Sürekli hareket etmek, kıpırdanmak, sabırsızlanmak, içi içine sığmamak, eyleme geçmek için telâş içinde dolaşmak."Gelecekleri haberini alınca ne yapacağını şaşırdı; yerinde duramıyor, sağa sola koşturup duruyordu."
Yerinden oynamak: 1. Bulunduğu bir yerden ayrılmak. 2. Hareketli, heyecanlı, gürültülü, karışık bir zaman yaşamak."O büyük kahramanın dönüş haberi gelir gelmez şehir yerinden oynamıştı sanki!"
Yerinden oynatmak: Yerini değiştirip başka bir yere kaldırmak."Sakın bu vazoyu yerinden oynatmayın."
Yerinde saymak: 1. Yürür gibi yaparak hep aynı yerde ayaklarının birini kaldırıp birini basmak. 2. Hiç gelişme, ilerleme gösterememek."Okullar neredeyse kapanacak ama bizim çocuk hâlâ yerinde sayıyor, okumayı bir türlü sökemedi."
Yerinde yeller esmek: Yok olmak, artık bulunmamak."Gittiğimde ayakkabıların yerinde yeller esiyordu."
Yerin dibine geçmek: 1. Çok utanmak, sıkılmak. 2. Kaybolmak, göze görünmez olmak."Şuradaydı ama bulamıyorum, yerin dibine geçti sanki!"
Yerine geçmek: 1. Görevden ayrılan birinin yerine geçmek. 2. Bulunmayan bir nesnenin yerine kullanılabilmek."Emekli olan müdürün yerine geçmek için iki müdür yardımcısı yarışa tutuştular."
Yerini bulmak: 1. Aradığı bir yeri bulmak. 2. Yerine gelmek. 3. Kendine uygun durumu, mevkiyi bulmak."Yerini bulursam kızımı vermekte gecikmeyeceğim."
Yerini doldurmak: 1. Daha önce görevinden ayrılan, yerine geçtiği biri kadar başarılı olmak. 2. Yerinin adamı, görevinin üstesinden gelir olmak."Bakalım yerini doldurabilecek mi?"
Yeri yurdu belirsiz: Serseri; ne iş yaptığı, nerde kaldığı, nereli olduğu bilinmeyen."Yeri yurdu belirsiz bu adama yüz verme demedim mi?"
Yerle bir etmek: Bir yeri yakıp yıkmak, tahrip etmek, temeline kadar söküp dağıtmak, taş taş üstüne bırakmamak."Koca kenti bir saat bombalayıp yerle bir ettiler."
Yerli yersiz: Uygun olsun olmasın, uygun zamanı kollamadan."Yerli yersiz konuşup duruyor geveze adam."
Yer tutmak: 1. Bir yeri kaplamak. 2. Birine bir yer ayırmak."Salonda yer tutmak yasaktır!"
Yer vermek: 1. Önemini belirtmek. 2. Kendi yerini bir başkasına vermek. 3. İmkân tanımak."Bu fikre de yer vermeliyiz."
Yer yarılıp içine girmek: 1. Çok utanmak. 2. Yitirilen şey bir türlü bulunamamak."Yer yarılıp içine girdi sanki, önceki gün şurada duruyordu."
Yer yerinden oynamak: Bir olay toplumda telâş, heyecan, gürültü, patırtı, kargaşa oluşturmak."Bu kaleyi de zapdedersek yer yerinden oynayacak, bizi kimse tutamayacak artık."
Yeşil ışık yakmak: Bir şeyin olmasına izin vermek, göz yummak."Onların bize yeşil ışık yakacaklarını hiç sanmıyorum."
Yılan hikâyesi: Bir türlü sonuca bağlanamayan, çözümlenemeyen, uzayıp giden (mesele ya da iş)."Yılan hikâyesine döndü iş, ne yapacağız şimdi?"
Yılanın kuyruğuna basmak: Zararı dokunacak, kötülük yapacak bir kimseye ilişmek ya da sataşmak yoluyla fırsat vermek.
Yıldırımları (veya şimşekleri) üstüne çekmek: Kimi davranışlarıyla pek çok kimseyi kızdırarak eleştirilere, saldırılara yol açmak."Bu hareketlerinle şimşekleri üzerine çekiyor, hepimizi tehlikeye atıyorsun."
Yıldırımla vurulmuşa dönmek: Ansızın ortaya çıkan kötü bir durum karşısında sarsılmak, ne yapacağını bilemez olmak, bitkin ve şaşkın bir duruma düşmek."İflas haberini duyunca yıldırımla vurulmuşa döndü, oraya yığılıp kaldı."
Yıldızı barışmamak: Aralarında görüş, düşünce ve duygu ayrılıkları bulunup birbirlerinden hoşlanmamak, birbirleriyle iyi geçinmemek, anlaşıp uyuşamamak."Şu adamla yıldızım bir türlü barışmadı gitti."
Yıldızı parlamak: Çok başarılı olup herkesin dikkatini çekecek duruma gelmek, ün kazanmak."Yıldızı parladığı bir sırada hayata veda etti."
Yıldızı sönmek: Ününü ve itibarını kaybetmek."Yıldızının bu kadar çabuk söneceği kimin aklına gelirdi ki!"
Yiğitlik sende kalsın: "Karşısındaki anlamasa da hoşgörü göster, özveride bulun, ılımlı davran, böylelikle soylu davranışını göstermiş olursun" anlamında bir anlaşmazlığa son vermek için taraflardan birine söylenir.
Yiyip bitirmek: 1. Parayı tüketinceye dek harcamak. 2. Yemeği sonu gelinceye kadar yemek. 3. Birini üzmek, tedirgin etmek, devamlı hırpalamak."Senin bu hareketlerin beni yiyip bitirdi!"
Yok canım!: 1. Gerçek mi, öyle mi? 2. Hayır inanmam, doğru değil bu!"Yok canım, değil ona gitmek, hiç görmedim bile."
Yok devenin başı!: "Daha neler, çok abartıyorsun, bu sözlere inanmam" anlamında, söylenenlere inanılmayacağını anlatmak için kullanılır.
Yok pahasına: Son derece ucuz, değerinin altında bir fiyata, ölü fiyatına."Yok pahasına sattılar evi, yazık oldu."
Yol açmak: 1. Yeni bir yol yapmak. 2. Herhangi bir sebepten ötürü kapanmış yolu açmak, geçilir duruma getirmek. 3. Birinin geçmesi için kenara çekilip geçme önceliği tanımak. 4. Bir olayın başlamasına sebep olmak, öncülük etmek."Onun bu çıkışı özgürlük hareketinin başlamasına yol açtı."
Yola çıkmak: 1. Bir yere gitmek üzere bulunduğu yerden ayrılmak."Sabah erkenden yola çıkacaklarmış."
Yola düşmek: Bir zorunluluk sebebiyle yola çıkmak, yol almaya başlamak."Çabuk olun, onlar yola düşmüşlerdir bile."
Yola gelmek: Ters tutumunu düzeltmek, uslanmak, istenilen biçimdeki davranışı kabul etmek."Kaygılanma, eninde sonunda yola gelecektir."
Yola getirmek: Birinin bir konudaki ters tutumunu düzeltmek.
Yol almak: 1. Çıkılan yolda ilerlemek."Bir saatte epey yol alırız." 2. Mesleğinde ilerlemek."Kaynakçılığa başlayalı çok olmadı ama oldukça yol aldı."
Yol aramak: Bir meseleye çare bulmaya çalışmak, imkân aramak."Bu çıkmazdan kurtulmak için bir yol arıyoruz fakat bulamıyoruz."
Yol bulmak: Bir çözüm, bir çare bulmak."İnşallah bir yolunu bulur, öderiz borcumuzu."
Yoldan çıkmak: 1. Bir taşıt bir sebeple yolundan ayrılmak, gitmez olmak. 2. Kötü yola sapmak, doğru yoldan ayrılmak, azgınlığa düşmek."Komşunun çocuğu iyice yoldan çıkmış, ne yaptığını bilmiyor."
Yoldan kalmak: Gitmek istediği yere gidememek, alıkonmak, bir engel dolayısıyla gecikmek."Çekilin önümüzden, bizi biraz daha oyalarsanız yoldan kalacağız."
Yol geçen hanı: Hemen herkesin girip çıktığı, uğradığı yer."Sanki bu ev yol geçen hanı, hiç mi rahat etmeyeceğiz kendi evimizde!"
Yol göstermek: 1. Rehberlik etmek, yolu bilmeyene tarif etmek, nasıl gidileceğini anlatmak. 2. Nasıl davranılacağını, ne yapılacağını öğretmek."Benim elimden bir şey gelmez, patrona git, o bir yol gösterir sana."
Yol iz bilmemek: 1. Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek. 2. Görgüsüz davranmak.
Yol kesmek: 1. Birinin geçmesine engel olmak. 2. Issız yerlerde, yollarda soygunculuk yapmak."Düğün alayının yolunu kesmiş eşkıyalar."
Yol tutmak: Yaşayışını inandığı, doğru bildiği bir düzende sürdürmek."Sen de kendine özgü bir yol tuttun demek!"
Yolu (ayağı) düşmek: Yolu üzerinde bulunan o yerden geçmesi gerekmek; o yer, yolu üzerinde bulunmak."Sizin köye de yolum düştü, babanı gördüm, sana selâm söyledi."
Yoluna çıkmak: 1. Karşılamaya gitmek. 2. Yolda karşısına çıkmak."Bütün kasaba halkı yeni gelen kaymakamın yoluna çıkmıştı."
Yoluna (rayına) girmek: İstenilen biçimi almak, gerekli olan şekilde gelişmek.
Dostları ilə paylaş: |