B Özellikleri



Yüklə 0,59 Mb.
səhifə11/11
tarix27.04.2018
ölçüsü0,59 Mb.
#49420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11
Yoluna koymak: Bir işi olumlu bir duruma sokmak, istenilen şekle getirmek."İşlerini kısa zamanda yoluna koymayı başardı."
Yolunu beklemek: Gelmesini beklemek."Az yolunu beklemedi oğlunun."
Yolunu bulmak: 1. Kanunî olmayan yollardan kazanç sağlamak. 2. Çözüme ulaşmak, gereken çareyi bulmak."Onu razı etmenin yolunu buldum, çabuk benimle gel."
Yolunu kaybetmek: Hangi yoldan gideceğini bilememek, şaşırmak."Çocuklar yollarını kaybetmişler, tam aksi yönde ilerliyorlardı."
Yolunu sapıtmak: Kötü yola düşmek, doğru yoldan ayrılmak."Yolunu sapıtmış şu adamı Allah` tan başka kim doğru yola getirebilir?"
Yolunu yapmak: Bir işi olumlu sonuca ulaştıracak ya da mümkün kılacak girişimde bulunup hazırlık yapmak veya tedbir almak.
Yolu tutmak: Bir yoldan kimseyi geçirmeyecek biçimde düzen kurmak."Askerler tam teçhizatlı yolu tutmuşlar, bekliyorlardı."
Yol yordam: Bir şey, davranış ya da yapışın usul ve kuralları."Madem yol yordam bilmezsin neden kalkışırsın böyle bir işe."
Yorgan gitti, kavga bitti: "Kavga, çekişme, anlaşmazlık nedeni olan şey ortadan kalkınca kavga da sona erdi." anlamında kullanılır.
Yorgunluğunu almak: 1. Yorgun kişi, yorgunluğunu gidermek için dinlenmek. 2. Yorgun birini dinlendirmek.
Yorgunluğunu çıkarmak: 1. Dinlenmek. 2. Yaptığı işten, dinlenmesini sağlayacak iyi bir haber alıp huzur içinde olmak.
Yörüngesine oturtmak: 1. (Uydu) istenilen yerde ve yönde hareket eder olmak. 2. Bir iş yoluna girmek, rayına oturmak.
Yufka yürekli: Çok duygulu olup olaylardan hemen etkilenip ağlayan, çok acıyan, üzülen kimse."Senin bu kadar yufka yürekli olacağını düşünemezdim.
Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal: İki davranış, iki kimse, iki karşıt şey arasında bir tercih yapamama zorluğunu anlatmak için kullanılır.
Yumruk kadar: 1. Küçücük, bir yumruk büyüklüğünde ancak (nesne). 2. Küçük çocuk."Yumruk kadar çocuktan dayak yediğin doğru mu?"
Yumurta kapıya gelmek: Yapılması gereken bir iş için zaman daralmış olmak, iş çok sıkışık zamana rastlamak."Sen hep işleri yumurta kapıya gelence mi yaparsın?"
Yumurtaya kulp takmak: Hemen her şeye bir kusur bulmak, bahane bulmakta usta olup hiçbir şeyi beğenmemek.
Yumuşak yüzlü: Kendisinden istenilenleri geri çevirmeyen, kimseyi gücendirmek istemeyen kimse."Yumuşak yüzlü olduğum için mi tepeme çıkıyorsunuz?"
Yuvarlak hesap: Ayrıntıya girmeden, bir bütün sayıya yaklaşık olarak tamamlanabilen hesap."Aldığımız mallar yuvarlak hesap yüz bin lira tuttu."
Yuvarlanıp gitmek: Eldeki imkânlar içinde hayat sürmek."Yuvarlanıp gidiyoruz işte."
Yuvasını bozmak: Ev ve aile düzenini bozmak, dağıtmak, alt üst etmek."Hiç sebepsiz yuvasını bozdu nankör adam."
Yuvasını yapmak: Birinin hakkından gelmek, hakettiği ceza ya da cevabı vermek."Onun yuvasını yapmak ancak bana düşer."
Yuvasını yıkmak: 1. Birinin eşinden ayrılmasına yol açmak. 2. Bir kimse eşinden ayrılarak aile düzenini bozmak, yok etmek."Zorla kadıncağızın yuvasını yıktılar, lânet olsun onlara."
Yük altına girmek: Sorumluluk gerektiren, ağır bir görevi kabul etmek."Desene boş yere yük altına girmişiz biz."
Yük olmak: 1. Sıkıntılı bir işi başkasına yaptırmak. 2. Masraflarını başkasına ödetmek."Çocuklarım artık bana yük olmuyorlar."
Yükseklerde dolaşmak: Elde edilmesi zor şeyler istemek."Yükseklerde dolaşmayı bırak da olabilecek bir şey iste."
Yüksek perdeden konuşmak: 1. Yüksek sesle konuşmak. 2. Meydan okurcasına sert konuşmak. 3. Yapılması güç şeyleri yapacakmış gibi abartılı konuşmak."Bu adam yüksek perdeden konuşmaya bayılıyor."
Yüksekten atmak: Yapamayacağı şeyleri söylemek."Amma da yüksekten atıyor."
Yükte hafif pahada ağır: Taşınması kolay, değerli eşya (altın, elmas gibi.)
Yükün altından kalkmak: 1. Üzerine aldığı ağır bir işi başarmak. 2. Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak bir şeyler yapmak."Onu bu yükün altından kalkamaz sananlar nasıl da yanıldılar."
Yükünü tutmak: Çok zenginleşmek, para ve mal kazanmış olmak."Kısa zamanda yükünü tuttu bizim komşu."
Yüreği ağzına gelmek: Birden bire çok korkmak, kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı hızlı atmak."Karanlık ve ıssız sokakta yürürken bir çığlık duydu, yüreği ağzına geldi o an."
Yüreği cız etmek: Çok acımak, içi sızlamak."Eşinin o hâlini görünce yüreği cız etti."
Yüreği çarpmak: 1. Korku ve kaygı duyup merak etmek, bu sebeple tedirgin olmak. 2. Yüreği hızlı vurmak.
Yüreği dayanmamak: Çok acı duymak, acısına katlanamamak."Ailesinin son ferdini de kaybedince yüreği dayanmadı ihtiyar kadının, yatağa düştü."
Yüreği ezilmek: 1. Üzülmek, çok acı duymak. 2. Çok acıkmış olmak."İçim eziliyor, bir şeyler yemeliyim."
Yüreği hop etmek: Bir olay karşısında birdenbire korkup heyecanlanmak.
Yüreği ferahlamak: İçi kaygıdan, sıkıntıdan kurtulmak.
Yüreği kabarmak: 1. Midesi bulanmak. 2. Merak, kaygı, korku ve sıkıntı yüzünden derin bir soluk alma gereği duymak.
Yüreği kalkmak: Heyecanlanmak."Tekne sallandıkça yüreği kalkıyordu."
Yüreği kararmak: İçine bir karamsarlık, bir sıkıntı çökmek; iyimserliği ortadan kalkmak."Yüreğin kararmasın, onu bulacağımızdan emin ol."
Yüreği katı: Acımasız, acıma duygusundan yoksun kimse.
Yüreğine (içine) dert olmak: Birine karşı ya da birinin kendine karşı yaptığı bir davranış sonradan kendisi için acı, üzüntü kaynağı olmak."Ona yemek vermedim ama yüreğime dert oldu."
Yüreğine inmek: 1. Birdenbire ölmek. 2. Büyük ölçüde üzülmek."Bu acı haberi verip de yüreğine indirmek mi istiyorsun?"
Yüreğine (içine) işlemek: Çok tesirli olmak, derinden acı vermek.
Yüreğine od düşmek: Yüreği yanmak, belli bir sebep sonucu büyük bir acı duymak, çok üzülmek."Kim ki başkasının uğradığı felâket onun yüreğine od düşürür, işte adam odur."
Yüreğine su serpilmek: Duyduğu üzüntüyü hafifletecek bir haberle karşılaşmak, ferahlamak."Demek mahkemeye başvurmaktan vazgeçmiş, yüreğime su serpildi doğrusu, yoksa olayı hemen herkes duyacaktı."
Yüreği küt küt atmak: Korku ve heyecandan yüreği hızlı hızlı çarpmak.
Yüreği oynamak: Ansızın heyecanlanmak veya korkmak, tedirgin olmak.
Yüreği (içi) parçalanmak: Çok acımak, karşılaştığı bir durum sebebiyle çok üzüntü duymak."Zavallının o hâlini görünce içim parçalandı."
Yüreği pek: 1. Korkusuz, yürekli, çok cesaretli. 2. Yüreği katı."Onca insanla baş etmeyi göze alıyor, yüreği pek bir insanmış demek ki."
Yüreği yanmak: 1. Çok fazla acımak. 2. Bir felâkete uğramak."Yüreğim yanıyor, acısını bir türlü unutamıyorum."
Yürükten bağlanmak: İçten, samimi olarak sevgi ve saygı duymak.
Yürürlüğe girmek: Bir kanun ya da kararname uygulanmaya başlamak.
Yüzünü ağartmak: Yakınlarının övünç duymasına neden olacak beğenilir bir iş yapmak.
Yüz bulmak: Kendisine gösterilen hoşgörüden yararlanma yoluna gidip şımarmak, hoşa gitmeyen davranışlarda bulunmak.
Yüze gülmek: 1. Sevimli, çekici görünmek. 2. Yalandan dost görünmeye çalışmak."Yüze gülüp arkadan insanın ekmeğini alır onlar."
Yüze vurmak: İşlediği bir suçu ya da kabahati birinin açıkça yüzüne söyleyip onun utanmasına yol açmak."Suçunu sakın yüzüne vurup da utandırma onu."
Yüze yüze kuyruğuna gelmek: Uzun süren bir işin sonuna yaklaşmış olmak.
Yüz görümlüğü: Güveyin gelinin duvağını açarken verdiği armağan.
Yüz göz olmak: Senli benli olmak ve birbirinden çekineceği kalmamak, aradaki mesafe kalkmış olmak, lâubalileşmiş olmak."İyice yüz göz olduk, beni artık dinlemiyorlar."
Yüz karası: 1. Utanılacak bir durum. 2. Ailesi, çevresi için utanç verici bir iş yapmak."Ailemizin o yüz karasını hiç kimse görmeye gitmeyecek, anladınız mı?"
Yüz kızartıcı: Çok utandırıcı hareket veya durum.
Yüz dökmek: Zorlanarak, utanmayı ve sıkılmayı göze alarak, yalvararak bir kimseden ricada bulunmak.
Yüz tutmak: Bir şey olmak üzere bulunmak."Hava kararmaya yüz tuttu."
Yüzde kalmak: 1. Derinleştirmemek. 2. Önemli şeyler meydana getirmemek.
Yüzü ak: Suçu, utanılacak durumu bulunmamak; temiz ve saf olmak."Alnım açık, yüzüm aktır."
Yüzü görmemek: Kimi şeylere hiç sahip olamamak, onlardan uzak bulunmak."Çocuklar günlerdir et yüzü görmediler."
Yüzü gözü açılmak: 1. Çevresi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış olmak, dünyayı anlamaya başlamak. 2. İyiyi kötüyü, kendine yarayanı ayırt edici duruma gelmek.
Yüzü gülmek: 1. Sevinci yüz hatlarında anlaşılır olmak. 2. Neşelenip sıkıntıdan kurtulmak, feraha kavuşmak."Bakıyorum yüzün gülüyor, sebebi ne ola ki?"
Yüzü kalmamak: Bir kimseye karşı pek borçlu bulunmak ve ondan artık bir şey isteyecek hâli kalmamak."Bu güne kadar ne istedimse verdi. Artık yüzüm kalmadı, git, isteyebileceksen sen iste."
Yüzü kara: Utanacak bir durumu olan.
Yüzü kasap süngeri ile silinmiş: Utanacak, sıkılacak, arlanacak yanı kalmamış; arsız.
Yüzünden (suratından) düşen bin parça olmak: Sıkıntısı, öfkesi ve küskünlüğü yüz ifadesinden belli olmak."Babamın yüzünden düşen bin parça, ne oldu yine?"
Yüzünden okumak: 1. Ezberden değil, yazılı kâğıttan ya da kitaptan okumak. 2. Neler hissettiğini, durumunu yüzünden anlamak."Onun ne mal olduğu yüzünden anlaşılıyor."
Yüzüne bir daha bakmamak: Darılıp küsmek, bir daha konuşmamak; önemsemeyip ilgisiz kalmak.
Yüzüne kan gelmek: Benzi beti yerine gelmek, sağlığına kavuştuğu yüzünün kızarmasından belli olmak; soluk rengi geçmek."İki şişe serum verdiler, sonunda yüzüne kan geldi."
Yüzünü ağartmak: Yakın çevresinin övünç duymasına neden olacak bir iş yapmak veya başarı kazanmak."Uluslararası maratonda birinci gelerek milletin yüzünü ağarttı bu çocuk."
Yüzünü ekşitmek: Rahatsız olduğunu, hoşnut olmadığını, öfke duyduğunu yüz ifadesiyle belli etmek."Haydi kalk, yüzünü ekşitme öyle, çok kalmayacağız onlarda."
Yüzünü gören cennetlik: Uzun bir süre ortalıkta görünmeyen kimseler için kullanılır.
Yüzünü kara çıkarmak: Yaptığı bir iş ya da davranışla birini utandırmak, mahçup duruma düşürmek."Sakın onu gönderme, yüzünü kara çıkarır yoksa, pişman olursun!"
Yüzünü kızartmak: Birini utandırıp yüzünün kızarmasına yol açmak."Onun utanacağı sözleri söyleyip de yüzünü kızartmadan duramaz mısın sen?"
Yüzünün akıyla çıkmak: Bir işe girip o işten başarı elde ederek, onurunu zedelemeden, utanılacak bir duruma düşmeden çıkmak.
Yüzü sirke satmak: Yüzünden hoşnut olmadığı anlaşılmak, asık yüzlü olmak."Baksana, yüzü sirke satıyor adamın."
Yüz üstü bırakmak: Tamamlanmamış bir durumda, yarı yolda bırakmak."İşleri yüz üstü bırakıp gitti."
Yüzü soğuk: Ürküntü veren, hoşnutluk vermeyen, sevimsiz,"Aman ne yüzü soğuk adamdı o öyle!"
Yüzü suyu hürmetine: Bir kimsenin hatırına değer verildiği için."Hz. Peygamber`in yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah, bizleri inşallah bağışlar."
Yüzü tutmamak: Bir şey istemeye ya da söylemeye çekinmek, cesaret edememek."Babamdan para isteyeceğim ama bir türlü yüzüm tutmuyor."
Yüzü yerde: Alçakgönüllü.
Yüzü yok: "Bir şeyi yapmaya cesareti yok, öyle yanlışlıklar yaptı ki teklif etmeye utanıyor." anlamında kullanılır.
Yüz vermek: Her istediğini yerine getirerek şımartmak; yakınlık göstererek, hoş görülü davranarak ölçüsüz hareketler yapmasına sebep olmak.
Yüz yüze bakmak: Yakın ilişki içinde bulunup, bu ilişkileri bir süre devam etmek."Birbirimize iyi davranalım, epey bir zaman burada yüz yüze bakacağız."
Yüz yüze gelmek: 1. Birden karşılaşmak. 2. Bir araya gelmek."Bu meseleyi yüz yüze geldiğiniz zaman konuşursunuz."
Z
Zahmet çekmek: Sıkıntı, güçlük, yorgunluk ve eziyetlere katlanmak."Senin adam olman için az zahmet çekmedim ben."
Zahmete sokmak: Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek."Adamcağızı durup dururken zahmete sokmuşsunuz."
Zaman kazanmak: Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak.
Zaman kollamak: 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek."Zamanını kolla öyle gir işe, zamansız girip de rezil olma."
Zaman öldürmek: Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek."Burda beklemekle zaman öldürüyoruz beyler."
Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre ayırmak."Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim."
Zaman zaman: Belli olmayan zamanlarda, ara sıra."Zaman zaman o da aramıza katılırdı."
Zamane çocuğu: Eski nesile göre hayli yadırganacak davranışlarda bulunup sözler sarf eden kimse."Zamane çocuğu ne olacak."
Zar tutmak: Tavla oyununda istediği sayıyı getirmek için, atmadan önce, zarlara parmaklar arasında belli bir biçim verip öyle atmak.
Zart zurt etmek: Bağırıp çağırarak, yükseklerden atıp tutarak çıkışmak; kendini büyük göstererek kaba kuvvet gösterisinde bulunmak.
Zar zor: 1. Güçlükle, zorla. 2. "Ucu ucuna, kıt kanaat, istenilen ölçüye ancak yaklaşabildi." anlamında kullanılır."Zar zor getirdik adamı."
Zehir etmek: Bir şeyin tadını kaçırmak, iyiyken kötü duruma sokmak."Yediğim şu yemeği zehir ettiniz bana."
Zehir zemberek: İnsanın içine işleyen, onurunu zedeleyen çok acı söz.
Zembereği boşanmak: 1. Saatin zembereği kurulmaz duruma gelmek. 2. Kendini tutamayarak uzun uzun gülmek.
Zemheri zürafası (gibi): Kışın ince elbise giyip gezenler için söylenir.
Zemin hazırlamak: Bir işin gerçekleştirilmesi için uygun ortam hazırlamak, meydana getirmek.
Zemzemle yıkanmış olmak: Biri, ötekine göre çok daha iyi nitelikte olmak.
Zerre kadar: Hiç denecek kadar az."Onu zerre kadar sevmiyorum."
Zevahiri kurtarmak: Bir işi gereği gibi değil de üstünkörü yapmak ve böylece söz gelmesini önlemek, görünüşü kurtarmak."Bu girişimimizle zevahiri kurtardık, daha ne istiyorsun?"
Zeval bulmak: Son bulmak, bozulup yok olmak, çökmek.
Zeval vermemek: Zarar ziyan vermemek, korumak."Allah kimseye zeval vermesin."
Zevkten dört köşe olmak: Çok mutlu olduğu anlaşılmak, çok sevinip keyiflenmek ve aşırı zevk duymak."Takımı galip gelince zevkten dört köşe oldu."
Zevkine varmak: Bir şeyin tadını alabilmek, çıkarmak ve duymak; inceliklerini görebilmek."O sabah, manzaranın zevkine vardık."
Zevkini çıkarmak: Bir şeyin tadından, güzelliğinden olabildiğince yararlanabilmek."Gelin şu gezinin zevkini çıkaralım."
Zeytinyağı gibi üste çıkmak: Bir konuda haksız olduğunu kabullenmeyerek kurnazlıkla kendini haklı ya da suçsuz çıkarmaya çalışmak.
Zıddına gitmek: Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak; bir şeyin tersine hareket etmek."Niçin devamlı benim zıddıma gidiyorsun."
Zılgıt yemek: Azarlanmak, paylanmak."Senin yüzünden öğretmenden zılgıt yedik."
Zınk diye durmak: Birdenbire, aniden durmak."Önümdeki adam zınk diye durunca ne yapacağımı şaşırdım."
Zırnık (bile) vermemek: Az da olsa, en ufak bir şey de olsa vermemek."Ona bu mirastan zırnık bile koklatmayacağım."
Zıvanadan çıkmak: 1. Çok sinirlenip öfkelenmek, taşkınca hareketlerde bulunmak. 2. Delirmek, aklını oynatmak."Biraz daha konuşup da beni zıvanadan çıkarmayın!"
Zihin açıklığı: İyi, sağlıklı düşünebilme gücü."Sana Allah`tan zihin açıklığı dilerim."
Zifiri karanlık: Çok karanlık."Zifiri karanlıkta yola çıktık."
Zihni bulanmak (karışmak): Sağlıklı düşünemez olmak, olaylar arasındaki bağlantıyı kaybetmek, ne yapacağını şaşırmak."Bir anda zihnim bulandı, saçmalamaktan korkup konuşmayı yarıda kestim."
Zihnini bulandırmak: 1. Kuşkulandırmak. 2. Düşünemez hâle getirmek.
Zihnini çelmek: 1. Bir kimseyi yanıltmak. 2. Kandırıp baştan çıkarmak.
Zihnini kurcalamak: Aklına takılan bir şeyi anlamaya, kavramaya çalışmak."Akşamki mesele zihnimi kurcalayıp duruyor."
Zihnini oynatmak: Çıldırmak, aklını yitirip delirmek."Sen zihnini mi oynattın?"
Zil takıp oynamak: Çok sevinmek.
Zimmetine geçirmek: 1. Kendine mal etmek. 2. Bir hesabı birinin borcuna eklemek."Devletin onca malını zimmetine geçirmiş."
Zincire vurmak: Prangaya vurmak (mahkûmu)."Bütün esirleri zincire vurup zindana atmışlardı."
Zindan kesilmek: 1. Çok karanlık duruma gelmek. 2. Yaşanılan yer çok sıkıntı verici, yaşanılamayacak derecede kötü hâle gelmek.
Ziyafet çekmek: Konukları yemek vererek ağırlamak."Düğünümde bir ziyafet bile çekemedim."
Ziyan etmek: Yersiz, boş yere harcamak."O kadar ekmeği ziyan etmeye utanmıyor musun?"
Ziyanı yok: "Önemli değil, önemi yok!" anlamında kullanılır.
Ziyaret etmek: Birini görmeye, biriyle görüşmeye, bir yeri görmeye gitmek."Hastaları ziyaret etmek görevlerimiz arasındadır."
Zokayı yutmak: Aldatılıp zarara sokulmak.
Zora binmek: İş güçleşmek, ancak zor kullanarak halledilecek hâle gelmek."Bir yolunu bulun, sakın işi zora bindirmeyin."
Zora gelmemek: Sıkıntıya ve baskıya katlanamamak, güçlüğe sabredememek."Zora gelemem ben, lütfen ısrar etmeyin!"
Zorun ne?: "Ne istiyorsun, amacın ne?" anlamında kullanılır.
Zoru olmak: Kendisini zorlayan bir sıkıntısı, derdi olmak."Adamın bir zoru olduğu yüzünden belliydi."
Zurnanın zırt dediği yer: Yapılmakta olan işin en hassas, en önemli, en can alıcı noktası.
Züğürt tesellisi: Kötü bir işte en önemli şeyi kaybettiği zaman bazı önemsiz, iyi olmayan bir yan bularak sevinmek ve kendini avutma.
Zülfüyâre dokunmak: İşle ilgili olanı, hatırlı ve güçlü kimseyi veya yüksek bir makamı kimi söz ve davranışlarla gücendirmek, darılmasına yol açmak."Hayır geri duramam, zülfüyâre dokunsa da söyleyeceğim."
Yüklə 0,59 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin