Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$


KIRIK TESTİ – 27-09-2004 En Önemli Vazife İ’lâ-yı kelimetullah



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə103/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   99   100   101   102   103   104   105   106   ...   185

KIRIK TESTİ – 27-09-2004

En Önemli Vazife İ’lâ-yı kelimetullah


Allah’ın adının gönüllere nakşedilmesi, İslâm dininin şanına uygun bir biçimde yüceltilip yayılması mânâsına gelen “i’lây-ı kelimetullah”, bir mü’minin en önemli vazifesi ve Cenâb-ı Hakk’ın da en çok sevdiği ameldir. Allah’a îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır. Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir, O’nun “Aliyy” ismi de var, Aliyy’dir O. Fakat, “O’nun adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu aydın­latma açısından kullanıyoruz.. İ’lâ-yı kelimetullah derken, kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e, Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki engellerin kaldırılmasını kastediyoruz.

Evet, i’lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir ve esas itibariyle peygamber mesleğidir. Eğer, Allah nezdin­de on­dan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak, peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysa ki, Allah Teâlâ, peygamberlerini i’lâ-yı kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, haka­retlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kut­sal yola en güzîde kullarını –bir mânâda– feda etmiştir. Şâyet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi bu şekilde öne çıkarmışsa onu bizim arkaya çekmemiz mümkün değildir, bizim de o şeye aynı ölçüde değer vermemiz inanmış olmamızın gereğidir.

Ayrıca, i’la-yı kelimetullahı ister emr-i bi’l m’aruf, nehy-i anil münker yani iyiliği emretme, kötülükten alıkoyma şek­linde ele alalım; ister “Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle dâvet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et.” (Nahl, 16/125) çerçevesinde mütâlaa edelim; isterse de “Din, nasihattir...” hadis-i şerifinin ifade ettiği mânâlar itibariyle değerlendirelim, o, Rabbimizin ve Efendimizin nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için, Allah’ın rızasını kazanmaya mâtuf olarak eda edilen bir vazifedir. Bu vazifenin semeresi rıza-yı ilahîdir. Yani, Cenâb-ı Hak Cenneti verir, Cennet nimetlerini tattırır, hatta Cuma yamaçlarında Cemâl-i bâkemâli’yle tecelli eder, ehl-i Cenneti rü’yete mazhar kılar. Aliyyü’l-Kârî ifadesiyle “Yazık o inanmayanlara, ne büyük hüsrandır onlarınki; müminler Cenab-ı Hakk’ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken onlar pişmanlık ve hasretle vurunur dövünürler.” Evet, Cenab-ı Hakk’ın cemalini görenler Cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, Cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de bin­lerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni bir dakika görmeye mukâbil değildir. Fakat onun da ötesi vardır ve müsadenizle o öteler ötesini ilave edeyim: Cenâb-ı Hakk’ın Cemâli’ni görmek de, O’nun kullarına bizzat “Ben sizden hoşnutum, artık size gazap etmeyeceğim” demesine asla mukabil gelmez. Öyleyse, esas olan O’nun rızasını kazanmak, hoşnutluğuna mazhar olmaktır. O’nun rızasına götüren en kestirme ve sağlam yol ise i’lâ-yı kelimetullah yoludur.

Diğer taraftan, Cîlî’nin ifadesiyle, hakîkî insân-ı kâmil Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ise –ki O’dur–, O’nun getirdiği din de hakîkî, kâmil dindir. Zaten, Allah Teâlâ “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmı seçtim.” (Mâide, 5/3) diyor. Yani, “Bugüne kadar her Peygamber’e, her Safî’ye, her Velî’ye bazı nimetlerde bulundum; fakat size nimetimi tam verdim; dininizi kemale erdirdim. Din olarak da İs­lam’dan razı oldum.” buyuruyor. Öyleyse, i’la-yı kelimetullah, Allah’ın hoşnut olduğu kâmil dini muhtaç gönüllere duyur­maktır ki, neticede yine O’nun rızası vardır.


İnanıyor muyuz; öyleyse...


Bir insan, Allah’ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorsa, ona “rıza insanı” veya “rıza eri” denebilir. Eğer sen, Allah’a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, sürekli O’nun hoş­nutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gerçekten inanmışsan, imanın vaad ettiği şeyler karşısında lâkayt kalamaz­sın. Çünkü iman ebedî saadet vaad ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kainatı dahi aydınlatıp sebeb-i hil­katini okutturarak insanı dünyada vahşetten, ötede de zulümat-ı ebediyeden kurtarıyor. Yirmiüçüncü Söz’de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yüzü aydınlanıyor. İman sayesinde, kâinat bir gündüz rengini alıyor, nur-u İlâhî ile doluyor. Geçmiş, büyük bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin herbir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri haline geliyor. Fırtına, zelzele ve tâun gibi hadiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta, ölüm bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak görülüyor. Evet, ahiretin aydınlan­ması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vâbestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâkemâlini görmeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanı­yorsan, ebedî azaptan kurtulup gön­lünce yaşamanın Cennette olacağına imanın varsa, kendi çevrene karşı nasıl lâkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, ya­kınların, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber çay içtiğin kimseler.. nasıl lakayt kalırsın onların akıbetine...

Evet, Peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Defaatle arz etmişimdir bunu; hani Abdulkuddüs Hazretleri diyor ki: “Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac’da gökler ötesi alemlere gitti, Sidretu’l-Müntehâya ulaştı, Cenâb-ı Al­lah’la konuştu. Fakat, Cennetin câzibedar güzellikleri O’nun başını döndüremedi, bakışlarını bulan­dıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!.” Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; “İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri sürekli O’na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah’la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlânâ ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattır­mak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor.” İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim bu­dur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah’a, ahirete inanan bir insan, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.

Mefhumu muhâlifiyle meseleye şöyle de yaklaşılabilir; bir insan inandım dediği halde, inandığı esasları, sistemi, düşünceyi, kendi kültür kaynaklarından nebeân eden değerleri başkalarına duyurma cehd, gayret ve iştiyakından mahrumsa, onun iman problemi var demektir. Tebliğ ve temsil aşk u iştiyakından, i’lâ-yı kelimetullah arzusundan ve irşad sevdasından yoksun oluşu, onun imanında da bir problem bulunduğunu gösterir.. öbür tarafı, bilmesi gerektiği gibi bilememiş, öteki âlemin vaad ettikle­rine tam inanamamış demektir. Öteye gerçekten inanmışsan, kabir hayatına, mahşere, sorgu-suale, sırata, Cennet nimetlerine, Cehennem azabına.. imanın varsa, sen nasıl annenin, babanın elinden tutmayı düşünmezsin?.. nasıl sevdiğin insanların akıbeti ve kurtuluşu hususunda endişeye düşmezsin?.. ve ebedi hüsran ateşini gördüğün halde nasıl olur da bir itfaiyeci gibi elinde iman tulumbacığınla alevleri söndürmeye koşmazsın?!. Hayır hayır.. inanıyorsan lakayt kalamazsın!...

Havârîlerdeki tebliğ aşk u iştiyakı o imandan kaynaklanıyordu; Sahabedeki enginlik o itikattan, imandaki derinlikten nebeân ediyordu. Hazreti Bedîuzzaman ve onun ilk talebelerindeki şuur, imanın içlerinde tutuşturduğu korun tezahürüydü. İman gö­nüllerinde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor, insanların ebedi saadeti için dünya mahrumiyetlerine seve seve katlanıyorlardı. Dinleyin merhum Zübeyr Gündüzalp’i, ne diyor: “Eğer Üstadımız, talebelerine mu­sibet zamanında sabır, tahammül ve itidal telkin etmemiş olsaydı; ona hürmetkâr binlerce talebe, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, mahkemenin beraat kararını bekleyeceklerdi... Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız ha­pis­hanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.” Evet, onlar yürekten bağlanmışlardı i’la-yı kelimetullaha ve insan­lığın kur­tuluşunu onda görüyorlardı.

Ayrıca şu meseleyi de açıklamanın zarurî olduğuna inanıyorum: Bazı dönemlerde devlet, sistemini o yüce gâye­ye göre ku­rar.. planını, projesini tamamlar, o vazife için tahsis ettiği insanlarla dinin i’lası için gayret eder. Fakat, bunu da bir dayatmayla değil, bir yönüyle empoze etmekle değil, dinin güzelliklerini sergilemek ve gönüllere gir­mekle yapar. Hiçbir devletin diğer bir devlete “ille de bunu alacaksınız.. ille medenî olacaksınız, ya da medeniyeti şu şekilde anlayacaksınız.. ille demokrasiyi böyle yo­rumlayacaksınız” şeklinde baskılar kurmaya ve istediğini kaba kuv­vete başvurarak almaya hakkı yoktur. Bir başka ülkeyi de­mokratlaştırmak, –kendi anlayışına göre– medenileştirmek kimsenin vazifesi değildir. Çünkü bu mülahaza her zaman su-i isti’mallere, haksızlıklara açıktır; her zaman baskı ve dayatma vesilesi yapılabilir ve her zaman bazı insanların haysiyetiyle, şere­fiyle, onuruyla, milli birlikleriyle, kendi iktidarlarıyla oynamaya sebep olabilir. Evet bu tür baskı ve zulümlere başvurulamaz dinin anlatılması için. Siz medeniyetinize, dininize, kendi değerlerinize ait güzellikleri âdetâ bir panayırda, bir sergide teşhir ediyor gibi sergiler­siniz ve bu sergilemeyi de hususiyle tavırlarınızla, davranışlarınızla, ahlakınızla yaparsınız. Başkaları koşup gelir sizin ser­ginize ve beğenen alır güzelliklerinizi. Ne güzel der Alvar İmamı, “Tevhid Güneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!” Evet, İslam gü­neşi doğmuş, yağmadır, alan alsın.. iman güneşi zuhur etmiş, yağmadır, alan alsın... İşte, devlet, semâda markalanmış, kudsiyeti damgalanmış bu dini, baskılara, dayatmalara tenezzül etmeden, işe “kaba kuvvet terörü”nü karıştırmadan başkalarına da anlatır, dünyanın her tarafına yayarsa, öyle bir dönemde i’lâ-yı kelimetullah bir farz-ı kifâye haline gelir. Yani, fertler o vazi­feyle tâlî dereceden sorumludur. Fert, namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir.. bunlar birer farz-ı ayndır, herkesin mutlaka eda etmesi gereken ferdî mükellefiyetlerdir; onların yanında emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker gibi bir yolla i’lâ-yı kelimetullah yaparsa bir farz sevabı kazanır; ama yapmazsa günaha girmiş olmaz.

Fakat, bir dönemde devlet boyunduruğu yere koyarsa, i’lâ-yı kelimetullah vazifesini eda etmezse, o zaman her fert o vazife­den sorumlu olur; o vazife, bir farz-ı ayn hâline gelir. Hatta, devlet birkaç müessesesiyle o vazifenin kıyısından köşesinden tutsa bile onun hakkı tam verilemiyorsa, o zaman da bir seferberlik anı gibi o vazife herkese terettüp eder. Mesela, günümüzde ol­duğu gibi, din terörle beraber zikredilir olmuşsa, din adına canlı bombalar patlatılıyor ve böylece İslâm’ın dırahşan çehresi ka­rartılıyorsa.. din bombaların, cinayetlerin gölgesinde anlatılıyor ve dolayısıyla terörle müşterek mütâlâa ediliyorsa.. –Onun ter­temiz yüzünü kana bulayanlar yerin dibine batsın.– böyle bir dönemde, doğruyu doğru üslupla ve meşru yollarla anlatmak farz-ı ayn gibi olur.



Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   99   100   101   102   103   104   105   106   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin