KIRIK TESTİ – 04-10-2004 Düşmanların Gadri ve Dostların Vefasızlığı
SORU: Malik bin Nebi, “İslâm, düşmanlarının cefası ve müntesiplerinin, dostlarının da vefasızlığına maruz kalmıştır.” diyor. Bu sözü nasıl anlamalıyız?
CEVAP: Osmanlı’nın üstüste zulüm ve ihanetlere uğradığı, İslâm aleminin müstemlekeciler tarafından adeta tırpanlandığı ve fikir, düşünce adına dümdüz edildiği, geriye sadece Osmanlı’ya sövme ve vefasızlığın miras kaldığı bir dönemin akabinde, Malik bin Nebi, o ihanetlere ve vefasızlığa baş kaldıran ilk kadirşinaslardan biridir. “Eğer İslâm dünyasının şimalinde Türk toplumu olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. Türkler olmasaydı, bugün yeryüzünde müslümanlık da kalmazdı.” diyen Malik bin Nebi soruda zikrettiğiniz sözü de söylemiş olabilir. Fakat, Abdulkadir Udeh’in “Müntesiblerinin vefasızlığı ve düşmanlarının gadri arasında İslâm” isimli bir kitabı vardır ve zannediyorum bu tesbit Malik bin Nebi’den ziyade Udeh’e aittir.
İster Malik, isterse de Udeh söylemiş olsun, bu söz çok yerindedir ve ona katılmamak da mümkün değildir. Bir şey ifade ediyorsa, ben de senelerdir aynı kanaati taşıyorum; evet, asırlar var ki, İslâm dünyası dediğimiz coğrafyada Müslümanların en büyük problemi, düşmanlık ve vefasızlık olmuştur. İslâmı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, sürekli taarruzlar peşinde olan haset, kin, inat ve küfür cephesi; diğeri de, dini yolda bulmuş gibi davranan, kültür müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.
Bu hakikati dile getirmek ve vakayı rapor etmek gereksiz görülebilir. Fakat, bazı problemleri bilme ve onları teşhis etme tedavi adına çok önemlidir. Ziya Paşa’nın
“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhem her yâreye derman mı sanırsın?
En ummadığın keşfeder esrar-ı derunun,
Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın?
dediği gibi her şeyden önce illetin bilinmesi, hastalığın teşhis edilmesi, doktorların ifadesiyle “tanı”nın ortaya konması lazımdır. Bu yapılmadan tedaviye başlanması mümkün değildir. Bu açıdan, hoşgörü, barış ve sulh atmosferinde yaşamayı arzu eden ve bu gâye uğrunda gayret gösteren müslümanlar da İslâm’ın dünden bugüne biteviye saldırılara maruz kaldığını ve bundan sonra da bazı insanların düşmanca hislerle hareket edebileceğini bilmeleri lazımdır.
Evet, tarihin değişik dönemlerine çok kısa bir yolculuk yapsanız ya da hâl-i hazırdaki hadiselerin çehresine dikkatle baksanız ürpererek göreceksiniz ki, hakikaten dışta bir husumet cephesi vardır. Mesela, daha Hicret-i seniyyenin 8. senesinde, Roma’nın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu 3000 kişilik İslâm birliğine karşı savaşmış ve Mu’te’yi kan gölüne çevirmişlerdi. O günkü dünya nüfusu ve o gün harbe çıkarken teşkil edilen ordular mülahazası açısından meseleyi ele alacak olursak, bütün Ceziret’ül-Arab’ı işgal edebilecek güçlü bir ordu ile gelmişlerdi Müslümanlar üzerine. Aradan bir kaç sene henüz geçmişti ki, Hazreti Ebû Bekir, bir taraftan Esvedü’l-Ansî, Müseylemetü’l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi peygamberlik iddiasındaki yalancılarla, içten çıkan vefasızlarla mücadele ederken, bir taraftan da, dışta iki büyük imparatorluğun, Sasanî ve Roma’nın ordularıyla karşılaşmak zorunda kalmıştı. Aynı düşman cephe yine binlerce (bazılarına göre 150-200 bin) kişilik bir orduyla ve Müslümanları bitirme niyetiyle hücuma kalkmış, ama Allah’ın inayetiyle bozguna uğratılmıştı.
Evet, “Hazret-i Mesih’in mezarı çiğneniyor, Meryem’in kabri tavla yapılıyor, Mescid-i Aksa düşmanların ayakları altında” diyerek ordu hazırlayan ve Malazgirt’te Alparslan’ın karşısına çıkan da, Birinci Cihan harbine girerken Anadolu’yu dört bir yandan işgal eden ve müslümanların yaşadığı coğrafyayı baştan başa çiğneyen de, Arap kabile reislerini müslümanlar aleyhine tahrik ederek Osmanlı askerlerinin Medine müdafasında bile ihanete uğramasına sebebiyet veren de aynı düşman cepheydi. İslâm, tarih boyunca sürekli, düşmanları tarafından kuşatılma tehdidi altında bulunmuş, hasım cephenin çok korkunç ve insafsız husumetine maruz kalmıştır. Meselenin tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde seyrine bakınca siz de görürsünüz ki, bir Halid kılıcı karşısında bunlar savulup gitmişler, bir İkrime, bir Selahaddin, bir Alparslan kahramanlığıyla tekrar sinip inlerine çekilmişlerdir; fakat müslümanları asırlarca sömürdükleri ve meşgul ettikleri de bir vakıadır.
İşte, dininize ve size karşı düşmanlık besleyen kimseler, fırsat ele geçince hemen bir saldırıya girişiyor, bir kuşatmaya gidiyorlarsa, demek ki onların yüreklerinde dinmeyen bir kin, bir nefret ve bir husumet var; öldürme ve yok etme mülahazası var.
Sulh Adaları
Fakat biz bunları söz konusu etmeme, düşmanlık vesilelerine hayat hakkı tanımama azmindeyiz. Mazinin yanlışlıklarını tarih kitaplarında zincire vurma ve düşmanca duyguları hortlatmama taraftarıyız. Geçmişte belli hadiseler başka zincirleme hadiselere sebebiyet vermiş; düşmanlıklar, belli düşmanlıklar doğurmuştur; insanlar birbirlerinden uzaklaşmış, zıt cepheler oluşmuştur. Bugün bunları konu ederek yeniden kavga sebebi yapmak, yeni uçurumlar meydana getirmek mânâsızdır. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; biz, yürüdüğümüz hoşgörü yolunda ilerlemeye devam etmeli, sağdaki–soldaki kine, nefrete, düşmanlığa rağmen, bir kısım “sulh adaları”na ulaşmalı, “sulh adacıkları” oluşturmalıyız.
Biz “hoşgörü” diyelim, hoşgörünün de ötesine yürüyelim, dünyayı dostça paylaşmayı düşünelim; niyetimiz, azmimiz bu istikamette olsun ve planlarımızı, projelerimizi o niyet ve azme göre yapalım. Ceste ceste onları uygulamaya çalışalım. Bu bizim dinimizin ve tabiatımızın gereği olan bir tavırdır. Fakat unutmayalım ki, dünyadaki bütün insanları yumuşatmaya da bizim gücümüz yetmez. Herkese “diyalog” dedirtemeyiz, “hoşgörü”, “konuma saygı” dedirtemeyiz. Siz Türkiye’de bile herkesi hoşgörü atmosferine taşıyamıyorsunuz. Hatta bazen Abdulkadir Geylanî yolunda olduğunu söyleyen insanlar dahi, “Bunlar hoşgörü, diyalog diyerek milleti Hristiyanlaştırıyorlar.” diye her yere şikayet ediyorlar sizi. Sizinle uğraşmayı, aleyhinizde olmayı, kafirle uğraşmak ve küfrün aleyhinde olmaktan daha önemli bir vazife gibi görüyorlar. Bunlara hoşgörü ve diyaloğu anlatmak mümkün değil. Belki kendileri o işin başında olsalardı, o zaman meseleye sahip çıkarlardı. Ama bir başkası o işi temsil edince, İslâm’ın geleceği ve insanlığın huzuru adına onu önemli görünce, sırf o işi temsil edenlerden ötürü öyle mühim bir meseleye de husumetle bakıyorlar. Bu açıdan, hoşgörü, diyalog, herkesi kendi konumunda kabul etme ve herkese insanca davranmaya karşı çıkacak insanlar da her devirde bulunacaktır. Onların kin ve nefretini kırmak, kalblerini yumuşatmak, duygu ve düşüncelerinizi kabul ettirerek onları da hoşgörü çizgisine getirmek belki de mümkün olmayacaktır.
Dostları ilə paylaş: |