Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə109/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   185

Ramazan ve Ribât


Bir diğer mevzu, oruçla –Hazreti Üstad’ın Ramazan risalesinde ifade ettiği gibi– nefsin terbiyesi de hedeflenmeli­dir. Oruç tutan bir mü’minin “Ben biraz daha gemini çekeyim bu nefsimin, bunu biraz daha Cenâb-ı Hakk’a yön­lendireyim, tevcih edeyim. Onu kıllet-i kelâma, kıllet-i taâma, kıllet-i menâma alıştırayım. Bir seyr-i süluk ü ruhanîde, çile yoluyla elde edilen meziyet, fazilet ve derecât ne ise onları elde etmeye çalışayım.” demesi ve Ramazanı aynı zamanda bir riyâzat mevsimi olarak görmesi lazımdır. Zaten riyâzatın bir oruç yanı da vardır. Riyazatta esas olan, aç-susuz durma, yememe, içmeme, hatta her gün bir yudum veya iki yudum su içme.. bazen yemeği öyle azaltma ki, haftada bir, birkaç lokma, ölmeyecek kadar yeme ve kırk gününü böyle geçirme. Olmadıysa ikinci erbaînini, hatta üçüncü erbaînini öyle geçirme. Bunlar bir nevî ruha kendi gücünü kazandırma adına yapılan şeyler. Bunlarda marz-ı ilâhî esas alınmazsa, Allah rızası hedef olmazsa o zahmetlere, sıkıntılara katlanmak da çok faydasız olur. İnsan, ger­çekten bir kısım hârikulade şeylere mazhar olabilir; metafiziğin, fiziğe hükmettiğini görebilir, bir nazarla şuradaki mangalı havalandırabilir. Fakat bunların hiçbiri Allah nezdinde hiçbir şey ifade etmez. Evet, nefsin gemlenmesi, frenlenmesi bakımından oruç ciddi bir dinamiktir. Onun içindir ki, ehlullah sürekli riyâzat yaparak rûhî formlarını ko­rumaya çalışmışlardır. Yogilerin aç-susuz durmakla rûhî güç ve kuvvetlerini kazandıkları, bazı mistiklerin nefislerine bir kısım eza ve cefa çektirmek suretiyle belli nisbette rûh yüceliğine ulaştıkları da öteden beri bilinen bir vakıadır. Ama ne yoginin ne de mistiklerin o yaptıklarıyla ahiret adına elde edecekleri hiçbir şey yoktur. Zira aç ve susuz kalma ve riyâzat yapma ancak ibadet niyetiyle yapılırsa bir değer ifade eder. Allah’ın rızası, ibadetleri Allah’ın rızasını tahsile bağlamakla elde edilir. İşte, Ramazan orucunda ehlullahın riyâzatla elde ettikleri şeyleri elde etme potansiyeli de vardır. Ramazan, aynı zamanda bir riyâzattır.

Ramazan orucu vesilesiyle, adetleri, tiryakilikleri terketmek ve bir manada bağımsız yaşamak da mümkündür. Biz nefsimizi açlığa, susuzluğa alıştırınca cebrî öyle bir şeye maruz kaldığımız zaman da su-i îtiyâdımızdan dolayı hemen çarçabuk pes etmeyiz. Eskiler şöyle derlerdi: “Terkü’l-âdât mine’l-mühlikât – Adetleri, tiryakilikleri terketmek helak eden, öldüren faktörlerdendir.” Yeme-içmeye alışırsın, farklı şeyleri yemeye, değişik meşrubat içmeye alışırsın. Oysa ki bir müslüman, –farklı zamanlarda da ifade edildiği gibi– bir komando misal en ağır şartlarda bile yaşamaya kendisini alıştırmalı. İşte Ramazan bize bunu da tâlîm ediyor.

Hele neslin ıslahı için bir oraya bir buraya koşup duran kudsîlere Ramazan kim bilir ne hediyeler ne hediyeler takdim ediyordur. Dine ve millete hizmet yolunda sahur, iftar demeden seyr u seferler yapan kutlular kim bilir Ra­mazanda nasıl binlerce senelik semere elde ediyorlardır. Ben kendi nefsimden demiyorum bunları, bakın Übey İbn Kâ’b radıyallahu anh ne diyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah rızası düşüncesiyle Rama­zan ayı dışında müslümanlara gelmesi muhtemel tehlikeleri savmak için, sevap umuduyla bir günlük ribât, sevap yö­nüyle yüz yıllık oruçlu, namazlı ibadetten hayırlıdır. Müslümanların selameti, huzur ve sükunu adına, Ramazan ayında Allah rızası için bir günlük ribât Allah indinde, orucuyla namazıyla bin yıllık ibadetten daha hayırlı, sevapca daha büyüktür. Eğer Allah onu sağ-salim ailesine kavuşturursa, bin yıl ona bir tek günah yazıl­maz, sadece haseneleri yazılır ve kendisine Kıyamete kadar ribât sevabı akıtılır.” Evet, ribat, din ve milletin başına gelmesi muh­temel bela ve musibetler karşısında tetikte olma, inandığı davanın gereğini eda etme, kısacası “adanmışlık” vasfını ortaya koyma demektir. Adanmış bir insanın hedef ve gayesi uğrunda atacağı her adım ona ribat sevabı kazandıra­caktır. Ya bu sevap bir de Ramazan ayının bereketine göre olursa!.. Herkes elde edebilir mi böyle bir mükafatı? Evet, kalbindeki hulûsa, niyetindeki derinliğe ve Allah’la olan irtibatının sevi­yesine göre herkes bu mükafattan isti­fade edebilir. Hadis-i şerifte bir ufuk gösterilmektedir. Sevabı tam kazana­nın hâli odur, ama herkes onun kadar ol­masa da kendi seviyesine göre aynı semereden nasiptar olur.

Ramazan ayının kardeşliğe, dostluğa bakan bir yanı da vardır. İnsan oruç vesilesiyle düşünür: “Hiç yiyecek bu­lamayanların, yiyemeyenlerin, içemeyenlerin hâli nicedir acaba?” Onların durumunu açken çok daha iyi duyarsınız, anlarsınız. O da sizin semâhât, cömertlik hislerinizi şahlandırır. Onun için, millet bu hususu işleye işleye zamanla âdet haline de getirmiş; öyleki sanki yapmaları gerekli olan o değişik hayır, hasenat, himmet, zekat ve sadakanın mutlaka Ramazan-ı Şerif’te yapılması lazımmış gibi, cömertlik hislerinin tetiklenmesini bile beklemeden yapıyorlar. İşte görüyorsunuz, sadaka veriyorlar, sadaka taşları kuruyorlar. Şimdilerde sadaka taşları yerine çadırlar kuruyorlar. Diyorlar ki, “Allah’ın ikram sofraları açılmış yağmadır gelen alsın!” Belki gerçekten de Allah tarafından tetikleniyor insanların bu semâhât hisleri, hayır duyguları. Fakat belki de millet işleye işleye artık onu tabiatları haline getirmiş.

Bütün bunlar, Ramazan’ın bereketi. Ramazan’la gelen ve potansiyel olarak Ramazan’da bulunan bu fırsatları de­ğerlendiren bir insan, Ramazan geçince hayıflanmaz. Çünkü o burnunun yere sürtülmesine mâruz kalmayacak, kendisine “veyh” çekilmeyecek bir insan kıvamını kazanır. O, Ramazan ayını iyi değerlendirmiş ve Cenab-ı Hakk’ın mağfiretine mazhar olmuştur.. iki sevinçten birini her akşam iftar sofrasında yaşamıştır.. diğerini de, Rabbine ka­vuştuğu an tadacaktır.

KIRIK TESTİ – 25-10-2004

SELAM SANA EY NEBÎ!..

Efendiler Efendisi’ne Salât u Selâm


Her fırsatta, Peygamber Efendimiz’e (aleyhissalatu vesselam) salât u selam getirmemiz ona karşı vefamızın ge­reğidir. Çünkü, salât u selamlarla onu her anışımız, hem onun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir.

Evet, Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yü­celtmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dahîlek ya Rasulallah – Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Rasulü!..” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Dolayısıyla, salât u selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Ona müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle melce ve mencâ olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde bulunmuş oluyoruz.

Bildiğiniz gibi, “salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “sala­vât” gelir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’min­ler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimeyle, Peygam­berimize salât ve selamlar getirerek hürmetlerini arz etmek her müslümanın yapması gerekli olan bir görevdir. Her müslü­man en azından “Allâhümme salli alâ Muhammed – Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir.

Rasûlü Ekrem Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, haka­rete uğrasın” buyurmuştur. Bununla beraber, Peygamberimizin ismi her işitildiğinde veya anıldığında salât getirilip getirilmeyeceği hususunda; bazı alimler, bir yerde, Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir derken, alimlerin çoğunluğu ise, Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gerekli­dir demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfiî gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî ne zaman anılırsa anılsın hemen salât u selamla Ona senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Nitekim, hadis ilmiyle uğraşanlar, Efendimiz’in hadislerini rivayet ederken, Onun adı ne kadar çok anılırsa anılsın, her anılışında, “Sallallahu aleyhi ve sellem” diyerek hürmet ve vefalarını ifade etmişlerdir. Hatta, bazı yerlerde, ezanda Efendimizin ism-i şerifi de anıldığı, “Eşhedu enne Muhammeden Rasulullah” dendiği için, ezandan sonra da salât u selam okunagelmiştir. Erzurum da bu yerlerden birisidir. Orada da, ezanı müteakip “es-Salâtu ve’s-selamu aleyke ya Rasulallah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya Habîballah, es-salâtu ve’s-selamu aleyke ya hateme’n-nebiyyîne” şeklinde salât okurlar. Aslında, ezan kelimelerinin içinde böyle bir salât u selam yoktur, fakat bir vefa borcu olarak söylerler.

Evet, salât u selam meselesine bir vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Biz Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, ba­zılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Hayatımızın her saniyesinde Onu hatırlıyor olma, Ona hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten Onun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle Ona karşı medyuniyetimizi de sü­rekli ve fasılasız dile getirmiş oluyoruz.

Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünün.. her namaza yü­rüyüşümüzde,

“Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,

Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî;

Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i,

Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl)

sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün rasûlullah”tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak iki­sini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’da belirttiği gibi, ke­lime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve isbat ettiğini, biri birisiz olmaya­cağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün en­biyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.”


Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin