Aklımız O’na kurban...
Hep Allah Rasûlü’nü mülahazaya alma, sürekli Onu düşünme, yapılan her işte Onun sevgisini, kabulünü ve şefaatini kazanma gayreti içinde olma çok önemlidir. Mesela, O misvak kullanmayı tavsiye buyurmuşsa, bana düşen, onun faydasına ve sıhhat açısından yararlarına bile bakmadan, sırf O kullandı ve tavsiye buyurdu diye misvak kullanmaktır. O işi, elde edeceğim bir faydaya bağlamak da ne demek? O kullandı ise ben de kullanırım. Efendimiz bana dese ki takla atacaksın. Bu meselenin mantığı var mı? Aklım öyle inceliklere ermez benim.. Senin mantık dediğin şey nedir ki? Mevlana Hazretleri demiyor mu, “Aklını Hazreti Muhammed’e kurban et.” Ben de aklımı kurban ederim Efendime ve Onun emir ve tavsiyelerini yerine getiririm.
Öyleyse, siz de bazı şeyleri yaparken, kendi hislerinizi, size râci’ bir faydayı nazar-ı itibara almayın. O işin içinde o fayda da olabilir; Allah o işten size bir kısım yararlar da hasıl edebilir. Fakat, siz şefaat zeminine ulaşmaya bakacaksınız. O Zatla tanışmaya ve buluşmaya çalışacaksınız. Onun daire-i kutsiyesi içine girince sizin bir şey talep etmenize zaten lüzum yoktur. Rica ederim, evinize bir misafir geldiği zaman siz ne yapacağınızı bilmez misiniz? Buraya şimdiye kadar gelen misafirlerden kim aç kaldı, kim çay-kahve içmedi. Siz boş çevirmiyorsunuz misafirlerinizi. Şimdi, siz Onun maide-i semaviyesinin başına gidecekseniz, Onun da ne yapacağını bildiğine iman edeceksiniz. Allah ne yapacağını, misafirlerini nasıl ağırlayacağını bilir. O zaman ibadet ve hasenâtınızın karşılığını neden Allah’ın rahmetinin enginliğine bırakmıyorsunuz? Neden o türlü şeyleri teşhis ve tayin etmek suretiyle meseleyi daraltıyorsunuz? Neden “Şefaatî liehli’l-kebâiri min ümmetî – Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” diyen bir Sultan-ı zîşân’ın size teveccühüne meseleyi bırakmıyor da, onu kendinize göre bir kısım küçük, sinek kanadı kadar menfaatlere bağlıyorsunuz. Öyle bir tavır hem Ona karşı bir saygısızlıktır, hem de himmetinizi dar tutma ve verilecek şeylere bir yönüyle filtre koyma demektir.
Bu açıdan, misvak kullanmanız, misvakınız yoksa parmaklarınızı dişlerinize sürüp onları sıvazlamanız (sivak), abdest sırasında genzinize su çekmeniz... gibi şeyleri bile Efendimiz yaptığı için yapmanız bunlara bir şuur katma manasına gelir. “Ya Rasulallah, bunu Sen yaptın ya, ben de onun için yapıyorum. Abdest dualarının Sana ait olup-olmadığını bilmiyorum ama madem İbn Hümam onları Sana isnad ediyor ve ‘bunlar abdestte okunsun’ diyor, bunları Sen abdest alırken söylediğin için ben de söylüyorum. Abdestten sonra bir yudum su içtiğin için ben de içiyorum...” bütün bunlar hep Onu duymaya çalışma, hayatın her safhasını Onun hayatı ve atmosferiyle bütünleştirme ve Onun yaptığı şeyleri paylaşma cehd u gayretidir.
Siz Onun sevgisi, hoşnutluğu ve şefaati arkasında bu kadar koşarsanız, o Rahmet Peygamberi de mutlaka geri dönüp size teveccüh buyuracak ve elinizden tutacaktır. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sorayım:
“Sen Mevlayı seven de Mevla seni sevmez mi?
Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?
Sen Hakk’ın kapısında canlar feda eylesen,
Emrince hizmet etsen Allah ecrin vermez mi?”
Evet, “Sen gönülden bir kerecik ‘ya Rasulallah’ deyiversen, O “ümmetim!..” deyip imdadına koşmaz mı?” Kaldı ki, yine Üstadımızın dediği, bazı sâdık kâşiflerin ifade ettiği ve bir kısım kitaplarda da geçtiği gibi, mahşerde “ümmetî, ümmetî” diyecek olan Şefkatli Nebî, doğduğu zaman da “ümmetî, ümmetî” demişti. Allah, Onu çok özel bir mahiyette yaratmış ve gönlünü insanlığın kurtuluşuna bağlamıştı. Diğer peygamberlerin şefkati onun şefkatinin yanında deryada katre kalırdı. Öyleyse, siz bir kerecik “habibî” deseniz, o da mutlaka “ümmetî” diye çağrınıza icabet edecektir.
Hâsılı, salâvatın mânâsı rahmettir. Allah Teala, Efendimiz’e bizzat salât etmiş, meleklerinin de Peygamberimize salât ve selâm ettiklerini bildirmiş ve bize de onu bir vazife olarak tahmil buyurmuştur. Bizim salâtımız, Üstadın ifadesiyle, “Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.” manasına bir duadır. Bununla beraber salât u selamın ayrı bir hususiyeti daha vardır. Salât u selam makbul bir duadır; yapılan diğer duaların başında ve sonunda salât u selam okununca, iki makbul dua arasında istenilen şeyler de makbul olur. Onun için hem duanın başında, hem de sonun da salât u selam okumak lazımdır. Gerçi, Efendimiz aleyhissalatü vesselam duaların “Ya ze’l-celâli ve’l-ikrâm” hitabıyla noktalanmasını tavsiye buyuruyor; fakat, o sözü Efendimizin tevazuuna verip, onda başka bir mahmil düşünüp duaları “Ya ze’l-celâli ve’l-ikrâm”la beraber salâtla bitirmek daha doğru olsa gerektir. Evet, hem kendilerinin ifadesiyle, hem Sahabe-i Kiram’ın hassasiyetiyle, hem de büyük zatların keşfiyle salât u selamın ayrı bir hususiyeti vardır ve o geriye çevrilmeyen bir duadır.
Allahümme salli ve sellim ala seyyidinâ Muhammedin ve ala âlihî ve ashâbihî ecmaîn
(Allahım, Efendimiz Hazreti Muhammed’e, O’nun aile fertlerine ve ashabına salât ve selam eyle.)
KIRIK TESTİ – 01-11-2004 ANARŞİST RUHLAR VE MODERN KARMATÎLER
Soru: Bir makalenizde, hoşgörü ve diyalog çalışmalarına karşı düşmanca davrananların, bir Karmatî hezeyanıyla her şeye saldırdığını, bir Hâricî mantığıyla her şeyi ve herkesi kesip-biçtiğini ve bir anarşist tavrıyla her şeye hücum ettiğini belirtiyorsunuz. Karmatî hezeyanı, Hâricî mantık ve anarşist tavır ifadeleriyle neyi kastediyorsunuz?
Cevap: Karmatîlik, milâdî dokuzuncu yüzyılda Hamdan b. Karmat tarafından kurulan sapık bir Bâtınî fırkadır. Hamdan, halkın fakirliğinden yararlanarak “ortak mülkiyet” ve zenginlerin mallarını paylaşma düşünceleriyle özellikle Irak ve çevresinde tesirli olmuştur. Görünüşte dindar olsalar da, gerçekte ekonomik düşünceleri, politik beklenti ve hedefleri olan ve e traflarına topladıkları çapulcularla Abbâsî halîfesine karşı isyana kalkışan Karmatîler, senelerce ehl-i sünnet müslümanlara zulmedip çoklarını şehîd etmişlerdir. Hac yollarını kesmiş, Mekke-i mükerremeye saldırmış, Hacer-ül-esved’i çalıp Kâbe’den Basra’ya kaçırmışlardır. Nikah müessesesini de reddeden Karmatîler, haramlara, “güzel san’at” ismini vermiş, kadınlarda da ortaklığı kabûl ederek fuhuş ve her türlü ahlaksızlıkla özellikle gençleri baştan çıkarmış, şarap ve benzeri içkileri helâl saymışlardır. Kısacası, Karmatîler, kendi heva ve heveslerine göre bir din icat etmiş, kendilerinden olmayanları “cehennemlik” görmüş, fitne ve fesat üreterek senelerce bozguncunluk yapmışlardır. Bunlara, o zamanın anarşistleri, nihilistleri de denebilir.
Haricîler ise, Sıffîn muharebesinde, hakem tayinine razı olup anlaşmayı kabûl ettiği için Hazreti Ali’den uzaklaşan, halîfeliği Hazreti Muâviye’ye bıraktığı için Haydar-ı Kerrâr’ı büyük günah işlemiş olmakla suçlayan ve kendileri gibi düşünmeyen -sahabiler de dahil- diğer müslümanları –hâşâ– kafir kabul eden sapık fırkadır. Haricîler, İslâm’a inanmış olsalar da dar ufuklu, düşünce fakiri insanlardı.. onlar için hareket her zaman bilgiden, marifetten önce geliyordu. Bu sebeple bağnazlığa, huşunete ve hoşgörüsüzlüğe saplanmış, sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklenmişlerdi. Ruhlarındaki taşkınlık ve atılganlıklarının da tesiriyle bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanlarının peşinde sürükleniyorlardı. Onları bilgi ve marifet değil, slogan, heyecan ve muhâlif olma düşüncesi yönlendiriyordu. Belki Kur’ân’ı çok okuyorlardı ama, onun zâhirî manasına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir ihtimal kabul etmiyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, onların öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu hususta son derece acımasız, gaddar ve zalimâne davranıyorlardı.
İşte, hoşgörü ve diyalog gayretlerini baltalayan, barış ve dostluk rüyasını çatlatanlar da Karmatîler ve Haricîler gibi davrandılar ve adeta bir modern Karmatîlik, bir çağdaş Haricîlik sergilediler. Onlar da, kendilerinin müslüman olduklarını söylediler; ama bir kısmı, batınî yorumlarla dine saldırdı, din olarak heva ve heveslerinin emirlerine uydular; diğerleri de, bağnazca davranarak hem ayet ve hadislerin sadece zahirî manalarını esas aldılar, hem de kendilerinden olmayan diğer müslümanlara karşı ve dolayısıyla da bize karşı düşmanlık duygularını körüklediler, hınç ve gayz bıçaklarını bilediler. Bir kısmı, koyu bir bâtınîlik mülahazasına kapılarak, kendilerini insan üstü, müteal varlıklar şeklinde gördü, herkese tepeden baktılar; diğerleri ise, zahirî nasslara bağlı, hiç te’vil bilmeyen, tebliğ üslubundan ve müsamahadan nasipsiz, terbiyesiz ve saygısız kimselerdi; onlar da fitne ateşini tutuşturdu ve hoşgörü hareketini dinamitlediler.
Bu iki gruba daha sonra anarşist ruhlar da dahil oldu. Karmatî hezeyanı ve Haricî taşkınlığı, müslümanlar arasından da bazılarının teröristlerin ağına düşmesine sebebiyet verdi. Onlar da, Müslümanlık adına kargaşaya karıştılar, başkalarını tehdit ettiler ve hatta insan öldürdüler. İster millî, isterse dinî hisler hesabına olsun, bazı saf kimseler, bir kısım karanlık güç odakları tarafından kullanıldı; dinden nasipsizler din hesabına kan döktüler ve böylece dinsizlere de koz vermiş oldular. Bazı zalimlerin müslümanlara karşı yaptıkları mezalimi adeta meşru hale getirdiler. Çünkü, ortada sistemi tanımayan, devlete baş kaldıran, demokratik kurallara ve laik sisteme isyan eden bazı kimseler vardı. Dolayısıyla “O baş kaldırmaları bastırması devletin hakkıdır.” mülahazası hasıl oldu. Bu arada, ihtimaller de vukuat yerine konarak “Bunların tehlikeli olmaları da muhtemeldir, öyleyse bunların da ezilmesi lazımdır.” vehim ve safsatalarıyla pek çok masumun da canı yandı. Müslümanlıkta canlı bombanın yeri yoktu ve olamazdı. Tarih boyunca, İslam’dan, masum kimseleri öldürme gibi bir fetva alınamamıştı ve alınamazdı. Fakat, kandırılmış ya da değişik yollarla ve ilaçlarla uyuşturulmuş insanların Karmatîce ve Haricîce davranışları neticesinde bembeyaz insanlar karalandı, ap-ak Müslümanlık kapkara gösterildi. Allah’a teslim ve emniyetin temsilcisi olan müslümanlar birer potansiyel teröristmiş gibi sergilendi.
Evet, iki unsur işin vehametini artırdı: zalimlerin hışmı, ceberutu ve kararlılığı; bir de, onlara koz veren bazı saf kimselerin tavır ve davranışları.
O süreçte en büyük zararı ortadaki insanlar, mütereddid ve mütehayyirler gördü. Onlar, meydana gelen hadiselere bakınca ve meydanda boy gösteren bir kısım anarşist ruhlara, bazı nihilistlere, bir avuç Haricî ve Karmatî’ye şahit olunca, “İşin doğrusu bunlar da biraz fazla ileriye gidiyorlar ve yapılanları hakediyorlar.” dediler ve gadredenlerin bu mevzudaki ceberûtî tatbikatını ma’kul ve meşrû kabul ettiler. Yapılanları, sistemin müdafaası şeklinde algıladılar. O gün idareci olanlar da, ya kasten göz yumdular, ya da meseleleri algılamada zuhûller yaşadılar. Neticede o tereddütlüler, tereddütlerine yenildiler ve hoşgörü atmosferinin bozulmasına, uzanan barış ellerinin geri çekilmesine razı oldular.
Olup bitenler biraz da tahribatın kolay olması esprisine bağlanabilir. Tahribat, çok az, küçük bir gurubun elinden de olsa yine tesirli olabilir. Çünkü yıkma kolaydır. Karalama, yalan ve iftiranın yayılması birkaç kiralık kalemle her zaman mümkündür. O dönemde bunu da yaptılar. Yalan ve iftiralara başvurdular, bazı kimseleri ve müesseseleri karaladılar. Basın-yayın hürriyeti gölgesi altında iftira kampanyaları açtılar. Daha sonra, tekzib, tashih, tavzih ve tazminat davaları açılsa da bunlar aylarca sonra ancak sonuclandı.. sonuçlandı ama bazılarının zihninde o kirli imajlar da bırakacağı tesiri bıraktı..
Bütün bu olumsuzluklara sebebiyet verenler “marjinal bir kesim”di. O küçük azınlık, bir gayri memnunlar topluluğuydu. Onlar adeta bir kast sistemine inanıyor, -hâşâ ve kellâ- kendilerini Zât-ı Ulûhiyet’in ağzı, gözü, burnu, kulağı gibi görüyor; kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak, Necip Fazıl’ın tabiriyle parya kabul ediyorlardı. Onlara göre, bir hayır olacaksa, onların eliyle olmalı, bir başarı elde edilecekse, o başarı mutlaka kendilerine mal edilmeliydi. Dindar insanlar da kim oluyordu ki adları diyalog ve hoşgörüyle anılsın? Müslümanların ne hakkı vardı ki eğitim denince hemen onlar akla gelsin? Hayır, menşe ve mahiyeti tırnak olanlar değil, kendileri gibi gözden kulaktan yaratılmış kimseler (!) önde olmalı, onlar başarıyla anılmalıydı. İster marjinal bir kesim, ister oligarşik bir azınlık, isterseniz de Kur’an’ın ifadesiyle şirzime-i kalîl deyin, işte o mağrur insanlar, yaptıkları şey tahrip olduğundan dolayı, çok zarar verdiler ve bu vatan sathını sarabilecek dostluk ve barış atmosferini bozdular...
Gerçi Allah’a sonsuz hamd olsun, ne yaparlarsa yapsınlar yine de Anadolu’nun samimi insanlarına tesir edemediler, çoklarının aklını bozamadılar. Bizzat kendilerinin yaptırdığı anketlerde halkın yüzde seksen beşinin yine diyalog ve eğitim hizmetlerine destek verdiğini gördüler. Halkımızın büyük bir çoğunluğu inanmadı yalan ve iftiralara. Mesela; medya yoluyla ve bütün güçleriyle saldırdıkları günlerde, bir arkadaşımızın anlattığı şu misal ne zaman hatırlasam gözlerimi yaşartır: Demişti ki: “Eve giderken, önümde yürüyen bir genç kızla bir delikanlının konuşmalarına şahit oldum. Bu iki genç, dindar görünmüyorlardı, kılık-kıyafet itibarıyla dinî hayata uzak gibi bir halleri vardı ve belli ki flört halinde idiler. Fakat kız diyordu ki: “Biliyor musun dün gece hiç uyuyamadım! O, hep “sevgi” diyen, sürekli hoşgörüye çağıran hoca var ya.. dün gece onun için neler dediler neler, bir sürü yalan söyledir. Evde hiçbirimiz uyuyamadık.” Delikanlı da onun sözlerine mukabele etti ve “Yazık ediyorlar millete” dedi. Bu misal ve benzerlerinde gördüğüm toplumun o mevzudaki tavrı, benim için teselli ve inşirah kaynağı oldu.
Evet, Karmatî hezeyanı, Hâricî mantık ve anarşist tavır kendi karakterini o dönemde de ortaya koydu. Bundan sonra da o tür hadiseler olabilir. Eğer ehl-i iman, daha bir derlenir, toparlanır ve gelecek adına kendisini ifade edecek hale gelirse; yani, hoşgörü ve diyalog soluklar, sulh ve sükun der, her yerde ve herkese barış mesajları vermeye devam ederse, bundan rahatsızlık duyanlar da mutlaka olacaktır. Doğrusu onlara, “Siz niye çoğalmıyorsunuz? Yani, dindarlar belli argümanları kullanıyor ve çoğalıyorlarsa, herkes tarafından hüsn-ü kabul görüyorlarsa; siz de dinsizliğe ait bazı argümanları kullanın ve siz de çoğalın. Demek ki, millet size iltifat etmiyor. Ne yapalım; öyleyse siz de iltifat edilecek hâle gelin, inandırıcı olun, güven va’d edin ve siz de gönüllere girin.” denebilir.
Aslında, Ramazan ayının şu mübarek dakikalarında sizlere şerli insanlardan bahsetmek istemezdim. Zira, eşrârın bahsi rahmeti inkıtaya uğratır; kötülükle oturup kalkan ve sadece kötülük düşünen kimselerden bahsetmek üzerimize yağan rahmetin kesilmesine sebebiyet verir. Bizim sürekli hayırlılardan bahsedip hep hayırla oturup kalkmamız lazım ki başımızdan boşalan rahmet yağmurları devamlı ve kalıcı olsun. Ne var ki, televizyondan seyrettiğim iftar sofraları, hoşgörü deyip bir araya gelen farklı düşünce temsilcilerinin elele tutuşması ve artık birbirine “öteki” nazarıyla bakmayan insanların varlığı bana kundaklanan hoşgörü ve diyalog günlerini ve o güzel günlerin kundakçılarını bir kere daha hatırlattı. Keşke, onlar da düşmanlığı meslek edinmeseler, onca güzel faaliyete bir defa da hüsn-ü niyetle baksalar ve kendilerine uzatılan dostluk ellerine hiç olmazsa bir zeytin dalıyla mukabele etselerdi.
Fakat, neylersiniz ki, herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Öyleyse, bize de kendi karakterimize göre davranmaya devam etmek düşer. Bizim yolumuz, imanda derinleşme ve müsbet hareket yolu dur . Bu çerçevede bize düşen vazife de, tıpkı Sahabe Efendilerimiz gibi, “Hele gel, bir saat daha sohbet-i Cânân’da bulunalım” deyip, her fırsatı değerlendirerek imanda derinleşmek ve kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın, iman hakikatlerini başkalarına da ulaştırma yolunda aşk u şevkle yürümektir.
Dostları ilə paylaş: |