Bu konuda kim yalancı ise...
Bu mülahazaları arkadaşlarım adına da çok rahatlıkla serdedebilirim. Kimdir benim arkadaşlarım? İsimlerini bilmesem, sima olarak kendilerini tanımasam da, dine ve millete hizmet saydığım meselelerde, yaşatmak için yaşama duygu ve düşüncesinde, benimle aynı şeyleri paylaşan insanlara, “dost, arkadaş, taraftar, muhib, sempatizan” diyorum. Bunlar, “milletimize şu çerçevede hizmet faydalı olur” mülahazasına inanmış insanlardır; siz bir şey söylüyorsunuz, onlar da beğeniyor, o fikri sahipleniyor ve taklid ediyorlar. İşte, aynı mülahazaları bu çerçevedeki arkadaşlarım hakkında da rahatlıkla söyleyebilirim: Bizim, Allah’ın rızasından başka hiçbir talebimiz olmadı. Allah’ın rızasını kazanma mevzuunda da, Cenâbı Hakk’ın nâm-ı celîlini insanlara duyurmayı ve bin senelik kültürümüzü insanlığa tanıtmayı en büyük vesile olarak kabul ettik. O hoşgörü anlayışımızın ve diyalog gayretlerimizin altındaki mülahaza da budur; bütün insanları kucaklama isteğimiz de bu düşünceye dayanmaktadır. Çünkü, siz insanlara bağrınızı açmazsanız, hiç kimse de sizin değerlerinize bağrını açmaz. Siz birilerini dinlemezseniz, kendinizi başkalarına dinletme fırsatını elde edemezsiniz.
Acaba Cenâb-ı Hakk’ı kendi anladığımız manada başkalarına da anlatabilir miyiz? Bizim şu kadîm, eski ama çok önemli tecrübeler üzerinde gelişmiş kültürümüzü başkalarına tanıtabilir miyiz? Bazı fasl-ı müştereklere ulaşabilir miyiz? Bu düşüncelere bağlı kalarak bazı şeyler yaparken Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilir miyiz?... İşte mülahazalarım hep bunlar oldu. Büyük ölçüde, bu işi beğenen, bu uğurdaki gayretleri bir hizmet olarak gören ve hakikaten bu çizgide hizmet vermek isteyen arkadaşların düşüncelerinin de böyle olduğuna yemin edebilirim. Hatta müsadenizle şöyle diyeyim: Âl-i İmran Suresi’nin 61. ayetine “mübahele” âyeti denir. Ayette, “Artık sana bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: “Haydi gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.” denmektedir. Mübahele: “Hangi taraf yalancı ise Allah’ın ona lânet etmesini gönülden istemek” demektir. Hicri 9. yılda Necran Hristiyanlarını temsil eden 70 kişilik heyet, başlarında liderleri olarak Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’le kıyasıya tartışmış, hakikati kabule bir türlü yanaşmamışlardı. Bunun üzerine bu ayet nazil olunca, Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ilahi emir gereği mübaheleyi teklif etmişti. Necranlılar düşünmek için mühlet istemişlerdi. Bunu kendileri için tehlikeli bulup kabul etmediklerini bildirmek üzere Efendimizin yanına geldiklerinde bakmışlardı ki; O, Hazreti Hüseyin’i kucağına almış, Hazreti Hasan’ın elinden tutmuş, Fatıma annemiz ile Hazreti Ali’yi arkasına katarak “Ben dua edince siz de “âmin” dersiniz” diyor. Heyecana kapılan hey’et başkanı hemen mübaheleyi kabul etmediklerini bildirmiş, vatandaşlık vergisi vererek İslâm hâkimiyeti altında yaşamayı benimsediklerini söylemişti. Peygamber Efendimiz de onlara, kendilerine tanınan hakları ve yükümlülükleri bildiren bir emanname vermişti.
İşte, Efendimiz aleyhissalatu vesselam ile Necranlı Hristiyanlar arasında cereyan eden hâdise münasebetiyle orada teklif edildiği gibi ben de asılsız iddia ve isnatlarla sürekli bize saldıranları o türden bir ibtihale çağırabilirim. Nasıl?.. Lisanımı bedduaya alıştırmadığım için ifade etmekte zorlanacağım ama mesela ben “Eğer teşvikçisi olduğum şu hizmetlerde dünyevî bir hedefim varsa; mesela, Türkiye’yi bütün zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler, onu, küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih edecek ve makama-mansıba, mala-mülke temayülde bulunacaksam Allah beni yerin dibine geçirsin” diyeyim ve 70 milyon Türk insanı da buna “âmin” desin. Yok onlar iddialarında yanılıyorlar ve o isnatları kasıtlı olarak dile getiriyorlarsa -şimdi kimseye beddua etmek istemiyorum ama eğer çocukluk hâlim olsaydı belki şöyle diyebilirdim- “Allah onların yuvalarını başlarına yıksın, evlerine ateş salsın, düzenlerini başlarına geçirsin, yer parça parça olsun da yerin dibine batsınlar” diyeyim. Ben demesem de, bu bedduaları üslubuma ve kulluk anlayışıma ters bulsam da, Anadolu’da bunu diyen bir sürü masum ve muztar insan vardır şu anda. Evet ben demesem de, O Allâmu’l-guyûb olan Allah’ın yapılan zulümleri karşılıksız bırakmayacağına da inancım tamdır. O Haziran fırtınasından sonra da diş gösteren, çelme takan, iftira eden ve dine saldıran nice müfsid vardı.. ben beddua etmedim onlara, “Allah’tan bulsunlar” bile demedim. Ama biliyordum ki, benim şahsımda dine saldıran ve o ölçüde müslümanlara düşmanlık yapan kimseler Allah’tan bulacaklardır. O Rabb-i Kerîm’ime, “Hasbunallahu ve ni’mel vekîl” diyerek öyle itimad ediyorum ki, biz O’nun yolunda isek ve ben şu ahd-ü peymânımda samimi isem, bundan sonra da o diş gösterenleri ve pençesiyle tehdit edenleri Allah Teala iflah etmeyecektir.
Evet, ben yemin ediyorum; O’nun nâm-ı celîlini î’lâ ederek ve O’nun adını bütün dünyaya anlatarak Allah’ın rızasını kazanma dışında bir gaye ve hedefim yoktur. Hoşgörü derken de, bazı şeyleri hoşgörmezken de hep bu gaye ve hedefe bağlı kaldım. Küfrü hoşgörmedim ben; dalâleti hoş görmedim. Ama hiçbir zaman, bir kâfire ya da fırak-ı dâlleye mensup herhangi bir ferde karşı da tavır almadım. Ben kötü sıfata karşı tavır aldım. İnsanlara kızmadım; kötülüklere, kötü sıfatlara kızdım. Acaba yakın durma, yumuşaklık ve mülayemet o insanlara bir şey ifade etme adına fayda getirir mi, dedim ve bu mülahazaya uygun davrandım. Bir kere daha diyeyim: Eğer, Allah rızasının dışında, Allah’ın nâm-ı celîlini duyurma haricinde bir sevdam varsa, Rabbim şuracıkta canımı alsın.. siz de buna “âmin” deyin. Yok onların iddia ettikleri gibi değilse, ben onları Allâmu’l-guyûb olan Hazreti Allah’a havale ediyorum.
Kimseyi lânetlemedik!..
Bir diğer husus da şudur: Onların, adlarını söyledikleri ve sizin de sorunuzda zikrettiğiniz insanların hiçbirine karşı içimde zerre kadar sempati duymadım. Ve hiçbirinin yoluna da sempatiyle yaklaşmadım. Bırakın sempatiyi, onların yapıp ettiklerini alakayla takip bile etmedim. Bana o türlü meselelerin aktörlerini sorsanız, iki tanesinden fazlasının ismini de söyleyemem, unutmuşumdur. Çünkü o kadar alakasız kaldım ben onlara. Benim yürekten alaka duyduğum bir şey vardır; o da, Rabbimdir, Peygamberimdir, Kur’anımdır. Alaka duyduğum Rabbimden, Peygamberimden ve Kur’anımdan dolayı benden nefret edenler ve onları yâd etmemden ötürü sözlerimden rahatsızlık duyanlar varsa, onları da kin ve nefretleriyle başbaşa bırakıyor ve Allah’a havale ediyorum. Kendi şahsî yatırımı adına dünya kadar taşlar diken insanların dünyada dikili bir taşı olmayan ve kendini Hakk’a adamaktan başka bir mülahazası bulunmayan birisine asılsız isnatlarla saldırmaları affedilir gibi değildir. Ben bana ait hakları affedebilirim ama bilmem ki, Cenâb-ı Hakk kendisine âit, bu gönüllüler hareketinin arkasında olan, bilinen-bilinmeyen bir sürü mü’mine, Anadolu insanına ait hakları affeder mi, affetmez mi?!.
Ben, çoklarının diş gösterdiği, bazılarının “tamam, işini bitirdik” deyip sevindiği en şiddetli dönemde bile Mevlana gibi, Yunus Emre gibi, Ahmet Yesevî gibi yazdım ve konuştum. O günkü hissiyatım bugün mecmualarda mevcuttur, alıp baksınlar. Ve hissiyatımı, kendi su-i zanlarıyla değil, benim ifadelerimle değerlendirsinler. Öfkelenmedim, kızmadım, beddua etmedim, kahriye okumadım, “anneleri–babaları ağlasın” demedim. Belki başkaları diyordur; Anadolu’da binlerce insan, bu makul hizmetlere karşı böyle düşmanca bir tavır alındığından dolayı belki “dine kasdî düşmanlık edenlerin evlerine ateş düşsün, evlatları yetim kalsın, anaları ağlasın...” falan diyorlardır. Fakat benim üslubumu bilenler, zannediyorum, onlara da hidayet temennisinde bulunacak, Allah’ın affetmesini dileyecek ve hatta şimdiden, ahirette müminlerin karşısına çıkıp baygın baygın baktıkları o acıklı durumu tasavvur edecek ve o bahtsızların haline acıyacaklardır.. acıyacak ve “Allah’ım sen onları da affeyle, onlara da hidayet et” diyeceklerdir..
Dostları ilə paylaş: |