Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$


MUHTELİF YAZILAR ‘Yoksa sen Yusuf musun?’



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə178/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   174   175   176   177   178   179   180   181   ...   185

MUHTELİF YAZILAR

‘Yoksa sen Yusuf musun?’


Reşit Haylamaz, Zaman, 06/07/2001

Kardeşin kardeşle imtihanında tahammül üstü sıkıntılar yaşadın. Çekmediğin kalmadı. Çok çektin; ama çektiklerini senden başkası da bilmedi. Şayet İlahi beyan anlatmamış olsaydı bugün onlardan biz de habersiz kalacaktık.

Yaşadıklarını, senarize edip rol icabı üstlenmek kolay gözükse de gerçekte ulaşılması zor bir hedef olduğu aşikar.

Allah aşkına söyler misin; hem de kardeşlerin tarafından bir kuyunun karanlık dolu derinliklerine bırakılırken hiç mi çıkışmadın onlara, ağzından üç-beş kelime de olsa, kıskançlığın azgınlaştırıp hoyratlaştırdığı kardeşlerine bir şeyler söylemedin? Köle niyetine çarşı-pazara çıkarılmaya nasıl katlandın? Senin izzet-i nefsin yok muydu ki, bir sarayda hizmetçi olarak istihdamı kendine hakaret saymadın?

O ne iradeydi ki, senden kâm almak isteyenlere karşı Rabbinle havletteki haşyetle direndin ve düşmedin, sürçmedin. Tabii ki düşmeyecektin, sürçmeyecektin.

Dünyalar güzeliydin, ateşin etrafındaki kelebekler gibi nice güzeller çevrende pervane olmuş iltifat dileniyorlardı. Aşk ateşi kalplerini yakmış, güzelliğin karşısında kendilerini doğradıklarının bile farkına varamamışlardı.

‘Hayır’ demiştin ya, bedelini ödeyecektin. Önüne zindanın karanlık dehlizleri konuldu; hiç şikayet etmedin. Ömründen yedi koca yılı loş ve karanlık hücreler yedi. Bununla da kalmadı, arkadan bir o kadar daha, adeta zindanda tükendi ömrün.

Derken, başlangıçta olduğu gibi yine bir rüya ile Allah imdadına koştu. Artık Mısır’da ve hazinenin başında bir nazırdın. Eşyanın dilini iyi okumuştun ya; aynen dediğin gibi yedi yıl sürecek bir kıtlık başlamıştı. Kardeşlerin ise Ken’an ilinde açlıktan kıvrım kıvrım bir kurtuluş arıyorlardı.

Yanına geldiler. Tanımıştın onları. Onların seni tanıması ise mümkün değildi. Zira onların nazarında sen, daha kuyuya atıldığında çoktan ölmüştün.

Bol bol verdin onlara. Hatta bedel olarak getirdikleri emtiayı da yüklettin kervanlarına. Ancak bir şartın vardı; ikinci gelişlerinde diğer kardeşlerini de getireceklerdi. Başlangıçta baban endişe duysa da ikna etmenin bir yolunu bulup tam tekmil tekrar geldiler.

Bir vesileyle kardeşini yanında tutacaktın. ‘Eğer o çalmışsa, zaten daha önce onun kardeşi de hırsızlık etmişti.’ dediler. Çok ağır bir iftiraydı, yutkundun. Göz göre göre, hem de yüzüne karşı sana hırsızlık isnat ediyorlardı, vurmadın yüzlerine ve metanet gösterdin.

Üçüncü geliş artık bir finaldi. Gerçeği açıklamanın da vaktiydi aynı zamanda. ‘Yusuf ve kardeşine yaptığınız muameleyi elbette biliyorsunuzdur değil mi?’ dedin. İşte o zaman beyinlerinde şimşekler çakmış ve olanca mahcubiyet ve şaşkınlıkla, ‘Aa! Sen, yoksa sen Yusuf musun?’ demişlerdi.

Kınamadın onları, kızmadın da. Başlarına kakıp rezil ü rüsvay etmeyi de düşünmedin. Affetmiştin onları. ‘Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helal ettim. Allah da sizi affetsin.’ dedin.

Sana ne kadar minnettarız bir bilsen. Zira, hemen her dönemde olabilecek bu türlü olumsuzluklarda hakikatı temsil adına ne güzel bir yol bırakmışsın. Kin, nefret, kıskançlık ve bir diğerine üstünlük kurma şeklinde tezahür edebilecek her türlüsünü temelinden çözme adına, hayatın bulunmaz ipuçlarıyla dolu.

Yusuf’un yerinde dururken bile kardeşler gibi davranmamız en büyük hata. Problemlerle karşı karşıya kalındığında kardeşler değil, Yusuf olmak da marifet. Bunun içinse Yusuf olmak gerek.

MUHTELİF YAZILAR

ANZAKLI ÖMER’İN HİKAYESİ


1957 Yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden doktor Ömer Muşluoğlu, görev yaptığı hastahanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

Amerika ‘ya gittiğim ilk yıllar.. New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler.. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direkt olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor.

Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında..

“Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?” dedim. Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:

“Siz Türk müsünüz?”

Kaşlarını yukarıya kaldırarak “hayır” manasına bir işaret yaptı.

Ama ben hala merak ediyorum. “Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?”

“Aldırma öylesine bir şey işte” dedi. Ben yine ısrarla: “Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...”

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

“Siz Türk müsünüz?”

“Evet Türk’üm...”

İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.. Anlatmaya başladı: “Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de.. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındandım... İngilizler bizi toplayıp dediler ki: ‘Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.’ Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.

Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevkediyormuş. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu.

Her taaruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya cıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar.. Tekrar taaruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar..

Tekrar taaruz ediyoruz.. Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipcik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu..Dedim ki kendi kendime: ‘Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi.. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler..’ Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim. ‘Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim?

Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış’ diyerek pişman oldum..

Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.. Nihayet bizi serbest bıraktılar.

Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte..”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya ‘dan Amerika’ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.

Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi. “Ömer” cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: “Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?”

“Babam müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.”

“Senin adın müslüman adı mı?” Ben “Evet, müslüman adı” deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.”

“Olsun” dedim.

“Peki doktor beni müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu ?”

Şaşırdım, nasıl da birdenbire müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş..

“Tabii” dedim. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra kendisine imanın ve İslamın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şehadet getiriyor, hem de ağlıyordu.. Mırıldandı: “Siz müslümanlar tesbih çekersiniz, bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden tesbih çekerek Allah’ımı ansam olur mu?”

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakkı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tesbih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti.

“Beni yalnız bırakma olur mu?”

“Ne gibi Ömer amca?”

“Ara sıra gel de bana İslamiyeti anlat!.. Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.” O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum. “Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gelin!” Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şehadet söylettirdim, o şekilde kucağımda teslim-i ruh etti...

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim,ağladım...

En içten dileklerimle...



Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   174   175   176   177   178   179   180   181   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin