KIRIK TESTİ – 22-07-2002
Mü’minler alabildiğine derin olmalı, yoksa hayat-ı içtimaiyenin içinde zedelenebilir, yara alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar ve kırılmalar olabilir. Dinî duygular açısından çok sağlam olmalıyız. Yaptığımız küçük-büyük günahlardan dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak kalbimizde çok şey kaybetmişiz demektir. Hatalarımızın ezikliğini yirmi dört saat yaşamıyorsak ruhumuz mukavemetini yitirmiş demektir.
Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler, mikroplar karşısında hararetin yükselmesidir. Vücudun böyle bir mukavemet göstergesi yoksa onun durumu çok vahimdir. Artık onda ne bir çırpınma, ne bir helecan vardır. Bunun gibi şayet yapılan ma’siyetlere karşı bir iç tepki yoksa, şayet vicdanın ona karşı bir “hayır” demesi yoksa o ruh ölmüş manâsına gelir. Onun için bir taraftan ruhumuzu öldürmeden, olumsuzluklara karşı tepki gösterecek kadar kararlılık sergileyip, diğer taraftan da gözlerimizi çok ilerilere çevirerek devamlı terakki peşinde olmalıyız.
İlk Müslümanların Akla Hayret Veren Performansları
İlk müslümanların müslümanlıklarını dünyanın dört bir yanına götürmelerinde nasıl davrandıklarına dair teferruatlı bir malumat yok. Fakat bu konuda çok başarılı oldukları anlaşılıyor. Bu başarıyı kılıç zoruyla, kâhir orduların girdikleri yerlerde halka baskı yapmasıyla açıklamaya çalışmak aklın, mantığın kabul edeceği bir şey değil. O zamanlar Müslümanlığın yayıldığı yerlerde hakim dinler, mezhepler, düşünceler ve müessir kültür kalıntıları vardı. Buyurun bugün gelişmiş bir millet olmanın imkanları ile medeni insanlar olarak Hindistan’a gidin, ilk müslümanların o zamana nisbeten elli senede yaptıklarının ne kadarını yapabileceğinizi bir deneyin. Bugün Hindistan’daki mevcut müslüman nüfusu da zaten, o dönemde müslüman olanların çocukları. Sindâbâd’a müslümanlar hicret-i seniyyenin 40. senesinde girdiler ve o günden bu yana Hindistan’da müslümanlık var. Buhara, Semerkand gibi ülkelere hicret-i seniyyenin 80. senesi girmişler. Buhari’nin dedesi, kendi hocası meşhur hadisçi Müsnedî’nin dedesinin vesilesiyle müslüman olmuş. Buhari, üçüncü asrın yarısına kadar yaşadığına göre ve üçüncü asırda muazzam eserini ortaya koyacak verimliliği gösterdiğine göre diyebiliriz ki o coğrafyada bulunan insanlar çok erken dönemde müslümanlaşmışlar.. dili benimsemişler.. o dilin büyük üstadları yetişmiş.. ve Hicaz’da yaşayan hadisçilerden daha güçlü hadisçiler Asya’da ortaya çıkmış. Hatta denebilir ki, İmam Malik gibi Muvatta sahibi büyük bir alim istisna edilecek olursa, ondan sonrakiler, hatta İmam Şafii bile Asya kültürüyle yetişmiştir. Evet, İmam Şafii, Irak, İran, Bağdat civarında dolaşmış, İmam Azam Ebu Hanife’nin talebelerinden ders almıştır. Buhari, Müslim, Nesâi... bunların her birisi Asya’nın bir yerinde neş’et etmiştir. Buhara, Tirmiz birbirine yakın yerlerdir. Ebu Davud Sicistan’dan, Nesâî Nese’den... Hadisçilerden başka onca fakih yetişmiştir buralarda. İkinci asrın ortalarına doğru devâsâ hukukçular sahnede yerini almış, fıkıh metodolojisi gelişmiş ve üçüncü asra doğru dünyada eşi-emsali olmayacak şekilde bir rönesans yaşanmıştır.
Hâsılı, erken devirlerdeki müslümanlar oralara kılıç zoruyla, baskıyla girmiş değillerdir. Gönülleri fethetmiş, kalblere taht kurmuş, akılları durduran hayretengiz bir performans ortaya koymuşlardır. Şimdi günümüzün, daha sağlam düşünüyor gibi görünen insanına bakalım. Daha iyi imkanlara sahip desek daha yerinde olur belki. Yani günümüz insanı daha çok malzemeye, daha çok dökümana sahip; muhâbere ve muvâsala (haberleşme) şartları daha rahat; telekominikasyon imkanları çok ilerlemiş... Bu imkanlar ise Cenab-ı Hakk’ın insanların çalışmasına lütfettiği şeylerdir. Yani bunları Allah yaratıyor, ama insanları vasıta olarak kullanıyor. İnsanın dimağını, muhakemesini, iradesini O yaratmış; insana emir veriyor ve insan onları yapmaya niyet edince Allah yeni şeyler yaratıyor. Ehl-i Sünnet’in akidesi budur. Meseleyi başka tarafa çekerek bu mevzuda bir isbat yolu denemeyi düşünmüyorum. Ehl-i Sünnet’e göre siz ne yaparsanız yapın “Vallâhu halakaküm vemâ ta’melun - Sizi de davranışlarınızı da yaratan Allah’tır (c.c).” Öyleyse bize düşen Allah’ın yarattığı bu şeylerle O’nu anlatmaktır. İşte selef-i salihinin elinde bunlar yoktu. Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri İstanbul’a ulaşıncaya kadar kimbilir neler çekti. Yezid dönemiydi, herhalde oraya gelinceye kadar altı ay yol teptiler. Zaten çok yaşlıydı. Ben kendime göre O’nun yaşını şöyle tahmin ediyorum: Efendimiz Medine’ye hicret buyurdukları zaman Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri’nin çoluk-çocuğu vardı. O zamanlar otuz-küsür yaşında var idiyse ve katıldığı İstanbul seferi hicret-i seniyyenin aşağı-yukarı kırkıncı senesinde olduğuna göre, yaşı yetmiş-yetmişbeş civarındadır demek oluyor. Aynen onun gibi, Ebu Talha atın üstünde duramayacak halde iken torunları diyor ki, “Sen Allah Rasûlü hayatta iken yeterince savaştın. Bedir’de, Uhud’da bulunmuş birisin. Artık biz senin yerine cihad ederiz..” “Hayır” diye cevap veriyor, “Allah öyle bir tefrik yapmıyor ki. Allah ‘İnfirû hifâfen ve sikâlen - yaya olarak, piyade olarak, süvari olarak Allah yolunda seferberlik yapın buyuruyor.” “Sen atın üstünde duracak halde değilsin!” dediklerinde ise “Bağlayın beni atın üstüne öyle gideyim..” diyor. Ve Kıbrıs’a çıkartma yapıyorlar. Hala Sultan dediğimiz Ümmü Haram Kıbrıs seferinde gemide vefat ediyor, çıkarıp oraya gömüyorlar. Şu an Kıbrıs’ın Rum kesiminde yatıyor.
Görüldüğü gibi bu insanlar her türlü mehâliki göğüslüyerek buralara geliyorlar. Mesafeler o kadar uzun ki bir yere gelmek için altı ay yol tepmek lazım. Sonra orada cansiperane mücadele etmek lazım. Sonra yolunu, fırsatını bulup onlara dinî duygunu, dinî düşünceni fısıldaman lazım. Dinini arızasız temsil etmen, göstermen ve onlara tesir etmen lazım. Bütün bunlar çok zor şeyler ama onlar bu zora talib olmuşlar ve bundan hiç şikayet de etmemişler. Şikayet etmediklerini iyi bildiğimi söyleyebilirim. Siyer ve Megâzi kitaplarında, o tehlikeleri, o ifritten şeyleri göğüsleyen bu insanların, verdikleri mücadeleden iki kelimelik şikayette bulunduklarını görmedim.
Bir Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’ye bakın. Başını kaynayan suya sokuyorlar, yüzünün etleri dökülüyor, “Benim başıma bunlar geldi” diye şikayet etmiyor. Bizler hiç birimiz dinimizden dolayı bu ölçüde sıkıntı çekmedik. Çok rahatız. Bunun karşılığında, Cenab-ı Hakk’ın bunca nimetine karşı şükür sayılsın diye bize lütfettiği o teknik imkanları O’nu duyurma adına kullanmıyorsak bu apaçık nankörlük olur. Hem körlük olur, hem nankörlük olur. Nan ekmek demektir. Nankör olma, ekmeği nimet manasına alırsanız nimeti görmeme demektir.
Şimdi bu geniş imkanları ve olumlu şartları değerlendirerek, Allah’ın izniyle, mü’minler, nereye ulaşabilecekse oraya ulaşmaya bakmalı. Ve elinden gelen herşeyi yapıp sonuçta demeli ki: “Bizim neslimiz bu meseleyi ancak şu noktaya götürmeye müsaitti; donanımı ancak ona yetiyordu. Hele biz oraya bırakalım, arkadan gelenler de alır bir yere götürürler, daha arkadan gelenler de alır daha ileriye götürürler...”
Öyleyse herkes ömrünün, gücünün, kabiliyetinin ve imkanların el vermesi ölçüsünde yürüyebildiği kadar yürüyecek ve yükünü bıraktığı yerde arkadan gelen bir tanesi alıp gidecek. Şimdiye kadar hep öyle olmuş. Dini temsil etme ve başkalarına anlatma işini Sahabi Efendilerimiz Emeviler’e, Emeviler Abbasiler’e bırakmış; daha sonra Abbasiler sarsıntı yaşarken, daha hicret-i seniyyenin 3. asrından dördüncü asrına girerken Asya’dan gelen Türk boyları işin altına girmiş. Tuğrul Bey’in önderliğinde, 1050’lerde Bağdat’ı korumuşlar ve 1071 gibi çok erken bir tarihte Malazgirt’te İslam’ın koruyuculuğunu üzerlerine almışlar.
“Tilke ümmetün kad halet, lehâ mâ kesebet”... Onlar bir mübarek topluluktu, kazandıkları şeylerle yürüdüler Allah’a. “Ve leküm mâ kesebtüm”... Siz de kazandıklarınızla, kesbinizle veya iktisabınızla; ya yanlışlarınızla, hatalarınızla ya da sevaplarınızla bir gün Allah’a yürüyeceksiniz. Vazife yapmış olarak yürüme de var, vazifeden kaçmış olarak derdest edilerek oraya celbedilme de var. Öyle bir celbedilmeden Allah’a sığınırız.
Dostları ilə paylaş: |