KIRIK TESTİ – 17-02-2004 İZZET VE ZİLLET
Allah’ın varlık ve birliğini inkar edenlere karşı izzet, mü’minlere karşı tevazu ve mahviyet içinde bulunma, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’nın beyanları ile ideal müslümanlara gösterilen bir hedeftir. Aslında Kur’an ve Sünnet-i Sahiha pek çok mevzuda ahiret yolundaki yolculara, imandan amel-i salihe, ahlak-ı hasene ile mütehallık olmadan nefisle mücadele yollarına kadar değişik tavsiye, emir ve yasaklar sunmakta, bu çizgide nice yol ve yöntemler göstermektedir. Eskiden tekye ve zaviyeler birer müessese olarak bahis konusu ettiğimiz bu şeylerin hayata geçirildiği, talim ve terbiyesinin yapıldığı yerlerdi.
Günümüzde Kur’an’a hizmete adanmış insanların mesleği, ister hususi manada izzet ve tevazuyu, isterse umumi manada ahlak-ı haseneye ait hususları hayata geçirmede, tekye ve zaviyelerde kullanılan metodlardan çok daha başka metodlarla doludur. Mesela, insanın Allah karşısındaki acz ve zafiyetini sürekli tefekkür etmesi, bizim mesleğimize göre bir yoldur. İnsan, Allah’ın kendi üzerindeki şefkatini, aynı türden bir şefkatle başkalarına karşı muamele yapma sorumluluğunu, ihtiyaçlarının sozsuzluğuna rağmen acz, zaaf ve fakirliğini idrak etmesiyle insanlık semasının merdivenlerini tırmanmaya başlayabilir. Tabir-i diğerle eskilerin seyr-i sülûk-i ruhanîde aradıkları izafî insan-ı kamil olma –ki bazıları için hakiki insan-ı kamil olmak da mukadderdir– bu yolla yapılacak bir tefekkürle gerçekleşebilir.
Aslında işin hakikatına vâkıf olabilsek biz acınacak halde olduğumuzu görürüz. Ama bununla beraber bunca acz ve zaafiyetimize rağmen ne kadar çok iyi beslendiğimizi, bakımımız ve görümümüzün iyi yapıldığını da müşahade ederiz. Ve bu bize şunu anlatır ki acz u fakr insanın nihayetsiz, bitmez-tükenmez sermayesidir. Öyleyse böyle bir sermayeye sahip insan hiç inkisara düşmemeli, her zaman atılım içinde bulunmalıdır. Allah’ın sonsuz nimetlerini idrak etmeli ve bunlara şükretmelidir.
Herkes bunu duyabilir mi? Bu soruya “Niçin duymasın?” cevabını veririm. Bence duyabilir ama birincisi, uzun bir temrinat ve egsersiz döneminden sonra; ikincisi, tefekkür veya başka bir yolla yapılan seyr u sülûk-i ruhaninin hiç bitmediği ve bitmeyeceği hakikatını kavramasıyla. Aslında bu ikincisi başlı başına bir konu. İnsan bir makama, bir mertebeye, bir seviyeye ulaştıktan sonra: “Oldum, piştim, bittim, vardım, ulaştım, gördüm...” dememeli, seyrini devam ettirmelidir. Süreklilik, her gün yeniden bir kere daha baştan başlamak bu yolun değişmez esasıdır. Daha önceden katettiği mertebelerin, almış olduğu seviyenin yeni yapacağı yolculuğa elbette katkısı ve faydası vardır, olacaktır ama önemli olan tezkiye-i nefs etmemek suretiyle tezkiyeye ulaşmaktır. Nefsi sıfırlamak suretiyle sıfırın kıymetsizliğini, sonsuzun kıymetini kavrama ufkuna vasıl olmaktır. Zira hiçbir insan kendini sıfırlamadan sonsuza açılamaz. Sozsuza açılanlar ise kendilerini sıfırlamış, Hak karşısında bir hiç olduklarının idrakine varmışlar demektir. Dolayısıyla bunlar mü’minlere karşı tevazu, mahviyet ve hacâlet ufkuna çok daha çabuk ulaşırlar.
Tersinden ifade edecek olursak; insan Allah’ın ihsan buyurduğu mevhibelerden en küçüğünü dahi nefsine isnad ettiği zaman yüksek bir kulenin başından çok derin bir kuyuya düşer. Bu duygu ve düşünceye sahip birisinin terakki etmesi mümkün değildir. Evet, bu tip insanlar başlarını kaldırdıklarında İsrafil’in azametli heykelini bile müşahede etseler, kendilerini bir kuyunun dibinde sukût etmiş olarak kabul etmiyorlarsa baş aşağı düşmüşler demektir.
İnkar edenlere karşı aziz olmaya gelince; her şeyden önce inkarcılar karşısında zillet gösterme, insanın Allah ile olan nisbetine ve münasebetine dokunur. “Allah’ın kulu ve kölesiyim” diyen bir insan başkaları karşısında zillet göstermemelidir. Kaldı ki bu zillet onun şahsıyla sınırlı kalmaz, Efendimiz’e de (sallallahu aleyhi vesellem) raci olur. Öyleyse O’na intisabı olan herkesin O’ndan başkasına karşı başının dik, alnının açık olması lazım. Bu sebeple hiçbir müslüman sırtında taşıdığı müslümanlık hamulesinden utanmamalı. Onun hayata taşan görünümünden sıkılmamalı. Dinin emirlerini yerine getirmekten, Kur’an ve Sünnet’in emrettiği, selef-i salihinin tutup gittiği caddenin hayatına hayat olmasından endişe duymamalıdır.
Meselenin özü bu ama bugün esefle ifade etmek lazım ki, mü’minler olarak bizler daha ziyade mü’minlere karşı aziz, inkarcılara karşı zelil davranıyoruz. “Nasıl olsa bu mü’min, sesini çıkarmıyor.” diyor ve yükleniyoruz. Bu tavrı zaten inkarcılar inkarlarının gereği olarak mü’minlere karşı sergiliyorlar. Zaten Hazreti Adem’den bu yana insanlık tarihinde çirkin ve kötü şeylerin hepsinde onların parmağı vardır, ya baş rollerde veya perde arkasında.
Ama gel gör ki özellikle iman cephesinde yer aldığı halde azıcık okumasını bilen, azıcık konuşmasını becerebilen mü’minler kendi insanına tevazu yerine izzet gösteriyor, benlikleri, enaniyetleri, egoları müslümanlara karşı kabarıyor, herkese ve her şeye tepeden bakıyorlar. Çok büyük şeyler keşfetmiş gibi alemi hep hor ve hakir görüyorlar. Sanki hazretleri (!) İmam Gazali veya Şah-ı Geylani.
Bu durum ciddi bir boşluktan kaynaklanıyor: Büyük insan görmemişliğin boşluğu bu. Allah’la derinlerden derin münasebeti olan insan görmeme boşluğu. Biz onlardan bir kaçını görseydik, Allah’la münasebetlerinde nasıl tavır takındıklarına şahit olsaydık itimat edin bana, utancımızdan yerin dibine girerdik. “Allah var iken ben nasıl kendime ben diyebiliyorum, nasıl varlık izhar edebiliyorum?” deyişlerini bir duysaydık utanırdık kendimizden, yeryüzünde yer işgal etmekten hicab duyardık. Dolayısıyla günümüzde içi hava dolu davulun çıkardığı ses gibi “Ben! Ben! Ben!” deme, “Ben bilirim, yaparım, ederim!” deme, görmemiş-bilmemiş-duymamış zavallıların boşluklarının hırıltılarıdır.
Bu hissiyatı ve bakış açısını biraz olsun tanıdığımı söyleyebilirim ben. Yıllarca cami kürsülerinde vaaz ettim. Cami kürsüsünde konuşunca, cami adabı ve terbiyesi, cami ve cemaat kültürünün gereği olarak kimse size itiraz etmiyor, edemiyor. Bu da kürsüde konuşanı ukalâ yapıyor. Sitem ediyor insanlara, bağırıp çağırıyor, serzenişte bulunuyor ve sonra tam manasıyla bir küstah olup çıkıyor. Halbuki o kürsüde iken cemaatten birisi itiraz etse, yanlışını söylese, “Hatan var, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm şöyle buyuruyor...” dese herhalde o insan çok farklı olur, o küstah tavırlar içine giremez. Bu olmadığı için camideki insandan, elindeki kalemiyle bir şeyler yazan insanlara, TV ekranlarında boy gösterenlerden, sağda solda küçük-büyük topluluklara muhabbet eden, bir şeyler anlatmaya çalışanlara kadar çoklarında “Ben anladım, ben anlattım, ben ettim, ben buldum, ben duydum, ben keşfettim, ben.. ben.. ben...” şeytanın hırıltıları mesabesinde bir kısım cümlelerle konuşmaya, yazmaya başlıyoruz. Böyle demesek, yazmasak bile en azından bu zihniyeti tavır ve davranışlarımızla dışa aksettiriyoruz.
Halbuki diğer taraftan bizi kendilerine düşman sayan insanlar ve onların gücü ve teknolojik üstünlüğü karşısında hakiki manada zillet yaşıyoruz. Her birimiz bir minare olmamız lazım gelen yerde adeta birer kuyuyuz. Ama minare gibi dimdik ayakta görünmeyi de ihmal etmiyoruz. Bir terslik var bu işte. Bence bu terslik Kur’an’a hizmet mesleğinin bize sunduğu ruhani hayat sayesinde dengelenebilir ve izale edilebilir.
Yıllardır bu dairelerde dolaştığı halde sanki bahsettiğiniz bu hakikatları hiç duymamış gibi davrananlar var diyecek olursanız, ne diyeyim:
Herkesin istîdâdına vâbestedir âsâr-ı feyzi,
Ebr-i Nîsandan ef’i sem, sadef dürdâne kapar.
Sünûhât’ta verilen ölçüler içinde; hayat-ı içtimaiyede herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden görünmek için tekavvüs ederler (eğilir, kamburlaşır), boyu kısa olanlar da tetâvül (uzun görünmeye çalışırlar). Allah indinde büyük olmanın gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. Nitekim Allah Rasûlü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) “Akrabu mâ yekûnül-abdü min Rabbihî fehüve sâcid” beyanından da anlaşılıyor ki insanın şeklî dahi olsa en büyük anı, Allah’a en yakın olduğu an olan secde anıdır. Öyleyse “Feeksirû fihâ’d-duâ.”
Evet, bu bir ölçüdür: Kim açıktan açığa kendinden, yaptıklarından bahsediyorsa, öksürükleriyle kendini duyurmak istiyorsa, beklenti içindeyse, fezâil ve mezâyâ ihsasları yaşıyorsa, başkalarının kendisinin büyük başarılarına (!) alakasızlığından rahatsızlık duyuyorsa, o boş bir insandır. Allah’la irtibatı yoktur onun. “Allah” diyebilir, konuşabilir, yazabilir, ama gerçek tevazudan, mahviyetten, hacâletten haberi olmayan birisidir o.
Cebrail gibi bile olsa konuşmak, yazıp-çizmek insan olmanın ölçüsü değildir. İnsan olmanın ölçüsü Rab’le kalbî münasebettir. Ne kadar münasebetin var? Her göz açıp-kapadığında O’nu duyuyor musun? En mahrem yerde dahi açılıp-saçılırken kulaklarına kadar kızarıyor musun? Yatakta ayağını uzattığın zaman “Aman Rabbim görüyor. Bu ne küstahlık!” diyebiliyor musun? Eğer bunlarda bir behren yoksa, rica edeceğim bana yalan söyleme!
SORU-CEVAP
Herkes tarafından sevilme Cenab-ı Hak tarafından sevilmenin de işareti olabilir mi?
Hakiki manada inanmış, muhlis mü’minler tarafından sevilme Allah tarafından sevilmenin emaresi sayılabilir. Bunun manası, “İnnellezîne âmenû ve amilüs-sâlihâti seyec’alü lehümür-Rahmânu vüddâ.” (Meryem, 96) ayetinin mantukunca onun için “vüdd” (sevgi) vaz’ edilmiş demektir. Ama inkar ehli tarafından beğenilmenin, sevilmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Onların bizi sevmesi, beğenmesi çok defa bizim temelluklarımızdan, onlara karşı zilletlerimizden, kendi onur ve izzetimizi ortaya koyamamadan ötürü olmuştur. Onun için muhlis mü’minlerin sevmesine, Allah’ın mükerrem ibadının duyduğu alakaya bakmak lazım. Allah tarafından sevilmenin esası ve delilidir bu.
Yalnız insan buna aldanmamalı. Muhlislerin sevmesini istidraç saymalı. “Ben kendimi biliyorum, başkasının tarifine gerek yok.” demeli. Onların sevmesini, takdir etmesini, kabulünü, teveccühünü Allah’ın mekri, istidracı olarak kabul etmeli. “Senestedricühüm min haysü lâ ya’lemûn.” (A’raf, 182; Kalem, 44) sırrınca o teveccühlerin kendisini farkına varmadan baş aşağı bir çukura düşüreceği ihtimalini gözden uzak tutmamalıdır.
Fakat aynı şeyi dine hizmete kendisini adamışlar adına söyleyemem. “Benim ümmetim dalâlette ittifak etmez.” fehvasınca, milyonlarca insan belli bir noktada birleşti, uzlaştı ve anlaştı ise, dünyanın dört bir yanında aynı gaye uğrunda bir araya geldiler, gelebildilerse onlar hakkında hüsnüzan etmeye binler defa mecburuz. Biraz önce vüdd’den bahsettik. Kudsi bir hadiste Allah Cibril’e buyuruyor ki; “Ben falanı seviyorum, sen de sev. O da gökte durup sema ehline sesleniyor: ‘Allah falanı seviyor, ben de seviyorum, siz de sevin!’” Bu bir ses değildir, bir söz de değildir. Bu bir soluktur, bir esintidir, bir meltemdir. Ruhları saran lahuti dalga boylu bir meltem. Kime ulaşırsa o meltem, içinde sevgi hasıl olur. O sevgi evvelen ve bizzat o zata aittir. Kaldı ki o zat kendini şahs-ı manevî içinde erimiş, eriyik bir unsur haline gelmiş kabul ediyor. Sonra da şahs-ı manevîye aittir. Yani şahs-ı manevî’ye bir teveccühtür. Dolayısıyla şahs-ı manevîden kopan, kendi kendine bir şey yapmaya çalışan, kendine göre bir şey yapıyor gibi görünen insanlar, Allah’ın, Cibril’in, sema ve yer ehlinin bu teveccühünden mahrum kalırlar.
Hâsılı, Kur’an’a hizmet mesleği içinde bulunanlar kendilerine çok dikkat etmeli. Zira bu mesleğin esası “yok ve var”dır. Hem yok olmak, hem var olmak. Hem kendini nefyedecek hem O’nu isbat edecek. Hem “Lâ” diyecek, hem “illâ”ya ulaşacak. İsbat-nefy tenakuzunu aynı anda yaşayacak. Hem konuşacak hem de “Konuşan yalnız hakikat ve hakâik-i Kur’aniye’dir!” diyecek. Hem yazacak hem de “Said yok, Said’in şahsiyeti de yok!” diyecek. Yani oldukça zor bir mesele.
Bunları söylemek bana düşmez ama siz sorunca “düşmüş gibi” zannediyorum ve konuşuyorum. Allah muinimiz ola.
Dostları ilə paylaş: |