KIRIK TESTİ – 14-06-2004 SERZENİŞ
Etrafımıza bir bakalım, her tarafta şuurluca Din-i Mübin-i İslama yapılan saldırılar var. Bu manzara karşısında kalbine bıçak saplanmış gibi yara aldığını hissetmiyen, hatta ölmeyen insanın diniyle kalbî irtibatını gözden geçirmesi lazım. “Allah onlara fırsat vermez ki?” deyip kenara çekilenlere, gamsız ve dertsiz laubalice hayat sürenlere sormak isterim; siz bu sözlerinizle Allah’a tevekkülünüzü mü ifade ediyorsunuz? Bence hayır; çünkü Cenab-ı Hakkın, bu lütfu ihsan buyuracağı seviyenin insanı böyle demez. Ne yaptık şimdiye kadar O’nun için? Gecelerimizde kaç damla göz yaşı var seccadelerimizde? Kaç defa inledik, ah u vah ettik Din-i Mübin-i İslam için? Kaç defa yüreklerimizi deldik Allah aşkına?
Allah sonsuz hikmeti icabı kendi varlığını inkar edenlere bile imkanlar verir. Bolluk ve refah içinde hayat sürmelerini murad edebilir. Onlara bakıp “bize de versin” demek hem Allah’a, hem de mensubu olduğumuz dine ve dinî düşünceye karşı saygısızlıktır. Biz kendimize bakalım; bakalım ve O’na layık, O’nun lütuf ve ihsanlarına layık kul olmaya çalışalım.
Hem biz bozuk olduktan sonra devletler muvazenesinde hakim unsur olmuşuz olmamışız ne ifade eder ki? Yarım yamalak müslümanlıkla bir yere varılamaz. O yarım yamalak müslümanlar değil mi Osmanlı’yı batıran? Hakperest olmalı, Allah’tan güzel şeyler istemeden önce o güzelliklere layık olmayı dilemeli. “Allahümme ahsin âkıbetenâ fi ümûri külliha – Allahım! Bütün işlerimizde akibet u encamımızı güzel eyle”
İnanmıyorum ben bizim samimi olduğumuza.. her tarafımızdan riya dökülüyor.. her davranışımız gösteriş.. nefsani bir sürü açıklarımız var.. zaaflarımız diz boyu. Tövbe kapısı sûrun üfleneceği ana kadar açıktır ve Allah’ın affetmeyeceği günah da yok. Öyleyse halimizi düzeltmek, kötülüklerden nedamet duymak, bir daha tövbeler tövbesi demek, kendimizi istikamete zorlamak, kendimize rağmen istikamette yaşamak için ne bekliyoruz? Niçin nefsaniliğe açık pencerelerden ağyar yüzüne bakıyoruz? Niçin nifak emareleri taşıyoruz?
Nefsim için söylediğimi zannetmiyorum bu sözleri. Çünkü nefsim için kavga etmiyorum ben. Ama hakikat-ı imaniyeye karşı lakaytlığı hazmedemiyorum. Neden imanda derinleşme gibi bir mefkûremiz yok? Neden elimizin altında hazine gibi eserlere yabancıyız? Neden onları okurken yabancılar gibi ağzımızda geveliyoruz? Neden ibadet ü taatimiz bizim gafletimizin gölgesinde cereyan ediyor? Neden okumayı, düşünmeyi, evrad u ezkarı angarya gibi kabul ediyoruz? Neden bazen yaptıklarımıza riya karıştırıyoruz? Neden hüsûf ve küsûf yaşıyor kalplerimiz? Neden, neden? İşte bu nedenlere cevap bulamıyorum ben.
Bu can sıkıntısı beni çok meşgul ediyor. Çoklarınızın idrak boyutunun üstünde hassas ve fazlasıyla duyarlı bir insanım. Yüzüne vurmasam bile birinin riyası beni bir gün rahatsız eder. Mesela birisi yok yere sesini yükseltiyorsa namazda, tesbihatta. Biliyorum ki gönlü yok sesinin içinde. Amelinin üzerine kezzap döküyor, farkında değil. Ama söyleyemiyorsun. Söylememe iradî fakat hissetme ve anlama gayri iradi. Ve olan bana oluyor.
Bir özenti, bir imrenme, bir taklit, bir yabancılaşma düşüncesi, bir mâsiyet hissi, küçük bile olsa günahı kâle almama, hareketin haysiyetini düşünmeme, gayri ciddi, laubali davranma almış başını gidiyor. Yara bunların hepsi. Zahirî yara ise bunlar zamanla geçer, ama ya batınî ise? Ya kalpte oturmuş ise? İşte böylesi basit müdahaleler ile geçmiyor, çok güçlü ameliyat-i cerrahiyeler istiyor. Üstad buyuruyor ki, “İçimizi dışımıza çevirseler Hazreti Eyüp aleyhisselam’dan daha dertli olduğumuz görülecektir.
Mâsiyeti hafife alanlar var. Mesâvî ahlak üzerine bir tortu gibi oturmuş. Para zaafı var kimilerinde. Kimilerinde yeme-içme gibi oldukça basit cismani zaaflar var. Bazılarında daha başka nefsani arızalar var. Ve daha ilerisinde Allah’ın haram kıldığı münasebetlere “Keşke meşru olsaydı!” diyenler. “Keşke küfrün mahsuru olmasaydı!” demek gibi şeyler bunlar.
Halbuki insan kendi zaaflarını bir şekilde görebilir, görmelidir de. Efendimiz’le (sallallahu aleyhi vesellem), ashab-ı kiramla, her dönemde davranışlarını örnek aldığı insanlarla kendini kıyas ederek boşluklarını görebilir. Aksi halde bu zaaf ve boşluklar farkında olmadan tabiat haline gelebilir. Bu da kalbin tab’ına (mühürlenmesine) vesile olur. Şeytanın durumu da böyledir. Yoksa şeytan bilmiyor değildi hak ve hakikatı. Allah hakkında malumata sahipti. “Senin ululuğuna kasem ederim ki Sen galipsin.” diyor şeytan Allah’a. İzzetine yemin ediyor O’nun. Fakat Kur’an’a karşı asi, Allah’ın emirlerine karşı isyankar. Işığın yanında zulmet gibi koruyor kendisini. Şeytan böyle davranıyor çünkü tabiatına öyle mal olmuş. Öyle bir noktada tutuyor ki kendini, oradan ayrılması mümkün değil. Adeta kilitlemiş kendisini. İnsan da böyledir, bir şeye kilitlenirse, ona zıt olan en yumuşak şeylere bile tepki verir. İşte şeytan da küfre böyle kilitlenmiş ve günah işlemek tabiatı haline gelmiş.
Evet, Allah içimizi dışımız gibi, dışımızı da içimiz gibi biliyor. Onun için bu zaaf ve boşluklar tabiat haline gelmeden terbiye edilmesi, izlerinin silinmesi gerekir. Bunun için de kişinin kendisini iyi terbiyecilerin terbiyesine teslim etmesi lazım. Bu arada şeytanın sağdan yaklaşmasına izin vermemek lazım: İnsan belli şeylerden, mesela namaz gibi ibadetlerden sebebini bilmeden zevk alır. Fakat bu mekr-i ilahi (imtihan) olabilir. Hissettiği o fevkalâdelik insanın kendi nefsine güvenmesine sebep olur ki bir mekr-i ilahidir bu, dolayısıyla bir istidraçtır. İşte çokları bu şekilde aldanıp gitmiştir.
Kafirlerdeki istidraç da böyle bir şeydir. Düşünün, Deccal’de ispirtizma (insanları etkileme gücü) gibi büyüleyici bir şey var. Atmosferine girenleri büyülüyor ve isteseler de çıkamıyorlar o daireden. Bir kuvve-i kudsiyeye sahip olmalılar ki kurtulsunlar. Onun için insan kendini müzekkâ (tertemiz, yanılmaz-aldanmaz) zannetmemeli ve her türlü fevkalâdeliği sahiplenmeyerek O’na vermeli; vermeli ve Allah’a karşı samimiyet soluklamalı. Zira insan yüreği samimiyet hisleri ile dolu değilse, kulluğunun içine başka şeyler karıştırıyorsa, ihsan edilen o güzellikler aslında bu riyakar ve münafığı batırmak içindir. Yarım yamalak, sûrî (görünüşte) bir imanı vardır, liyakatı yoktur, üzerine giydiği üniformanın hakkını veremiyordur, dolayısıyla da Allah elinden alır o imanı.
Güzel şeyler gibi fenalıklara karşı da böyle hissettiğimiz ama isim koyamadığımız şeyler vardır. Aniden, hiçbir sebep yokken insanın içini fena şeyler kaplayıverir. Gördüğünüz bir nesne sizi birden bire öyle bir noktaya, öyle bir mülahazaya iter ki batabilirsiniz orada. İnsanı alıp başka rıhtımlara, geriye dönemeyeceği sahillere götürür bunlar. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) mealen “sizi fenaya çağıran bir tedai ile karşı karşıya kaldığınızda kendinize gelin, hemen tövbe edin” buyuruyor. Psikolojide de yeri vardır bunun: psikologlar bu durumlarda hal ve tavır değişikliği yapmayı öneriyor.
Evet; “İsyan deryasına yelken açmışım / Kenara çıkmaya koymuyor beni.” İsyan deryasına yelken açmalar hep böyle başlar. Başlangıçta açı çok dardır, farkına varamaz insan. Ayağında parmak ucu kadar bir yer tutar, fakat zamanla ayak izine ulaşır. Sonra adım genişliği, derken gözünün kestiremeyeceği kadar bir açı meydana gelir. Durması gerektiği yerden o kadar uzaklaşır ki geriye dönmek istese de dönemez.
Bundan daha tehlikelisi de böyle bir insan belli bir seviyeden sonra farkına varamaz neyin ne olduğunun. Gayri meşru bir şeyin kendisini nereye sürükleyeceğini bilemez. Dolayısıyla gözünü kaçırması, kulağına pamuk tıkaması, ağzını kapaması gerekli şeyleri farkedemez. Hissiyat-ı nefsaniye adına konuşur konuştuğunda.. Allah’ın gadab ettiği şeyleri görür gözünü açtığında.. şeytani melodilerle dolar kulakları bir şey dinlediğinde...
Allah hepimize aff-ı mütemadi (sürekli bir af), mağfiret-i amîka (kuşatıcı bir bağışlama), rahmet-i kamile (eksiksiz bir rahmet) lütfeylesin. Namazında, niyazında, orucunda olduğu halde “lemem”i (küçük günahlar) önemsemeyen insanlara akıl, fikir ve insaf versin. “Lâ sagîrate mea’l-ısrar, velâ kebîrate mea’l-istiğfar – Israr edilirse küçük günahlar büyük günah olur, tövbe edildiğinde büyük günahlar affedilir.” fehvasınca esas büyük günah ısrar edilen küçük günahlardır. Çünkü büyük günah büyüklüğü bilindiği sürece büyük değildir. Büyüklüğünu bilirse günahın, tevbe kurnalarına koşar, istiğfar eder, sıyrılır o halden insan çünkü. Fakat bilmezse onun lemem olduğunu, ya da bilir de önemsemezse, “bir tane, bir tane daha, bir tane daha ve son defa” derken kısılır kapana. Şeytanın stratejisidir bu: Mesaviyi süslü gösterir, nefsi aldatır. Sure-i Yusuf’ta “Bel sevvelet leküm enfüsüküm” buyurulduğu gibi tesvil yapar (günahları süsler), hipnoz edip gözlerini bağlar insanın. Halbuki insan bu kadar küçük şeylere kurban gidecek kadar aşağılık bir mahlûk değildir. Ahsen-i takvime mazhardır o, dünyalara yeten bir mahiyete sahiptir. Dolayısıyla latifelerini bu kadar küçük şeylerde batırmamalıdır. Matlubu, maksudu Allah olmalı onun. Veya şöyle diyelim, madem ki onun yaratılışı itibariyle nefsaniliği var, nefsaniliğini meşru dairedeki zevklerle, lezzetlerle tatmin etmeli, onun dışına çıkmamaya çalışmalı. Dişini sıkmalı, dilini ısırmalı, “la havle” çekmeli.
Sakın ha ben boğulmam demeyin. Zira nefs-i emmare bir devvar-ı gaddardır (zalim bir çark). Nice şahları, nice Heraklitleri dize getirmiştir. Hazreti Yusuf gibi bir peygamber bile “İnnennefse leemmâratün bis’sûi – Şüphe yok ki nefis kötülükleri emredicidir” diyerek ona itimat edilmeyecegini bildirmiyor mu?
Evliya menkıbelerinde anlatılır: İki kardeşten biri şehirde diğeri dağda yaşıyor. Şehirde yaşayan ismetini iffetini, kulağını, gözünü, ağzını, dilini... hani camilerde denilir ya “cemî-i cümle azalarını” koruyor günahtan. İhtimal o, şehirde yaşarken kendini kudsi bir hizmete adadığından dolayı Allah siyanet ediyor. Ya da dine hizmet mülahazası tüm benliğini sardığından “bana yakışmaz bu türlü şeyler” diyor ve kendini koruyor. Bunun kapısının önünde bir su tulumu asılıdır. İçi su dolu ama gariptir tulum hiç su damlatmıyor. Dağda halvette yaşayan ve sürekli Allah’ la münasebet içinde bulunan diğer kardeş bir gün şehre ziyarete geliyor. Onun da su tulumu var dağda iken hiç damlatmayan. Gelince o da asıyor tulumunu kardeşinin tulumunun yanına. Bir kaç dakika geçince başlıyor tulum su damlatmaya. İşte hüner burada. Şehirde yani en tehlikeli yerlerde, kendini salmadan, Allah’la münasebetini bütün samimiyetiyle devam ettirmede.
Evet, alabildigine müsait ortamlarda, günahlardan uzak, münzevi bir hayat yaşarken, orada sadece ibadet u taatle meşgulken bile şeytan gem vuruyorsa insanın ağzına.. kulak deliğinden, göz deşiğinden yol bulup giriyorsa günahlar.. nefis her gün ayrı bir gayyaya sürüklüyorsa onu.. o insan tehlikeli noktalarda hiç ayakta duramaz ki! Devrilir gider.
Demiri sıcak yanından tutan demirci babalar, hamur eline yapışmayan somuncu babalar gibi, bir şeyin babası olmak lazım. Gelin siz de bu kudsi mesleğin babası olun ve zirvelere tırmanın mesleğinizde. Muhyiddin b. Arabi Hazretleri Şam’ da caddede yürürken dar ağacında berdar edilen (asılmış) birini görür. Etrafındakilere suçunun ne olduğunu sorar. “İçki, zina, adam öldürme... hepsini işledi ve gün geldi, derdest edilip asıldı” derler. Hazret koşar ve ayaklarını öper şakinin, kendi mesleğinde zirveye çıktığı için. Bize de böyle olmak düşmez mi? Yani mesleğin babası olmak ve zirveye çıkmak.
Hasılı; bu denli serzenişe benim hakkım var mı? Siz bunu hak ettiniz mi? Bilmiyorum, ama isterseniz bunu benim huşûnetime ve boşalma ihtiyacıma verin. İsterseniz de her gün yapmanız gereken muhasebe ve murakabenizde mihenk taşı olarak kullanın ve tartın kendinizi bu kantara çıkarak...
Dostları ilə paylaş: |