Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə97/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   93   94   95   96   97   98   99   100   ...   185

100 REKAT NAMAZ!!!


İslam tarihine baktığınızda günde farz namazlarına ilaveten 100 rekat nafile namaz kılan, Ramazan orucuna ilaveten savm-ı Davud tutan, zekat denince kırkta biri yeterli görmeyip ihtiyacından fazlasını infak eden, gece gazelhanları adını almaya layık sabahlara kadar hiç uyumadan evrad u ezkar okuyan nice insanlar görürsünüz. Nedir bu insanların hareket noktası? İhtimal bunlar, Kur’an’ın namaz kılın, oruç tutun, zekat verin emrini mutlak emir olarak anlamış ve ona göre yasamışlardır.

Evet, ibadet u taatte sınır yoktur. Herkes içinde bulunduğu konuma ve şartların müsaitliğine göre durumunu ayarlamalı ve yapabildiğince ibadet u taat yapmalıdır. Bakın bir sahabi “Ya Rasullallah! Sana günde şu kadar salavat getiriyorum.” deyince, Efendimiz: “Güzel ama daha çok olsa iyi olur.” buyuruyor. Buradan hareketle bugün bana birisi gelse ve dese ki: “Günde 100 rekat namaz kılıyorum,” “Güzel ama daha fazla kılsan daha iyi olur!” derim.


KARDEŞ KARDEŞİN MEDDAHI OLMALI


Allah mü’minlerin birbirleri ile bünyan-ı mersus (sarsılmaz bir duvar) olmasını emrediyor. Ben bu emrin bizler tarafından tam anlamıyla gerçekleştirildiğini zannetmiyorum. Devr-i saadette Hazreti Ebu Bekir ve Hz. Ömer aralarındaki bir meseleden dolayı hafifçe birbirlerini kırmışlar ve hemen ardından her ikisi de Allah Rasulü’ne (sallallahü aleyhi vesellem) ayrı ayrı gelerek “Hata bende” demiş ve özür dilemişlerdir.

Evet, hata yapma insan olmanın şe’ni, ama hatayı müdafaa etme değil. Ben hatada ısrar etmemenin, candan, gönülden özür dilemenin birbirimizi bünyan-ı mersus haline getireceğine, bir kardeşin diğerinin meddahı olmasının geleceğimiz adına ümitbahş bir hadise olduğuna inanıyorum. Aksi halde...


SIK SIK AYNAYA BAKMAK


Rüyamda bir dostumun benim kabrimi kazdığını gördüm fakat ben hayattaydım. Sonra tabirine baktım: sıkıntılardan kurtulmaya işaretmiş. Kabir ahirete giden açık bir kapı ve insanlar kabir denince derin mülahazalara dalıyorlar. Zaten Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) önceleri yasaklamasına rağmen sonra kabir ziyaretine izin vermesi ve ahireti hatırlatacağını ifade buyurması bunu göstermiyor mu?

Rüyadan uyanınca ilk aklıma gelen Üstad’ın 12. Nota’da söyledikleri oldu: “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerîmim! “Küllü âtin karîb” sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kâliyle bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, Senden başka melce ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum:

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlet! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum.” Kabre, ahirete çok iyi inanmış bir insanın ağzından ancak çıkabilecek cümleler bunlar.

Evet çok ama çok iyi inanmak lazım. Muhammed Kutup yazdığı bir kitabının adını “Hel Nahnu Müslimûn? - Biz Müslüman mıyız?” koymuş. Neden? Çünkü iman problemimiz var bizim. Kimse rencide olmasın bu sözlerimden ama malesef gerçek bu. Kıvam, evi-işi ve camisi arasında mekik dokuyan sıradan müslümanlar için de, gönüllerini yüce bir davaya kaptırıp yaşatma zevkiyle yaşamadan vazgeçen gönül erleri için de çok önemlidir. İbadet u taatin, Allah’a yapılan kulluğun sürekli ve her gün artan bir ivme ile devamı, gündüzleri dünyaya açılıp, geceleri gözyaşlarıyla seccadesine kapanıp “Ya Rabbi! Ne yapıyorsam Senin adına yapıyorum. Beni affet!” diye dua dua yalvarma hep bu kıvamla olacak şeyler. İmam Şa’rani Hazretleri “Bînamaz birisi ile otursam 40 gün namazımın tadını alamıyorum.” diyor. İçtimai hayatın içinde çirkefler içinde dala çıka yüzen bizlerin ne demesi lazım o zaman?

Evet, peygamberane bir azim ve irade istiyor. Zaman bunu gerektiriyor. İnsanın en az gördüğü şey kendisidir. Onun için sık sık aynaya bakmak lazım. Sahabenin o derin anlayışı içinde birbirimizin elinden tutup; “Teâlev nü’min saaten! – Gelin bir süre iman edelim!” dememiz, imanî meseleleri sürekli müzakere ederek imanda, marifetullahta, muhabbetullahta ve mehâfetullahta derinleşmemiz lazım. Zira mücerret imanla günümüzün inhiraflarından kurtulmak imkansızdır.

Sahabe içinde bile kıvamını koruyamamadan şikayet eden insanlar vardı ki biz kim oluyoruz. Bakın Amr b. As’a. O vefat ederken sırtını duvara çevirip yatağının içinde ağlıyor. Nedenini soran oğluna hayatındaki üç dönemi anlatarak, son dönemde siyasete karışmaktan duyduğu ızdırabı dile getiriyor.

Hasılı; her şeyimizi sohbet-i Canan’a bağlayıp, ihlasla O’nun rızası istikametinde hareket edersek şaşırmayız. Üstad ihlasla yapılan hizmetin ikiye katlandığını anlatıyor. “İhlasla çalışırsanız beni de ihlasa muvaffak kılarsınız.” sözleriyle küfrün başını alıp gittiği, ehl-i keşfin müşahedesine göre 40 vefiyattan ancak birinin kurtulduğu dehşetli bir dönemde bizlere sarsılmaz ölçüler veriyor.

Kısacası; iş çetin, yol uzun, menzil uzak, tuzak çok. Allah muînimiz ola.


KIRIK TESTİ – 24-08-2004

ESMA-İ İLAHİYE


Esma-i İlahiye, Sıfât-ı Sübhaniye doğrudan doğruya Zat-ı Uluhiyet’le münasebete geçen müntehiler için birer perdedir. Belli bir noktadan sonra bu isimler de sıfatlar da müntehilerin nazarından silinip gider ve geride sadece Zâtın şuââtı kalır. Biz bu şuââta “Sübühât-ı Vech” adını veriyoruz. Sübühat-ı Vech karşısında Zât’tan –ki ona Zât-ı Baht deniliyor- başka her şey erir.

Şe’n-i Rububiyet, Sıfât-ı Sübhaniye, Esma-î İlahiye hilkate doğru gelir yani tecellileri ef’âl alemine akseder ve ortaya âsâr çıkar. Mesela bizler hepimiz âsâr içinde mütalaa ediliyoruz. Buraya kadar anlattıklarımızda Üstadla, sofilerin ve kelamcıların mütalaarında farklılık yoktur. Ancak, bu türlü tasnifleri yapabilmek için farklı düşünen, farklı yorumlara sahip olanların düşüncelerini de bilmek lazım. Risalelere bu zaviyeden bakınca epistemolojik alandaki kıymetini takdir etmekten kendinizi alamazsınız. Çünkü Risaleler yukarıda bahsi geçen veya geçmeyen, başka sahalardaki kavramlar ve ıstılahlar da dahil tarifler, açıklamalar ve yorumlar getiren adeta bir fihristtir. Yalnız bunları ortaya çıkartabilmek için kısmen de olsa literatüre vakıf olmak ve çok dikkatli okumak gerekir. Aksi halde anlayamamadan veya Risaleler’in sistematiğine vakıf olamamadan kaynaklanan yanlış değerlendirmeler yapılabilir.

Şe’n-i Rububiyet üzerinde kısaca duralım. Şe’n-i Rububiyet işin doğrusu çoklarının üzerinde durduğu ama çok da anlaşılmayan bir ıstılah. Doğrudan doğruya Zat-ı Uluhiyet’le alakalı. Bu yüzden bazıları bu kavramı hiç tahlil etmeye yanaşmamış. Kur’an-ı Kerimde ‘şe’n’ kelimesi, “ Külle yevmin hüve fi şe’n - O her an yeni tecellilerle her şeye müessirdir.” (Rahman, 55/29) şeklinde geçiyor. Kelamcılar da kullanıyorlar. Fakat Üstad şe’n kelimesine terakkinin basamaklarından biri, belli seviyede mütalaaların çıktığı yer gibi manalar veriyor. Mesela Cenâb-ı Hakk’ın “Hayat” sıfatı. Hayat, Zât-ı Uluhiyet’te gerçek hayata esas teşkil edebilecek; münezzeh, mukaddes, müberrâ ve sadece Zât-ı Uluhiyet’e şayeste bir şe’n, tabir caizse bir kabiliyet. Bunun yanısıra aynı ölçülerde bir “irade”, “kudret”, “sem’”, “basar”, “kelam” kabiliyeti de var. Bunlar hakiki anlamda irade, kudret, sem’, basar ve kelam değil, aksine birer sıfat ve bu sıfatların dayandığı şe’ndir ki şuûnât-ı ilahiye buna deniyor. Böyle bir yorumu yapabilmek bir ufuk meselesidir, bir idrak mevzuudur. Bu tür şeyler seyr-i sülûk-i ruhanide belli mertebelere ulaştıktan veya Cenâb-ı Hakk’ın cezb u incizabıyla kavradıktan sonra ancak söylenebilir. Yoksa insanın konuştuğu şey sadece başkalarının söylediği şeyleri nakilden ibaret kalır.

Şimdi öyle bir şe’ne dayalı olan yukarıda arzettiğim sıfatlar olduğu gibi Esma-i İlahiye de var. Yalnız Esma-i İlahiye bu sıfatlara dayanır. Mesela Allah’ın Semî’ ismi sem’ sıfatına, Basîr ismi basar sıfatına, Hayy ve Muhyî isimleri hayat sıfatına dayanır. Üstadın bir yerdeki yaklaşımıyla Esmâ-i İlahiye’nin ortaya çıkışı böyledir. Bir sıfata bazan değişik isimler de raci olabilir. Yalnız şu ayırımın yapılması lazım: Zât-ı Uluhiyet’in isimleri Zâtının aynı değildir. Ehl-i Sünnet bu ince ayırımı “sıfatlar Zât’ın ne aynı, ne gayrıdır” demek suretiyle yapmış ve bu vartadan sakınmıştır. Bence bu yaklaşım İmam Ebû’l-Hasen Eş’arî Hazretleri’nin insanları düşünce inhirafından kurtarma adına ortaya attığı kurtarıcı bir simittir. İşin aslı bunun da tam anlamıyla ne demek olduğunu pek bilemiyoruz. Aliyyü’l-Kari İmam Eş’ari’nin bu düşüncesini manzum olarak şöyle ifade eder: “Sıfâtullahi leyset ayne Zâtin / Ve lâ gayrin sivâhu ze’n-fisâli – Sıfatullah Zatının aynı değildir, fakat ondan ayrılabilecek şekilde gayrı da değildir.” İmam Eş’ari bu mütalaa ile Mutezile’nin sıfatları inkar edip, “bunlar Zât’ın aynıdır; yani mesela hayat, Allah hayattadır, dolayısıyla hayatla tecelli eder” demelerinin önünü kesmek istemiş ve Zat-ı Uluhiyet sadece Zat-ı Baht’tan ibaret değildir mülahazasını ortaya koymuştur.

O dönemde cereyan eden bu tartışmalarda birileri de çıkıp “Sıfatlar Zât’tan gayrıdır” demiş ve bu defa tartışmalar taaddüd-ü kudema etrafında dönmüştür. Yani Allah hem Vahid ve Ehad hem de sem’, ilim, irade, basar, hayat gibi bir çok kadim sıfatı var. İşte “Allah’ın sıfatları Zâtının ne aynıdır ne de gayrıdır.” bu vartalardan insanı kurtaran bir yaklaşımdır ve bütünüyle tekniktir. Bana göre bunlar kelam kitaplarına, o mevzuda yazılmış şerhlere vakıf olan insanların müzakere edebileceği konular.

Bu sıfatların her birerlerine raci isim veya isimler var dedik biraz önce. Bu isimleri de biz yine nazari olarak biliyoruz. Fakat ufku o aleme ulaşan birisi mesela Abdulkadir Geylani Hazretleri diyor ki “Esmâyı müsemmâdan gayrı göremez arif.” Bunun manası: arif baktığı her şeyde, ef’alde, esmada sadece Müsemmâ-i Akdesi görür demektir. Çünkü Üstad’ın yaklaşımıyla “Allah isimleriyle malum, sıfatlarıyla muhat”tır. İsimle sıfatın ayrılmasının sebebi Zât çerçevesini belirlemek içindir. Bunun için “sıfat”lar denir. Çünkü O’nu sınırlayamaz, bir çeper içine alamazsınız. Zıddı yoktur O’nun, niddi de yoktur ki O’na çeper olsun.

Üstad farklı bir dille aynı hakikatı şöyle ifade eder: “Hakiki hakaik-i eşya Esma-i İlahiye’den ibarettir.” Yani bizim gördüğümüz, hissettiğimiz, duyduğumuz, beş duyu organımıza ve aynı zamanda aklımıza hitap eden yanlarıyla hissettiğimiz eşya Esma-i İlahiye’nin bir tezahüründen ibarettir. Fakat baktığımız, hissettiğimiz şeylerde Esma-i İlahiye’yi görme de bir ufuk meselesidir. Ağaçta, taşta, toprakta, insanda her şeyde Esma-i İlahiye’yi görebilme bir derece, mertebe ve seviye meselesidir. Bu açıdan, varlık ve hadiseler Esma-i İlahiye ile çok irtibatlıdır. Bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Onun için rahatlıkla denebilir ki varlığın tevil ve yorumu mevzuunda da en sıhhatli, en inandırıcı, en yanıltmayan kaynak Esma-î İlahiye’dir.

Üstad, değişik yerlerde, dolaylı yollardan Esma-i İlahiye’nin izahında bulunmuş, bazı isimleri izah etmiş. Mesela Haşir Risalesi’nde Adl ismi, Hakim ismi demiş izahını yapmış. Beka sıfatı, Kayyum ismini gerektiriyor demiş. Kendisinin de İsm-i Azam olarak kabullendiği “Ferdün, Hayyün, Kayyûmün, Hakemün, Adlün, Kuddûs” isimleri üzerinde ariz ve amik tahliller yapmış. Lem’alarda bu isimlerin değişik tecellilerini anlatmış. Şimdi, orada anlatılan şeyler açısından Esma-i İlahiye meselesine bakacak olursak şu espriyi kavramada yarar var: Esma-i İlahiye’nin Zât-ı Uluhiyet’e bakan yanları vardır. Mesela bunlardan Kuddûs ismini ele alalım. Kuddûs ismi, Cenab-ı Hakk’ın Zâtına taalluk eden yanıyla Allah’ın bir ismi. Allah’ın bu ismi, Zâtına ait bir kısım hususiyetleri -isterseniz “mâ yûcedu fîhi ve lâ yûcedu fî ğayrihî - Onda bulunur, başkasında bulunmaz” anlamında hasais diyelim- gerektirir. Bu da Kuddûs isminde hepinizin bildiği gibi mukaddes, pâk, arızasız, arı-duru manalarını ihtiva eder. Veya Allah Ehaddir. Öyleyse iki değildir, ikilikten münezzeh ve mukaddestir. Sameddir, herkes Ona muhtaç ama O kimseye muhtaç değildir. “Lem yelid ve lem yûled” O doğurmamıştır; doğurulmamıştır. Birisini doğurmamış, aynı zamanda birisi tarafından da doğrulmamıştır. Şimdi Kuddûs ismi Zât-ı Uluhiyet’e taalluk eden yanı itibariyle ve Kur’an-ı Kerim’in bize verdiği çerçevede Zât-ı Uluhiyet mülahazasına yakışmayan bütün şeylerden münezzehtir demektir. Hazreti Hakkı’nın o manzum ifade ettiği şeylerde:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misli alemde

Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Taâlallah.

Şerîki yok, berîdir doğmadan, doğurmadan ancak,

Ehaddir: küf’ü yok, “İhlâs” içinde zikreder Allah.

Ne cism u ne arazdır; ne mütehayyiz, ne cevherdir;

Yemez içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.

Tebeddülden, tağayyürden; dahi elvân u eşkâlden,

Muhhakkak Ol müberrâdır, budur selbî Sıfâtullah.

O halde Kuddûs dendiği zaman Allah kutsaldır, Allah mukaddestir, Allah beşerî ve mahlukata ait avârızdan münezzehtir şeklinde anlamak lazım.

Fakat ef’âl alemine taalluk eden cihetiyle Kuddûs ismi yeryüzünde, kainatta, mahiyet-i insaniyede nezahete, nezafete vesiledir, ona sebep olan bir isimdir. Hatırlayacağınız gibi Lem’alar’da diyor ki mealen: yeryüzünde şu kadar hayvanat ölüyor, fakat ism-i Kuddûs’ün bir cilvesi olarak yeryüzü hiç levsiyatla kirlenmiyor. Adeta bir kısım sıhhiye memurları gibi kurtlar, karıncalar hisselerine düşen temizliği yapıyorlar. Canavarlar lâşeleri temizliyor, hastalıklı hayvanları başka hayvanlar parçalıyor, yiyor. Böylece ekosistemdeki denge ve nezafet korunuyor. Gerçekten insanların kirleten elleri meseleye karışmasa Amazon, Mississipi, Nil, Tuna temiz akıyor.

Veya insan mahiyetine bakan yanı ile göz kapaklarının açılıp kapanmasıyla göz temizleniyor, burnunuzun içindeki kıllarla burun temiz tutuluyor, insan genzine olumsuz şeyler gitmiyor, ağzınızın kapanmasıyla ağzın içine bir şey kaçmıyor vs. Demek her şey lisan-ı haliyle “Ennezâfetü mine’l-iman – Temizlik imandandır.” diyor ve Kuddûs ismini gösteriyor.

Kayyûm ismine geçelim; Kayyûm, Cenab-ı Hakk’ın Kıdem ve Bekâ sıfatına dayanır. Kayyûm kendi kendine kaim demek. Gece teheccüd namazına kalktığımız zaman “Allahümme leke’l-hamd, Ente Kayyûmü’s-semâvâti ve’l-ard ve leke’l-hamdü.” duasını okuruz. Yani “Gökleri ve yeri tutan Sensin!” deriz. Cenab-ı Hakk’ın Zâtına bakan yanı itibariyle Allah Zâtıyla kaim ki buna literatürde “Kıyamün bi nefsihî” denir. Zaten başka biriyle kaim olsaydı Allah bir şeye muhtaç olurdu. O ise bir kusurdur ve Allah ondan münezzehtir.

Varlık alemine taalluk eden yanı itibarıyla varlığın dünyada da ahirette de kıyamı Allah iledir. Onun için Cenab-ı Hakk “Kayyûmu’s-semâvâti ve’l-ard” bazı ezkâr yazarlarına göre “Kayyîmi’s-semâvâti ve’l-ard”dır.

Bu iki isimde görüldüğü gibi bütün isimlerin bir Zât-ı Uluhiyet’e bakan yanları bir de ef’al ve âsâr alemine bakan yanları vardır. Onun için tekrar ifade edelim; ef’al ve âsâr alemi içinde neyi tahlil etmek istiyorsak en sıhhatli kaynak Esmâ-i İlahiyedir , ona müracaat etmek gerekir.

Şimdi Üstad’ın yaklışımını bir daha tekrar edeyim: “Hakiki hakaik-i eşya Esmâ-i İlahiye’den ibarettir.” Üstad’dan başka birisinin bu sözü söylediğini hatırlamıyorum. Ama sofilerin bu mevzudaki yaklaşımı Üstad’ın dediği şeye yakındır. Derler ki onlar eşyanın hakikatlarına bakınca, sen-ben, değişik simalar, değişik çehreler, eğer Esma-i İlahiye’nin tecellisinden ve belli şeylerde temerküzünden ibaretse, insanın “benim” demeye hakkı yoktur. Çünkü her şey O’ndandır. Ama bu tesbiti ifadede kullandıkları söz biraz iltibasa açık. Muhyiddin İbn Arabi ekolüne mensup kişilerin veya ondan evvel gelen Sühreverdî, Hallac ve İbn Farıd gibi kişiler bunu ifade ederken “Heme Ost” demişler. Yani madem her şey O’nun isimlerinden oluyor, ve isimler sıfat-ı Sübhaniyesine dayanıyor, sıfatlar şe’n-i Rububiyet’te temerküz ediyor, öyleyse her şey O’ndan ibarettir. Vahdet-i Vücuda giden bir yol bu.

İmam Rabbani Hazretleri ise sahabeye dayanarak “Heme ez Ost - Her şey O’ndan” demiş. “Her şey O” değil, “Her şey O’ndan.” Bu, büyük oranda sünni çizgiye daha yakın. “Her şey O’ndan”dır, doğru. Fakat bu da “şuhud” ifade ediyor. Yani görülen her şey bir yönüyle O’ndan ibarettir. Madem gördüğünüz şu simalarda, sima-i Rahman mütecellidir, insan simasında da görülür, “İnnallahe halake Âdeme alâ sûreti’r-Rahman” bunu anlatır. Üstad çok farklı bir yaklaşımla izah ediyor bunu. Diyor ki “İnsan öyle aciz, öyle fakir, öyle muhtaç, öyle tutarsız, öyle dermansız ki onun haline bakınca bir Rahmaniyet ve Rahimiyet olmazsa ayakta durması mümkün değil.” Yani insan hal diliyle “Tut elimden, tut ki edemem Sensiz” diyor. İşte bu yönüyle onda bir suret-i Rahman, belki suret-i Rahmaniyet, suret-i Rahimiyet mütecellidir demek daha uygun. Bu daha selametli bir yaklaşım bana gore. Sui tevile kapıları kapatıyor.

Sonuç olarak “Hakiki hakaik-i eşya Esma-i İlahiye’den ibarettir” zaviyesinden esmaya ve ef’al alemindeki hadiselere bakma usulü’d-dinin esaslarına uygun bir bakış açısıdır. Böylece insan ifrat ve tefritlerden kurtularak hem fantezilerin arkasına düşme, hem esbabı her şey sayma, hem de “Her şey O” veya şuhud ifade eden “O’ndan” deme vartalarından kurtulmuş olur.


Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   93   94   95   96   97   98   99   100   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin