KIRIK TESTİ – 19-09-2004 ALLAHIM, BİZİ KENDİMİZE GETİR! Sen beni zayi ettin...
Görülünce ve haklarında düşünülünce Allahü teâlâyı hatırlatan, onlara saygı göstermeye ve kulluk vazifelerini onlar vesilesiyle yapmaya davet edildiğimiz şeylere “şeâir” denir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen buyurur ki: “Bu böyledir. Artık kim Allah’ın şeâirini tazim ederse, şüphe yok ki bu (hürmet), kalblerin takvâsındandır.” (Hac, 22/32) Kur’ân-ı Kerîm, Ka’be-i muazzama, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ve namaz şeâirin en büyükleridir. Şeâirullahı sevmek demek, Kur’ân-ı Kerîmi, Peygamber Efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem), Ka’be’yi ve namaz gibi ibadetleri, hattâ Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmek demektir. Bunlara gösterilen saygı da, onlar hakkındaki kusurlar da, Allah’a karşı yapılmış sayılır.
Evet, Allah’ın vaz’ ettiği esaslara, o esaslar çerçevesinde saygı duyma, ta’zimde bulunma kalbin takvasındandır. Allah, neye ne derece ehemmiyet veriyorsa, ona o kadar değer vermek kalbin Allah’la irtibatının emâresidir. Yani, Allah Teâlâ namaza çok önem vermişse, namazla bütünleşen, günde şu kadar namaz kılan bir insan hafife alınmamalıdır. Cenâb-ı Hak, Kendisine teveccühe önem veriyorsa, bir kulun sürekli ellerini açması, kollarını kaldırabildiği kadar kaldırıp yüreği çatlarcasına Allah’a yalvarması çok önemli bir meseledir. Bir insan, ibadetlerini, şuuruna misafir etmeden, hissinde ağırlamadan, latife-i Rabbâniyesiyle buluşturmadan angarya kabilinden, baştan savma veya eda edip içinden sıyrılma gibi mülahazalarla yerine getiriyorsa onun Allah’la münasebeti de o kadar demektir. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın önem verdiği şeylere fevkalade önem vermek müminler için bir esastır ve onların Hak karşısındaki derecelerini belirleyen bir ölçüdür. Allah ile münasebetlerimiz, o münasebetlerin lazımı gibi tanıyıp bildiğimiz davranışlar, araya başka bir şeyin girmesine meydan vermeme, rûhî ve kalbî hayatımız itibariyle husûf ve kusûf yaşamama.. bütün benliğimize O’nu duyurma, O’nu hissettirme.. dilimiz O’nu anarken, şuurumuza da O’nu duyurma, hissimizi de O’nunla doyurma.. dış ihsaslarımızla meseleleri iç ihtisaslarımıza ulaştırma ve aklı, fikri, kalbi, ruhu, latife-i rabbaniyeyi besleme... işte bunların hepsi mü’minin Hak karşısındaki derecesini belirleyen birer mi’yar, O’nunla münasebet adına birer ünvandır.
Eğer bir kul, bunların bazılarını eksik ve kusurlu yaparsa, mesela; irade planında Allah’la münasebet içinde olur, diler, kasteder ama latife-i Rabbaniyesini hiç hesaba katmaz, onu da mamur kılmayı düşünmezse, Allah’ın huzurunda dururken, latife-i Rabbaniye ufkundan O’nu temâşâ arzusunu aklının köşesinden bile geçirmezse, belki Allah’ın inayetiyle, o da kurtulur; fakat, latife-i Rabbaniyenin yaratılış hikmetini ve gayesini de ihmal etmiş, vazifelerini kırık, çıkık ve çatlak olarak ortaya koymuş olur. Mesela, zannediyorum, namaz ebedi yolculukta enîs olacak, gökçek yüzlü, boyu posu, edası endamıyla hiçbir tarafı tenkit edilemeyecek uhrevi bir misalî vücuda sahiptir. Eğer onu eda ederken şeytanın hırsızlığına mani olamazsanız, şeytanı rükunuzdan, secdenizden kovamazsanız, o azgın düşman, namazın bir sağına vurur, bir soluna; bir yandan kıyamını götürür, bir yandan kıraatini... namazınızı öyle yaralar ve o hale getirir ki; onun misâlî vücudu da kırık-çıkıklara maruz kalır ve ahirette size ne der bilemiyorum. Mutlaka diyeceği şeyler vardır. “Allah hayrını versin beni zayi ettin” mi der, “Sen beni zâyî ettin, Allah da seni zâyî etsin” mi der, bir şey der mutlaka. Öyle bir namaz sakat olur, kör, topal, sağır hale gelir. Üzerinizden atıyor gibi alelacele kıldığınız namaz, beraber bulunmaktan nefret duyacağınız, onunla olmayı istemeyeceğiniz, abus çehreli, çirkin mi çirkin bir varlık olarak berzah hayatında karşınıza çıkacak, ondan tiksinti duysanız da kabirde, mahşerde yanınızdan ayrılmayacak ve “Beni zayi ettin...” deyip duracaktır. Evet, orada rahatsızlık yaşamamak için sizin burada namaza rahatsızlık vermemeniz ve hırsız elinin ona uzanmasına mani olmanız gerekir. Hiçbir rüknünden bir şey çaldırmamalısınız. Bütün kalbiniz, hissiyatınız ve letâifinizle Allah’a müteveccih olmalısınız.
Burada şu hususa temas etmekte de yarar görüyorum: İslâmiyet bir bütündür; yani, usûlünden furûuna kadar onun esasları hepsi birden edâ edildiği zaman, insana vâd ettiği şeyler -dünya ve ukbâ adına beklenen semereler– elde edilir. Zarûrîyât, hâcîyât ve daha berisindeki onların tekmîliyâtı, tahsîniyâtı diyebileceğimiz hususların bile insanın mânevî ve rûhî hayatı üzerinde çok büyük tesirleri vardır. Biliyorsunuz, İmam Şâ’rânî diyor ki; “Bînamaz bir adamla yarım saat otursam kırk gün namazımın feyzini duyamıyor, ondan lezzet alamıyorum” Şimdi bu teferruâta âit bir meseledir.. belki çoğunuz kendinizi mecbur hissederek, sadece bînamaz değil, iman ve itikatten nasipsiz kimselerle dahi aynı atmosferi paylaşmakta bir mahsur görmüyorsunuz. Diyorsunuz ki; “Başka türlü nasıl emr-i bil-ma’ruf nehy-i anil-münker yaparız, nasıl Allah’ı henüz ölmemiş her vicdana duyururuz!..” Böyle yüksek bir niyete makrûn olarak öyle bir ortamda bulunmanız sözkonusu değilse, dininizi, milli değerlerinizi anlatma gibi bir niyete sığınarak, bir yönüyle kendinizi o niyetinize emanet ederek öyle bir işin içine girmiyorsanız, füyûzat hisleriniz gerçekten ölür gider. Ölür gider de, artık namazları adeta geçiştirir, başınızdan atıverirsiniz, sabah namazına zor güç kalkarsınız; Allah’a karşı mükellefiyetlerinizi, yeme–içme gibi nefsinizin, arzularınızın, iştihalarınızın gerektirdiği şeyler kabilinden edâ edemezsiniz, angarya gibi yerine getirirsiniz. Hiç farkına varmadan özünüze zarar şerarelerle kavrulur gidersiniz. Düşünün, eğer füruâta ait bir mesele bile füyüzât hislerini o kadar alıp götürüyorsa, çok önemli, çok hayatî şeylerdeki ihmaller, tekâsüller, gaflet veya dalâletler insanı nasıl mahrum hale getirir acaba?!..
Evet, dinin esasları bir bütün olarak ele alınıp bütün halinde edâ edilince semere verir. Yoksa kuvve-i inbâtiyesi sağlam bir çekirdek verimli bir araziye dikilse de, eğer güneşle irtibatı kesilirse, sulanmazsa, musallat olan haşerata karşı ilaçlanmazsa.. hiç ağaç olamaz, meyveye duramaz ki. Onun boy atması ve semere vermesi için gerekli olan şartlar ne ise onların tamamını hazırlamak lazımdır. Aynen öyle de, bir müslümanın hakiki insanlık ufkuna ulaşması için de dinin belirlediği esasların bütününün birden yerine getirilmesi şarttır. Mesela, eğer çarşı–pazar insanın seccadesindeki havasına, genel durumuna, umumi tavrına omuz vermiyorsa; şâyet, o insan bir yerde düşüyor-kalkıyor, öbür yerde de onun acısıyla “uf-puf”larla oturup kalkıyorsa, bir yerde kazandığını başka bir yerde kaybedecektir. Bundan dolayı, “Fîzilalil’Kur’an” sahibinin de dediği gibi: “Müslümanlığı hakkıyla yaşamak ancak İslamî bir toplum içinde mümkün olur.” Yoksa insan, seccadesinde, namazgâhında, mescidinde, yuvasının içinde müstakim yaşayabilir. Fakat, sokak ona yardımcı değilse, mektep onu desteklemiyorsa, ilim dünyası onun yanında yer almıyorsa, o insan istikamet üzere yaşamakta oldukça zorlanacak, belki de gel-gitlere yenik düşecektir.
Zannediyorum, günümüzde o tür boşlukları ancak niyet-i hâliseyle doldurabiliriz. Yani, niyetimiz hâlis ise, sürekli “Yâ Rabbi, dünyada Senin için duruyoruz, Seni anlatmak için yaşıyoruz; çirkefin, bataklığın içine orada boğulma durumunda bulunan insanları kurtararak Senin rızanı kazanmak için giriyoruz.” diyebilir ve bu niyetimizi hep dipdiri ve dupduru tutabilirsek -inşaAllah– kurtulabiliriz.
Diğer taraftan, inanç sistemimiz, ibadet ü tâatlerimiz, ahlak anlayışımız ve sosyal münasebetlerimiz bir yönüyle bizim kimliğimizin tezâhürleridir. Biz bunları edâ ettiğimiz zaman kim olduğumuzu ortaya koymuş oluruz. Onları ihmal ettiğimiz, görmezden geldiğimiz takdirde, biz de bütün bütün özümüzden uzaklaşır ve kimliksiz hâle geliriz. Yani biz, kendimizi bir yerde zannetsek, bir düşüncenin temsilcileri gibi görsek de, eğer o yerin ve o düşüncenin gereğiyle amel etmiyorsak, hiç farkına varmadan bizim boş bıraktığımız şeylerin yerlerine başka düşünceler, başka anlayışlar, başka kültürler gelip oturuverir.. Allah muhafaza, hiç farkına varmadan bir kaç yüzlü insanlar oluveririz. Günümüzde bu akıbete uğramış nice insan vardır ki, onlar bir yönleriyle Hristiyan, bir yönleriyle Yahudi ve diğer bir yönleriyle de adeta Budist gibidirler. Evet, dini bir bütün olarak görmeme ve onun vaz’ ettiği esasları kimliğin bir buudu olarak kabul etmeme yozlaşmayı, özden uzaklaşmayı ve kimliksiz yaşamayı da beraberinde getirir.
Hâl Dili ve Hâlimiz
İslam’da esas olan ameldir, davranıştır. İnsanlara tesir eden husus da hâldir, tavırlardır. Bana göre, insanın, sukûtuyla, hâliyle, tavırlarıyla, davranışlarıyla, bakışlarıyla, hatta, kulak kabartışıyla, dudaklarını haraket ettirişiyle, yüzündeki işmizazlarıyla veya sevinç çizgileriyle ifade ettiği, edeceği mânâların muğlak ve müphem yanlarını açmaya matuf olmanın dışında sözlerin hiçbir kıymeti yoktur. Hatta bu sözler, gözyaşlarıyla ve iç dökülerek ifade edilse bile kıymetsizdir. Onun için, velilerde söz yoktur; hak dostları tavır ve davranışlardan hâle yürürler.. marifete hâl ile erer, marifete hâl ile erdirirler. Onlar ashab-ı hâl; söz ebeliği yapıp kendini laf kalabalığına boğanlarsa ashâb-ı akvâl veya makâldir.
Başkalarına hak ve hakikatleri ulaştırmada kullanılması gereken dil de, kâlden ziyade Müslümanın hâl dili olmalıdır. Mühtedîlerin İslâm’a koşmalarının arkasında pozitif ilimlerin ve rasyonalizmin dilinden daha güçlü ve tesirli bir beyan, sözden daha güçlü bir lisan vardır ki, o da İslâm’ın, temsil yoluyla seslendirilen hâl besteli, Kur’ân ve Sünnet güfteli ruhî hayatıdır. Malumunuz: Hazreti İsa’nın havarileri de Ashâb-ı Kirâm efendilerimiz de, değişik milletlerle temasa geçtikleri ve onlara hakkı, hakikati anlattıkları dönemlerde o milletlerin dillerini bilmiyorlardı, onların kültürlerine de yabancıydılar. Fakat, hâl, tavır ve davranışlarıyla, materyalizme kilitlenmiş gönüllere, büyük ölçüde maneviyata dayanan, maneviyat kaynaklı ve maneviyat buudlu hakikatleri anlatmaya muvaffak oldular. Önlerindeki kocaman badireleri nasıl aştılar? İnsanların ölmeye yüz tutmuş gönüllerine nasıl ulaştılar? Nasıl oldu da onca insanı Allah’a iman nuruyla buluşturdular? Bu soruların cevabı, “İman ve İslam’ın, hakkıyla inanmış gönüllere kazandırdığı hâl diliyle” olsa gerek.
Bu açıdan, güzel söz söylemek, iyi laf etmek önemli değildir. Dilin bir yararlı yanı vardır o da, hâlden zuhur eden şeylerde bir iğlâk ve ibhâm, kapalı ve belirsiz ifade varsa onları açma, şerhetme vazifesini görmesidir. Öyleyse, hâlimiz daima dilimizin önünde olmalı, tavır ve davranışlarımız sözlerimize yön vermelidir ki hem Allah nezninde yalancı olmayalım, hem de insanlar nazarında kendi itibarımıza dokunmayalım. Âleme bazı şeyleri telkin ederken onun berisinde başka haltlar karıştımamamız, müstakim olmamız lazım. Evet, müstakim görünmek değil, mustakim olmak lazım. Allah Teâlâ, “Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et, istikamet üzere ol.” (Hud, 11/112) buyuruyor. “Sadece sözlerinizde müstakim olun, başkalarını ikna edecek şekilde söz düzgünlüğüne bakın.” demiyor. “Festekim kemâ ümirte” buyuruyor; yani, “nasıl emrolundunsa tavır ve davranışlarınla öyle dosdoğru ol” diyor. Evet, dinimizde “olma” önemlidir, görünme değil; yaşama ve tatbik etme önemlidir; söyleme ve telkin değil. İslam, yeryüzünde “görünme” ve riyâkarlığın kökünü kesmek, “olma” ve anlatılanları yaşamayı hâsıl etmek için gelmiştir. Dolayısıyla, müessir olabilmeniz de bir yönüyle anlattıklarınızı yaşamanıza bağlıdır. Yaşarsanız müessir olursunuz, Allah’ın izniyle. Çünkü, siz kalbleri fethe tâlipsiniz, gönüllere girmek istiyorsunuz. O çok zor bir meseledir; zira, kalblerin kilidinin anahtarı sadece Allah’ın elindedir. Oraya nüfûz edebilme ancak Allah’ın yardımıyla, inayetiyle mümkündür. O kilidi açacak, sözlerinizin hedefine ulaşmasını sağlayacak ve tesiri yaratacak Allah’tır. Siz Allah’ın yanında değilseniz, maiyyete mazhar değilseniz, katiyen müessir olamazsınız. Evet, tesir sözlerde değildir; o sözlerin hâle tercüman olmasında ve Allah rızası gözetilerek söylenmesindedir.
Kulaklar doydu, gözler aç!..
Bir insan dînî emirleri ne kadar yerine getiriyor, yasaklardan ne kadar kaçınıyorsa, Allah nezdinde o kadar kıymeti vardır ve kıymeti ölçüsünde de müessiriyeti vardır onun. Hâl ve kâl, hakkı tutup kaldırma, onu temsil edip anlatma adına çok önemli iki cepheli bir dildir. Bu iki görünümlü tek dil hakikatle gürleyince, onun tesiri müthiş olur. Beyan-hâl farklılığına düşmeyenlerin ifadeleri iz bırakıcı ve kalıcıdır. Cenab-ı Hakk’ın Hazreti İsa’ya “Ya İsa, önce nefsine va’z et. Eğer o kabul ederse, sonra insanlara nasihatte bulun! Yoksa (nefsinin kabullenmediği şeyleri başkalarına anlatma hususunda) benden utan!” sözünde saklıdır yapma ve anlatma beraberliğindeki sır. O halde insan, inandığı şeyleri önce yaşamalı, sonra da kendinden tecrid mülahazası içinde, duygu, düşünce ve iç derinliklerini seslendirmelidir. Gecelerini gafletle geçiren biri, teheccüdden, gece namazından bahsederken utanmalı.. namazını huşû ve hudû ile kılamıyor, Allah’a karşı saygılı davranıp gerekli mehabet ve mehafeti içinde duyamıyorsa, kamil namazdan dem vurmamalı.. adanmış bir gönle sahip değilse, bir tek kelime ile dahi “yaşatmak için yaşamak”tan katiyen bahis açmamalıdır; açmamalıdır zira, bir hikmete binaen Allah anlatılan hususların tesir gücünü, anlatanın yaşamasına bağlamıştır.
Allah (Celle Celalühu), “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmadığınız şeyleri söylemek, Allah’ın en çok nefret ettiği şeylerdendir.”(Saff, 61/2-3) buyurmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, ayet-i kerime, zemm makamında “niye-niçin” diyerek sorgularken, “Sakın yaşamadıklarınızı anlatmayın” demiyor. “Madem söylüyorsunuz, Hakk’a tercüman oluyorsunuz, davranışlarınız neden O’na tercüman değil? Bir şeyi söyleyip de yapmamak, Allah indinde gazaba vesile olacak şeylerin en büyüklerindendir, en menfur bir davranıştır.” diyor. Anlattıklarını uygulamayan bir kimsenin hiç konuşmamasını değil, konuşanın, anlattığı hususları uygulama azmi içinde olmasınının lüzumunu ifade ediyor. Zira yaşamak ayrı anlatmak da ayrı birer ibadettir. İkisini birden yapmayan iki günah, birini yapmayan da bir günahla kendini tesirsizliğe mahkum etmiş olur. Mesela, iffetli olma, harama bakmamadan bahsediyorsanız, çarşıda pazarda sizin işiniz ne? Farz bir vazife olmayınca, günaha girmenin muhtemel olduğu yerlere ne diye gidiyorsunuz? Vâcib bir vazife yoksa, sokakta niye dolaşıyorsunuz? Evet, yapmadığınız şeyleri söylemeniz, daha doğrusu, söylediğiniz şeyleri uygulamamanız hem gazab-ı ilahiyi celb eder, hem tesir gücünüzü kırar, hem de size olan güveni sarsar, anlattıklarınız “kuru bir laf” olarak işitilip unutulur.
Ben çok sukûtî insan tanıdım, geçenlerde bir yazıda da onlara dair ipuçları vermeye çalıştım. Konuşmaları icab ettiği yerde o insanların da bazen konuştukları olurdu ama onların söz ve beyanları daha ziyade hallerinden süzülen mânâları açmaya matuf, mübhem hisleri şerhetme istikametinde ve gözsüzlere kapalı hakîkatleri avamîleştirme yönünde olurdu. Onlar halleriyle seslendirdikleri sükûtî hutbeleriyle herkesi mestederlerdi. Onların hâl ve gönül derinliklerinden dolayı, dillerini bilen-bilmeyen hemen herkes ne demek istediklerini rahatlıkla anlar ve onlara büyülenirdi. Onların yanındayken “duydum, öğrendim ve inandım” yerine “gördüm, hissettim ve bende oldum” derdik. Konuşurken hikmet konuşurlardı. Sükût ederken de derin murakabe bakışlarıyla insanın âdeta içini delerlerdi. Çok kaynağa uğradım, çok çeşmenin başına gittim ama heyhat, hiçbirinde kovamı dolduramadım. Avare dolaştım, avare gezdim. Avare gezdiğime hâlim şahit değil mi? Ama laf ederken hikmet konuşan, sessiz dururken de tefekkür eden o sukutîlerin sukûtu hâlâ üzerimde tesir icra eder.. onlarınki kristalleşmiş tefekkür, kristalleşmiş murakâbedir.. mesela; İhramcızâde İsmail Efendi ile beraber olmuştum. Onca zaman içinde belki iki kelime ancak konuşmuştu. Ama boynunu bir yana kırıp boynu eğriymiş gibi saygıyla duruşu, diz üstü oturuşu, mahcup tavrı ve her haline nüfuz eden, Allah’ın huzurunda olma havası bana çok tesir etmişti.
Hani hep deriz ya: “Çok güzel hutbeler dinledim, büyük hatiplerin sözlerine kulak verdim. Artık kulaklarım doydu. Fakat, gözlerim aç. İslamın lafını eden değil, onu yaşayan insan görmek istiyorum.” Maalesef, sözler, söz söyleyenden bîzâr. Hutbeler, hatipten bîzâr. Va’z u nasihatlar vâizden bîzâr. Kimse kırılmasın, ben kendimi de dahil ederek söylüyorum. Namaz kılan, Kuran okuyan, camide saf tutan insanların çehrelerinde haşyet görmüyorum. Allah’ın huzurunda duruyor oluşumuz halimize aksetmiyor, haşyet yok duruşumuzda. Kalbler ölmüş adeta. Saflar arasında müteharrik mezarlar gibi kıpırdanışlar durumumuza tam uyuyor. Bir cenaze yatıyor, kalkıyor, eğiliyor ve doğruluyor; çoğumuz cenaze gibi Allah huzuruna geliyor ve cenaze gibi gidiyor. Ve dolayısıyla da müslümanlar adına iyi bir görüntü olmuyor, hâlimiz kimseye bir şey ifade etmiyor. Bu ifadelerim müminler hakkında su-i zansa, Rabbimden affımı dilenir, sizden de özür dilerim. Reyhâni kadınları taşladığı bir yerde, “Duyarsa kadınlar taşlarlar seni/ Kimisi bilir dini imanı/ Asiye, Meryem gibi sultana benzer” der halk ağızıyla. Aramızda dini-imanı iyi bilen, Ebû bekir, Ömer gibi sultana benzeyen insanlar da vardır. Namaza başladığı andan itibaren, onun her saniyesinde şuuruna, benliğine namazı duyurarak eda eden üç-beş insan da vardır mutlaka. Ama genel manzara bende müminlerin bir boşlukta dönüp durduğu hissini uyarıyor. Nice kimseler var ki, camide de olsalar çok boşlar, çok ürpertisiz yaşıyorlar, çok gâfiller. Namazı bile esneyerek edâ ediyorlar. Namaz hayatları döşek hayatlarına denk gidiyor. Ama döşek hayatlarına, ibadet ü taat havasını taşımaları söz konusu değil. Namazda dururken döşeği yanlarına getiriyorlar; fakat, döşekte de Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ufkunu yanlarına alamıyorlar. Merhum Mehmet Akif diyor ya;
“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile,
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”
Allahım, bizi kendimize getir!
Evet, müessiriyet yolu araştırıyorsanız o hâlden geçer. İyi sözler ezberlemeye, tumturaklı ifadeleri ard arda dizmeye çabalamayın sakın. İyi laf etmek için o türlü sunîliklere temayül göstermeyin. Unutmayın ki, Ümmet-i Muhammed hâlde kaybetmesiyle kaybetmiştir. Hâl insanı çok azdır günümüzde. Bu, hâl insanı kıtlığı müminleri bitirmiştir. Düşünün, hakkı yok mu vücuduzun zerrelerinin sizinle beraber Allah’ı duymaya? Hakkı yok mu şuurunuzun da O’nunla doymaya? Zihniniz O’nunla ürpersin, akıl ve mantığınıza da O hükmetsin, O’nun hâzır ve nâzır oluşu damarlarınızda cereyan eden alyuvarlara, akyuvarlara da tesir etsin, bütün benliğinizde bir ürperti halinde O hissedilsin.. sizin mahiyet-i cismaniyenizin hakkı değil mi bütün bunlar? Onlar da Allah’ı duymalı, namazı duymalı değiller mi? Öyleyse, yarın hesaba çekmezler mi bizi; mesela, “Nerede siz, nerede namaz!” diye sormazlar mı?.. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) namaz kılarken, bir tencerenin kaynarken çıkardığı ses gibi ses gelirdi sinesinden. İçinde boyunduruk varmış gibi kıvranırdı. Gözyaşlarıyla mübarek sakallarını, seccadesini ıslatırdı. Hazreti Üstad kıvrana kıvrana namaz kılardı, “Allahu Ekber” derken, bütün benliğinde duyarak, onun havasını zerrelerine dahi içirerek söylerdi. Şimdi bize demezler mi: “Nerede siz, nerede namaz!” Sizi ye’se düşürmek, içinize is saçmak, sinelerinizi sıkıntıya sokmak için söylemiyorum bunları. Madem işin hakikati Efendimizin, Sahabe-i Güzînin, Üstadımızın gösterdiği, yaptığı gibi; öyleyse, gelin hakikatini bulalım bu işin, kurtulalım sunîliklerden, terkedelim formaliteleri ve işin hakikatine yürüyelim. Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam): “Nice namaz kılanlar vardır ki, nasipleri sadece yorgunluk ve zahmettir.” buyuruyor; gelin namaz yorgunu olmaktan Allah’a sığınalım. Yalvaralım Rabbimize, “Allah’ım, bize hakkı olduğu gibi göster; hakikati kendi çerçevesiyle ruhumuza duyur ve hissettir. Bizi ona ittibaya muvaffak kıl. Bâtılı da kendi çirkin çerçevesiyle olduğu gibi göster ve bizi ondan ictinâba muvaffak kıl.” Hakkı hak bilip ona hakkıyla ittiba, bâtılı batıl bilip ondan da bütün bütün ictinab” için Rabbimizin yardımını dilenelim.
Sözlerim sizi ye’se düşürmesin. Mümin için hiçbir zaman ümitsizlik sözkonusu değildir. Ben kendimi gırtlağıma kadar kusur içinde görüyorum. Çok korkuyorum; bazen yüreğim ağzıma geliyor, inanın, pek çok gece uykum kaçıyor, uyuyamıyorum; “Eğer olmam lazım geldiği gibi olamamışsam Rabbimin huzuruna nasıl çıkarım, ötede ne olur benim hâlim?” diyorum. Fakat, her şeye rağmen, hiç ye’se düştüğümü hatırlamıyorum. Allah bizim Mevlâmızken ye’se nasıl düşerim ki? Sonunda meseleyi getirip yine “inne Rahmetî sebakat alâ gadabî” hakikatine bağlayarak, O’nun rahmetinin daima gazabının önünde olduğunu düşünerek nefes alıyorum; “O’nun rahmeti her şeyden daha geniştir, benim gibileri bile affeder.” diyorum. Diyorum ama asıl yapılması gerekenin derlenip toparlanma olduğunun da farkındayım. Öze dönme, yenilenme, kendine gelme... Kendinde olmadan yaşamaktansa, bence ölmek daha iyidir. Artık ne diyeyim: “Allah’ım, ya bizi kendimize getir veya bizi Kendine al.”
Dostları ilə paylaş: |