Baba Mertcan: 216-3884688, Şaban Mertcan: 212-2498127, 544-6297861, 533-4219394, 435+havaalanı 103=538$



Yüklə 3,83 Mb.
səhifə117/185
tarix04.01.2019
ölçüsü3,83 Mb.
#90520
1   ...   113   114   115   116   117   118   119   120   ...   185

Sükutîler


Aynı temkin ve sükut hasletini Sahabi Efendilerimizde de görebilirsiniz. Ben, Hazreti Ebu Bekir Efendimizin (radiyallahu anh) Peygamberimiz’in huzurunda konuştuğu bütün sözlerin yüz cümleyi geçmediğine kânîyim. İddiada bulunmak, bir şey iddia etmek bir yönüyle kendini bilmezliktir, haddi aşmaktır; bir riya ve kendini satmadır. Bundan dolayı, kendimle alakalı bir iddiada bulunmaktan Allah’a sığınırım. Fakat, hadis, siyer ve magazi kitaplarının tamamı taransa Hazreti Sıddık-ı Ekber’in, Allah Rasûlü’nün huzurundayken konuştuklarının yüz cümleyi geçmeyeceğini iddia ediyorum. Oysa ki, Hazreti Ebu Bekir konuşmasını çok iyi bilir, çok güzel konuşurdu. Yine bir belâğat ve talâkât üstâdı olan Hazreti Ömer, Hazreti Ebu Bekir’in Benî Saîde Sakîfesindeki konuşmasını hayranlıkla anlatır, onun ruhlara nüfuz edişini, kendisinin söylemeyi planladığı sözlerin aynısını çok güzel bir üslupla onun dile getirişini takdirle yad eder. Yani, Hazreti Ebu Bekir söz söylemesini bilen bir insandı. Efendimiz’i de en iyi anlayanlardan birisiydi. Bir gün Allah Rasûlü söz lâl ü güherlerini etrafa saçarken, o hayran hayran Efendimize bakmış ve coşkun bir edayla “Men eddebeke yâ Rasulallah” deyivermişti. Edebin bir-kaç manası vardır. Birincisi, insanın tavır ve davranışlarında, oturuş ve kalkışında, hatta mimiklerinde hep karşı tarafa saygı ifade eden bir hâl içinde olmasıdır. Edebin –edebiyat kelimesiyle aynı kökten gelmesine bağlı olarak– bir diğer manası da, hitabet sanatını bilme, sözün hakkını verme, üsluplu ve güzel konuşma demektir. Hazreti Ebu Bekir’in sorusu da bu ikinci mânâ istikametindeydi; “Sana bu kadar güzel konuşmayı kim öğretti?” diyordu. Demek ki, sözden anlıyor, bir mücevherci gibi söz inci-mercanlarını farkediyor ve hayranlığını dışa vuruyordu. İşte, böyle bir insanın, bütün hayatı boyunca Efendimiz’in huzurunda konuştuğu sözlerin tamamı yüz cümleyi geçmez. Hatta bir yönüyle konuşmayı seven ve konuşmadan çok çok iyi anlayan, “Ben hiç durmadan İbnu Ebî Salt’ın şiirlerinden bin tanesini peşi peşine okurum” diyebilen, zamanında edebiyatla da meşgul olan ve bu konuda, İmru-ül Kays, Nabigatü’z Zebyani, Züheyr ibni Ebi Sülma, Tarfete ibni Abd, Lebid ibni Rebia... gibi cahiliye şairlerini birkaç mısralarından tanıyıp ayırdedebilecek kadar engin bir malumata sahip bulunan Hazreti Ömer’in, Efendimiz’in huzurundaki bütün konuşmalarını da sayabilirsiniz. Peygamberimizin yanında senelerce bulunmasına rağmen ona söylediği sözlerin sayılabilecek kadar az olduğunu göreceksiniz. Nedendir acaba? Çünkü, bu insanlar, konuşmasını bilen ve her sözü faydalı olan bir insanı dinleyip ondan istifade etmek için sükut duruyor; böylece hem söz ve vakit israfından uzak kalmış hem de sözlerinden herkesin istifade edebileceği O Söz Sultanına konuşma imkanı vererek herkesin nasiplenmesini sağlamış oluyorlardı.

Hazreti Ebu Bekir yine buyuruyor ki; “Biz, Efendimiz’in huzurundayken başımızda kuş varmış gibi duruyor, tek kelime kaçırmamaya çalışıyorduk.” Demek ki, sahabe efendilerimiz Söz Sultanı’nın huzurunda, konuşmak şöyle dursun, hareket etmekten bile kaçınıyor, O’nun dudaklarından dökülen söz incilerinin bir tanesini bile zayi etmemeye, O’nun her sözünü tam anlamaya gayret gösteriyorlardı. Zira, O’nun sohbeti hep Cânan sohbetiydi; O vahiy kaynaklı konuşuyor, muhataplarının elinden tutup onları Cennet yamaçlarında dolaştırıyordu.

Öyleyse, bizim meclislerimizin sohbet konusu da sokaktan derlenen, çarşı-pazardan toplanan, gazete sayfalarından aşırılan ya da İnternetten alınan lâf u güzaf olmamalı.. bunların ne ilim-irfan bakımından, ne zevk-i rûhânî açısından ve ne de sohbet-i Cânân adına ifade ettiği hiçbir şey yoktur. O türlü muzahrefâtı duyunca, sadece hiçbir şey bilmeyen cahiller kendilerini bir şey dinliyor ve öğreniyor zannederler. Fakat, söz cevherinden anlayan kimseler, o malumat kırıntılarının altının boş olduğunu hemen sezerler. Kimisi açar ağzını, gazete köşelerinden topladığı sığ bilgilere güvenerek dinî ve edebî meselelerde bile atar-tutar, fakat söz sarrafları onların faydasız ve boş laflar olduğunu hemen anlayıverirler.

Dilzede mi, dîlzede mi?


Bence insan, hem başkalarının hissiyatına saygının gereği, hem kendi seviyesini deşifre etmeme ve zaaflarını ortaya koymama adına kendisine saygının gereği ve hem de mananın ve mefhumun hatırına söze saygının gereği olarak sükûtîliği tercih etmelidir. Evet, sürekli sen konuşursan bildiğin şeyleri tekrar edip durmuş olursun. Fakat, dinlemesini de bilirsen, başkalarından da öğreneceğin çok şey olduğunu görür ve öğrenirsin. Böylece kendini yenileme imkanı bulduğun gibi, başkalarına duygu ve düşüncelerini açıklama fırsatı vererek onlardan da istifade edersin. Yoksa, senin de bazı kelamzedelerin durumuna düşmen kaçınılmazdır. Hani, bazı söz ve beyan özürlü aciz insanlar vardır. Fikir ve düşünceleri sağlam bir esasa dayanmadığından dolayı konuşurken sürekli boşluklara düşerler ve o boşlukları gülmeyle, mimiklerle ve şaklabanlıkla kapatmaya çalışırlar. Mesela; İngilizce konuşurken bir kaç kelimeyi hatırlayamaz, bir düşünceyi net ifade edemez ve bir anlık tereddüt yaşarlar, bir çeşit boşluğa takılırlar; takılır ve o boşluğu doldurmak için de hemen gülmeye, kahkahaya ve şaklabanlığa sarılırlar. Oysa, bir mü’min olarak sen her halinde vakar ve ciddiyetin temsilcisi olmalısın. Tavır, hâl ve davranışların da en az sözlerin kadar manalı olmalı ve çok şey ifade etmeli. Öyleyse, sen bildiğin kadarını doğru dürüst seslendir, mutlaka gerekli olanları söyle. Sonra da vakar ve ciddiyetle otur dinle, konuşulanlardan istifade et.. yırtılma, açılıp saçılma, kendine karşı saygını koru, başkalarına karşı da hürmette kusur etme. Hem unutma, söylediğin her kelime muhafaza ediliyor. Sağında ve solunda yerleşmiş iki kayıtçı, ağzından çıkan her sözü, söylediğin her cümleyi ve yapıp ettiklerini kaydediyor. Büyük buluşmada onların hesabını vereceğini düşün ve dil afetlerinden kendini koru.

Bu mevzudaki bir üzüntümü daha ifade etmek istiyorum: Risaleler ve iman hakikatlerine dair yazılan eserler, tahkîk-i imanı elde etme, irfan ufkuna ulaşma ve zevk-i ruhaniyeyi yakalama adına bir rehberdir. Ama eğer, bazı insanlar, Nurlar sayesinde başkalarına nisbeten biraz daha fâik, biraz daha farklı bilgilere ulaşınca, onları demogoji adına kullanmaya, caka yapmaya, o bilgileri peylemeye ve satmaya başlıyorlarsa; artık o hakikatleri başkalarına duyurmuyor, onlarla kendilerini ifade ediyor, onları kullanarak kendi reklamlarını yapıyorlarsa; okuyor, tahlil ediyor, açıklıyor, “Bakın neler var bunların içinde” diyorlar ama aslında kendilerini nazara veriyor ve “Bakın, ben nasıl anlıyorum, neler var bende; neler biliyor ve neler anlatıyorum.” demeye getiriyorlarsa; hatta ses tonunu, okuma üslubunu, tahlil ve terkiplerini bile bu mülahazaya göre ayarlıyorlarsa, bu şekilde tahkîk-i imanı elde etmeleri de, irfan ufkuna ulaşmaları da düşünülemez. Unutulmamalıdır ki, Kâbe’yi tavaf ederken, elde Kur’an taşırken, Sünnete bağlılık iddiasıyla yaşarken dahi şeytanın yolunda gitme ihtimali vardır. Nurları okurken, onları anlatırken bile İblis’in izinde olmak da muhtemeldir. Evet, Nurlar bazılarında imanda derinleşme, bazılarında da gevezeleşme hâsıl ediyor. Birileri o kıymetli eserler vesilesiyle imanda tahkike eriyor, derinleştikçe derinleşiyor; bir heybet, bir mehabet insanı haline geliyor. Dudaklarından dökülen her sözün hesabını vereceği mülahazasıyla adeta tirtir titreyerek konuşuyor. Bazıları da, hiç olmayacak yerlerde bile söz girizgahları buluyor, değişik mevzuular açıyor ve hemen gevezeliğe giriveriyor. Hazır bulduğu insanların kafalarına vura vura zorla kendisini dinletiyor. Oysa, konuşan heva ve hevesler değil, hakikatler olmalı; yalnızca hakikat konuşmalı. Herkes o hakikatlerden istifade etmeye çalışmalı. Bilmeyen bir bilene sormalı, bilen bildiği kadarını hak namına söylemeli ama kat’iyen demogoji ve diyalektiğe girmemeli. Bir araya gelişler bu maksatlara mâtuf olmalı, bu maksatları gerçekleştirme gayesiyle bir yerde oturmalı; orada yemek de yenecek veya çay da içilecekse, yemek ve çay tâli’ dereceden ve asıl gayeye bağlı olmalı ama doğrudan doğruya yeme–içme, oturup ahbaplık yapma, eğlenme ve manasız pikniklere katılma... gibi mâlâyânî şeylere girilmemeli.. girilmemeli; zira iki cihan Serveri buyuruyor ki: “Mâlâyâni şeyleri terketmesi Müslümanın İslâmiyetine ait güzelliklerindendir.”

Hasılı, Müslüman az ve öz konuşmalı, sevap olmayan şeylere ve laubâliliklere kat’iyen girmemeli. Malumat sahibi bir insansa ve ille de konuşması gerekiyorsa, sohbeti Cânan’dan bahisler açmalı. Kendisi bilmiyorsa, başkalarının o istikamette konuşması için lazım gelen ön hazırlıkları yapıp zemin hazırlamalı; hak ve hakikatleri ihlasla seslendirecek, sohbeti fayda verecek bir insana söz hakkı vermeli, onu konuşmaya teşvik etmeli.. meclislerin günlük dedi-kodularla kirletilmesine müsaade etmemeli.. ve ne yapıp edip her sözü erkân-ı imamiyeye, Cânân sohbetine getirmeli. Kısacası, “Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır koşuşsun ya da sussun.” hadis-i şarifine uygun bir hayat sergilemeli.

Bu faslı da Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm’ın bir söz incisiyle bitirelim: “Allah’ın zikri dışında kelamı çok yapmayın. Zira, Allah’ın zikri dışında çok kelam, kalbe kasvet (katılık) verir. Şunu bilin ki, insanların Allah’a en uzak olanı kalbi katı olanlardır.”



Yüklə 3,83 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   113   114   115   116   117   118   119   120   ...   185




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin