Selefi salihîn arasında, gerçekten çok ciddi şekilde, rekâike tevcih gayreti vardı; zühd mülahazasını yerleştirme, kalbin zümrüt tepelerinin eteklerinde dolaşma, sonra o zümrütten yamaçlara tırmanma ve nihayet o tepenin zirvelerine ulaşma; Üstad’ın yaklaşımıyla, insanları hayvaniyetten çıkarma, cismâniyetten kurtarma, kalb ve ruhun derece-i hayat seviyesine yükseltme gayreti vardı. Hatta onlar arasında yaşayan öyle kalb, muhasebe, murakabe ve haşyet insanlarından bahsedilmektedir ki, ötelere ait bir mesele okurken korkudan kalbleri duruvermiştir. Mesela, Abdullah b. Vehb, kıyametin yüreklere ürperti salan sahnelerini okuduğu bir anda kalbi havf ve haşyetle dolmuş, hıçkırığa tutulmuş, kendinden geçmiş, kollarına girip evine götürdükleri zaman korkudan dolayı kalbinin durduğunu görmüşlerdi. Ebu Osman en-Nehdî bayılana kadar namaz kılıyor, bazen okuduğu ayetlerin tesiriyle bayılıp düşüyordu. İnsanlar o kadar hüşyar ve yürekler de öyle titrekti.
İşte, namaz, oruç, hac gibi ibdetlerin de, emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münkerin de kendilerine göre ayrı birer yeri vardır. Fakat, ibadetin ruhu ihlassa, ibadet ü tâatın damarlarında dolaşan kan da zikirdir. Zikir, hem lisân, hem kalb, hem beden ve hem de vicdanın bütün erkânıyla yerine getirilen bir vazife ve bir kulluk borcudur. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, hamd ü senâyla gürlemek, tesbih u temcîdlerle gerilmek, kitabını okumak, O’nun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini manâyı harfiyle mırıldanmak; acz u fakrı duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek.. evet, bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Emir ve yasakları ciddî bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu ikinci zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse asıl olan, lisana ait zikri ve bedenî zikir diyebileceğimiz aksiyonu beraber götürmektir.
Ashâb-ı kiram ve selefi salîhin efendilerimiz zikrullahı en zor şartlarda ve harp meydanlarında bile terk etmemişlerdir. Hatta onlar, cihada giderken bile, öyle yüksek sesle Allah’ı anıyor, O’nun esmâ-i ilâhiyesini, sıfât-ı sübhâniyesini zikrediyorlardı ki, –teşbih caizse– adeta bir mehter takımıyla cûşiş temin ediyor gibi, zikirle gönüller heyecanlanıyor, dört bir yanda yankılanan evrâd ü ezkâr sesleriyle öteler iştiyakı köpürüyordu insanların içinde. Gürül gürül Kur’an ve dua okuyor, avaz avaz Allah’ı anıyorlardı. Onların bu halini gören Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem), “Siz sesinizi duymayan, yakarışlarınızı işitmeyen birisine seslenmiyorsunuz; sesinizi indirin, kendinize biraz şefkat edin.” deme lüzumunu hissetmişti.
İstidrâdî olarak bir hususu arzettikten sonra zikre devam etmek istiyorum: Merhum Şâtıbî, İ’tisam’ında gür sesle zikretme meselesini bid’at sayıyor. Zannediyorum, o dönemde pek çok bid’at yapılıyordu. Bu sebeple o da, bid’at saydığı şeylerin üzerine şiddetle gidiyordu. Cenâb-ı Hak Şâtıbî’yi Firdevs’iyle sevindirsin, zira o dine çok hizmet etmiş, bitevî beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Fakat, muasırım olsaydı ben ona derdim ki, “A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüste eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen müslümanlar arasında İslamî heyecan uyaracağına, bid’atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın.”
Eğer o mübarek zatın, Şâtıbî’nin ruhâniyeti benim söylediğim bu şeylerden rahatsız olduysa Allah beni bağışlasın, Cenâb-ı Hakkın binlerce mağfireti de onun üzerine olsun. Fakat kafama takılan, çoktan beri zihnimi meşgul eden bir meseleyi söylemiş oldum. Ben, onun İ’tisam adlı kitabına takıldığımda, o mesele de benim kafama takıldı. Evet, o devirde yazılacak şey başkaydı; o gün, insanlarda İslamî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve elele İslam dünyasının maddî-mânevî yükselmesine çalışmaktı. Ne var ki, öyle pek çok devirde olduğu gibi, aslı ve temeli dinde olan meselelerde teferruata ait şekillendirme mevzuuyla uğraşılmış ve dolayısıyla da çok şey ihmale uğramıştı.
Evet, sahabe efendilerimizden bugüne kadar her devirde hak dostları zikrullahı, damarlarda dolaşan kan gibi kabul etmiş, değişik yollarla Allah’ı anmamayı kan yetmezliğine bir sebep gibi görmüş ve sürekli zikirle beslenmişlerdir. Mesela, Hazreti Ali Efendimiz der ki, “Ben Rasulullah’tan şu duayı ve şöyle bir tavsiyeyi duyduktan sonra artık onu hiçbir gece terketmedim.” Hazreti Ali için, belki de hayatının en önemli, en ciddi gecesi ve onun en çok meşgul olduğu zaman dilimi, Nehrivan’da Haricîlerle savaştığı geceydi. Birisi Nehrivan’ı işaret ederek, “O gece de unutmadın mı, onca koşuşturma ve meşgale arasında dua ve zikrini terketmedin mi?” diye sorunca Hazreti Ali’nin cevabı, “O gece bile terketmedim.” şeklinde olmuştur.
Evet, belli dönemler itibarıyla bizim dünyamızda, evde, sokakta, cami de ve hatta harp meydanlarında Allah anılıyor, her fırsatta zikir halkaları teşkil ediliyor ve Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatları yâdediliyordu. Zikrullah, oruç tutarken de, zekat verirken de ihmal edilmiyordu. Hacda gürül gürül zikrullah sesi duyuluyordu.. Bayram sabahları ovalar, obalar bir çağlayanın akışına benzeyen zikir sesleriyle doluyordu. Hususiyle de Kurban bayramında yüksek sesle tekbir getirme, şeâiri ilan etme manasına geliyordu. İşte bu itibarla zikrullah, hemen her ibadetin damarlarında cereyan eden kan gibiydi; bugün de öyledir. Onsuz hiç olmadı; bugün de onsuz olamaz. Çünkü biz ancak onun sayesinde, Allah’la irtibatımızı kuvvetlendiririz. Zikrullahın, evrâd ü ezkârın terkedilmesi bizde ciddi bir zaaf meydana getirir. Allah’la münasebetlerimizde bir gevşeme hasıl eder, hafizanallah.
Dostları ilə paylaş: |