Samimiyet ve Adanmışlık
Samimiyete Allah’ın lütfu başka türlü olur. İnsan her gün kalbini mercekten geçirmeli, sonra işe koyulmalı. Sen kendini hiç düşünme. Düşünülecekse seni başkaları düşünsün. Meşruyu bile Allah rızası için yapılan işlere karıştırmamalı. Meşru dairedeki zevk ve lezzetleri senin için başkaları düşünsün. Sen ölesiye çalışırken dostların “Yeter, gel artık!” desin.. kolundan tutup seni zorla düğün odasına soksun. “ADANMIŞLIK” budur. Adanmışlık, Allah rızası uğrunda yaptığı işler dışında her şeyi kendine haram bilmektir. Bu uğurda tabiatınla savaşacaksın. İşte Mus’ab’lık burada başlar. Bu noktada İbn Cahş olunur. Kalbini yalnız O’na ayıracaksın. “Bu dil beyt-i Hüdâ’dır, oraya başkasını oturtmam” diyeceksin. Sadece “Allah” deyin bereketini görün, kendinizi kat’iyen karıştırmayın. Yırtınsan da, çırpınsan da, ağlasan da eğer kalbindeki ses O’na ait bir ses değilse, samimi değilsen sükût etmen, susman senin için daha hayırlıdır. Bir “Sübhanallah” derken bile baktın ki gönlünün sesi değil, “Süb” de, kes onu.
Bugün İslam alemi öyle hadiselerle karşı karşıyadır ki; müminler ölesiye dua etmeli ve ancak “Ya Rabbi! Saatlerdir yüreğimi yırtarcasına yalvarıyorum. Dahası senin rahmet ve mağfiretine güvensizlik izhar etmek olur.” duygusuyla ısrardan vazgeçmeli.
İnançsızlık Her Devirde Aynıdır
İnançsızlık mülahazası her yerde, her zaman aynıdır. Ebu Cehil “Allah nerede?” diyor. Aynı küfrü bu çağda da görebilirsiniz; laboratuardaki adam “Bak, Allah’ı burada göremiyoruz, nerede O?” diyor. Ona şöyle demek lazım: “Ahmak! Allah senin laboratuarına girecek şey mi? Atomun içindeki çekirdek dönüyor, döndüren eli mi arıyorsun. Yoksa Gagarin gibi O’nu küre-i arzın etrafında mı arıyorsun?” Uzayda dönüp dolaşıp da “Allah’ı göremedim” diyen Gagarin için Necip Fazıl demişti ki: “A be ahmak! Allah’ın -haşâ ve kellâ- fezâ-yı ıtlakta dolaşan bir balon olduğunu sana kim söyledi?”
Bakış zaviyesi yakalanamayınca “doğru” bulunamaz. Hani Firavun adamlarına demişti; “Hele bana yüksek bir kule yapın da çıkıp bakayım, Musa’nın Rabbi orada mı?” Zavallı, bilmiyor ki onun kule diye yaptığı deryada bir katre, çölün içinde küçücük bir tepecik. İşte bakış açısı bu olunca küfür aynı küfür, zaman ve mekan değişse bile o değişmiyor.
İçinde işlenmesi kesin bir günah ve ma’siyet bulunan bir amel, ileride elde edilmesi şüpheli bir sevaba bina edilmez. İlerideki ihtimal bir sevap için günaha girmek caiz değildir. Yarına çıkacağımıza dair elimizde bir senet yok ki!
Cezaların Tehiri
İnsanda bazı latifeler vardır ki, bir kirpiğin ağırlığını bile taşıyamaz, bir anda kaybolur, batar gider. İşlenen günah ve hatalar karşısında cezaların bu dünyada verilmemesinden insan hep endişe duymalıdır. Eğer hiçbir ikaz almıyor, hiç sürçüp düşmüyor, hastalığa ve herhangi bir sıkıntıya maruz kalmıyor ve hiçbir menfi durum ona isabet etmiyorsa oturup düşünmesi ve bu durumundan dolayı da kendinden endişe etmesi gerekir. Hafizanallah en tehlikelisi de cezaların sonraya bırakılmış olmasıdır. Tavır ve hareketlerimizde hatta ifadelerimizde içimiz duru değilse; adımlarımız ihlas adına değilse; her yaptığımızı O’nun rızası istikametinde yapmamışsak ve Cenab-ı Hak bunları tehir edip ahirete bırakıyorsa işimiz bitik demektir. Bundan dolayı tir tir titremeliyiz. Bir de Rabbimizle aramızdaki münasebet hangi çizgide seyrediyor, bizim irfanımız bu mevzuda nerededir, vicdanımızla tartar ve böylece konumumuzu tayin etmiş oluruz. Bazıları için yatakta gaflet içinde ayağını uzatması, şurda-burda uluorta açılması bile Rabbiyle arasındaki münasebeti açısından risklidir. Böyle ölçüler umumi değil, kişi ile Rabbi arasındaki münasebete göredir. Herkes için geçerli olmayabilir, şahıstan şahsa bu ölçüler değişebilir.
Bazen, sırf mütevazi görünme niyetiyle yapılan tevazu, kibirden daha tehlikeli, öldürücü olabilir.
Bugün dünyanın çeşitli bölgelerinde fakr u zaruret içinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan pek çok insan var. Hayatı sırtlarında taşınmaz bir yük gibi taşıyorlar. Soframızdaki çeşit fazlalığına içimizde bir tepki olmalı. Ne kadar kalori ihtiyacımız var, onu alsak ve bunu aramızda bir içtimaî protokol haline getirsek; artık sofralarımıza bir çeki düzen versek. Yoksa adaletsizlik üzerine kurulan cihanı Cenab-ı Hak yıkar. Bu mevzu insanımızca unutuluyor, tekrar ber tekrar hatırlatmak lazım.
Gemi feneri konumunda olanların halleri ve hareketleri de o ölçüde dengeli olmalıdır.
Takvanın İki Yönü
Allah’a göre her şey çok kolay. Biz esbap planında düşünmeye kalkınca her şey çetin gibi geliyor. Çok fedakarlık istiyor, sabırla çalışıp çabalamak istiyor. Eğer kulluğun hakkını vermek istiyorsan, Allah sana ne vermişse O’nun rızası uğrunda sarfetmelisin. Bir de bu yolun yolcusu, her zaman takvayı esas almalı. Tekvinî emirlere bakmada da takvadan sapmamalıdır. Takvanın bu iki yönü de ihmale gelmez (Takvanın iki yönü: 1. Teşriî emir ve nehiylere riayet. Yani, dinin “yap” veya “yapma” dediği hususlarda emre imtisal etmek. 2. Tekvinî emirlere riayet. Yani, Allah’ın kainatta cari sünnetine (kanunlarına) uygun hareket etmek). Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın hayat-ı seniyyelerine bakıldığında, O’nun sebepleri gözardı etmeden, âyat-ı tekviniyeyi çok iyi okuyarak hep takva yörüngeli yaşadığını görürüz. Mesela O, ashabına “Gece yatarken, evinizde yanan ateşi söndürünüz” buyurmuşlardır. İşte burada ve benzeri sözlerinde sebeplere riayet edilmesini ve ateşten dolayı evde herhangi bir kazaya sebebiyet verilmemesini ifade etmişlerdir.
Allah için yeme-içme, Allah için çoluk-çocuk sahibi olma, Allah için işleme, Allah için başlama.. bunları ardı ardına sıralayın ve çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar, işte bunların hepsi Allah için yapıldığında, Allah adına hareket edildiğinde takva dairesine girmiş ve her yaptığınız amelde ibadet işlemiş olursunuz. Fakat “Hele bir namaz kılayım da görsünler.” “Hele bir konuşayım da nasıl konuşulurmuş öğrensinler.” “Herkesten daha çok vereyim de vermek, civanmertlik nasıl oluyormuş bilsinler.” dediğiniz an pek çok şeyi kaybedersiniz.
Dostları ilə paylaş: |