KIRIK TESTİ – 09-05-2004 ÇATLAYAN RÜYA
Yıllar önce yazdığım bir yazıda, insanlık adına sadece Allah’ın rıza ve rıdvanını gözeterek yapılan faaliyetlere karşı gösterilen tavırların hasıl ettiği neticeye “Çatlayan Rüya” demiştim; demiştim ama şimdilerde böyle düşünmediğimi rahatlıkla ifade edebilirim.
Evet, bu yolda canhıraşane gayret gösteren insanların rüyasıydı: devlet-millet bütünlüğünü içinde el ele geleleceğimize emin adımlarla yürümek. Asırlardır izmihlal üstüne izmihlal yaşamış insanımıza nefes aldırmak. Ülkemizin, milletimizin, devletimizin bayrağını hemen her sahada şerefle göndere çekmek.
Fakat bunu anlamayan ve bir türlü anlamak istemeyen kişilerin plânlı ve organize karşı çıkışları ile bu rüya çatladı. Karşı taraf -kaç defa dedim bu tabiri kullanmak istemiyorum diye, çünkü bizim bakış açımız ve inancımıza göre yüzlerce-binlerce ortak paydamızın bulunduğu kişilere, gruplara karşı taraf demek her şeyden önce işin tabiatına ters, ama onlar almış oldukları tavırlarla hatta açıktan sözleri ile bu tabiri hak ediyorlar- musallah, dolu dizgin, bütün hazırlıklarıyla üzerimize geldiler. Ezip geçme niyetiyle çarptılar bize. Fakat bu çarpmalar hiç beklemedikleri, arzu etmedikleri istikamette yeni genişlemelere, yeni ilerlemelere vesile oldu.
Gerçekten güçlü ve kuvvetlilerdi. Ellerinde her türlü maddi imkanları vardı. Bir takım ulusal ve uluslararası güç odakları arkalarındaydı. Ama Allah’ın inayeti, lütfu ve keremi ile o güne kadar bu harekete destek verenlerin yerinde sabit kadem duruşları oyunu bozdu. Belki bir kaç dost tereddüt etti, geri durdu; hepsi o kadar. Bu kadar geniş bir dairede bir kaç kişinin farklı istikamette hareket etmesini bence tabii karşılamak lazım.
İşin aslına bakarsanız bizim böyle bir imtihana ihtiyacımız da vardı. Muafiyet kazanmamız içindi bu imtihan. Hani muafiyet sistemi tam anlamıyla çalışmayan insanlar minicik mikrop ile yatağa düşer. Muafiyet sistemi çalışanlar ise daha zararlı mikropları ayaklarının altına alıp, adeta üzerlerinde dans ederler. Aynen öyle de şimdi veya gelecekte karşılaşılması muhtemel sıkıntılar adına böyle bir imtihana ihtiyaç vardı.
Fakat -Çatlayan Rüya’da da ifade etmiştim- benim bu süreçte “kayıp” diyebileceğim şeyler oldu. Farklı dünya görüşlerine sahip nice kesimlere elimizi uzatıyorduk. Onlar da mukabelede bulunuyordu. Herkes inancından, ideolojisinden taviz vermeden ortak paydalar etrafında buluşabiliyor ve bu milletin geleceği adına nice faaliyetlere imza atıyorlardı. Ama bazı kimseler bir aralık yerlerini kaybettiler. Tıpkı top güllesinin bir yere düşmesi karşısında durdukları yerden ayrılıp sağa sola dağılan, sonra da nerede durması gerektiğini bilemeyen, o yeri bulmakta zorlanan insanlar gibi.
Bu arada bir de fırsat kollayan insanlar vardı; içlerinde çekememezlik, haset, kıskançlık, ve bağy olanlar. Birileri ile doğrudan temasa geçtiler bunlar, gammazlamaya başladılar. Mektuplaşmalar, haberleşmeler, gizli gizli buluşmalar hepsi oldu bunların.
Her neyse, rüya bunlarla sadece “çatlamıştı”. Ya bütün bütün dağılsaydı! O gün bugün devam eden çatlağı yapıştırma gayretleri müsbet neticeler veriyor. Eski dostlar dostluklarını bir kere daha gösteriyor. Yeni kazanılan dostlar da yürekten destek veriyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi kervan yoluna devam ediyor.
Ne zülfüyâre ne de ağyâre dokunan bir şey yok zannediyorum bu dediklerimde. Tarihe not düşme açısından bu çatlamış rüya hakkındaki eski-yeni mütalaalarımın kırılmış bir testinin içine konulmasının yararlı olacağını düşünüyorum.
KIRIK TESTİ – 16-05-2004 GÜNÜMÜZDE VELÂYET HEDEF OLMALI MI?
Velâyet mevzuu değişik yanları ile “Kalbin Zümrüt Tepeleri”nde defalarca ele alındı. Bu soruya cevap sadedinde arz edilebilecek şeylerin hepsini hatırlayıp teker teker ve belli bir insicam içinde anlatmam zor. Onun için dağınık da olsa aklıma geldiği şekliyle arza çalışayım.
Günümüzde Allah dostlarının yetişmesi için zemin ve şartların müsait veya nâmüsaitliği öncelikli olarak ele alınmalıdır. Ben büyük insan yetişme ve yetiştirme mevzuunda şartların nâmüsait olduğu kanaatındayım. Bununla beraber ümitsiz olmamak lazım. Çünkü beşer tarihinde hakikaten çok karanlık dönemler yaşanmıştır; yaşanmıştır ama o en karanlık dönemlerde bile tevhit ruhu tamamen sönmemiştir. Daralmıştır, büzüşmüştür, matlaşmıştır, ama bütün bütün silinmemiştir. Fetret dönemlerinde Zeyd b. Amr, Varaka b. Nevfel gibi tevhidi haykıran insanların varlığı bunun ispatıdır. Hatta hak ve hakikatı aramak için kalkıp Rabaza’dan gelen Ebû Zer veya Devs’in arslanı Ebu Hüreyre’yi de buna örnek gösterebiliriz.
Bu açıdan belki hak dostlarının Allah’la münasebeti mahiyet ve şekil değiştirmiştir, sayıları azalmıştır ama bütünüyle yok olmamıştır. Zaten yeryüzündekilerin Allah ile münasebeti olmasa arz yerinde durmaz. Üstad Hazretleri buna “Kur’an çıksa gitse arz delirecek, başını bir seyyareye çarpacak, belki kıyameti koparacak.” sözleri ile işaret ediyor.
O halde hususî manâsıyla değil de umumî anlamda yeryüzünde her zaman Allah’ın dostları olmuştur. Umumî anlamda velâyet dediğimiz şey bütün mü’minleri kapsamaktadır ki ayetin beyanıyla bütün mü’minler Allah’ın dostudur: “Elâ inne evliyâallahi lâ havfun aleyhim velâhum yahzenûn... – Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu değildir. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar” (Yunus, 10/62-63)
Hususî ve ıstılâhî manâda veliye gelince -ki bu kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından daha yakın olan Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşmış kişidir- bu tip insanlar her zaman bulunmayabilir. Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların başında hiç şüphesiz “ümmehât” denilen İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek, menhiyâttan (yasak olan şeylerden) içtinab etmek gelir. Bunu “Allah’ın hudutlarına saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu hudutlara saygıyı bazıları seyr-i sülûk-i ruhâni ile, bazıları çile, bazıları evrâd u ezkârda ve ibadette derinleşmekle süslemiş, böylece cismaniyete ait uzaklığı aşarak Üstad’ın yaklaşımıyla “kalp ve ruhun derece-i hayatına yükselmişlerdir”. Bu insanlar sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik saymamışlar. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendi yolunda olanlara birer lütfu da olabilir, imtihanı da olabilir nazarıyla bakmışlar ve sürekli temkin soluklamışlardır. Allah’a ulaşma cehd ve gayretlerinde hiçbir beklenti içine girmemiş, ibadet u taatlarındaki derinleşmeleri havada uçmaya, suda yüzmeye bina etmemişlerdir. “...Fâ’budillâhe muhlisan lehü’d-dîn – Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a kulluk et.” (Zümer, 39/2) fehvasınca halisane, dini de, diyaneti de yalnız O’na tahsis ederek Mâbud-u Mutlak, Maksûd-u bi’l-istihkak olan Allah’a ubudiyetle ömürlerini geçirmişlerdir.
Aslında sedece velilerin değil bizim gibi sıradan insanların da izlemesi gereken yol budur. Bize düşen, vazifemizi yapmaktır, gerisi O’nun bileceği iş. Eğer Cenab-ı Hak ekstradan lütuflarını ihsan ederse biz Üstad’ın yaklaşımıyla o lütufları hamd ü senâ ile karşılar, bu defa şükürle iki büklüm oluruz.
Yalnız bu hususî manadaki velâyetin ihtiva ettiği bazı fevkalâde hallere mazhar olma bence insanın hedefinde olmamalıdır. Zira Allah dostu olmanın yegane yolu bu değildir. Üstad’ın gösterdiği acz u fakr, şevk u şükür yoluyla da insan hak dostu olabilir. Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin geçtiği yoldan geçmemiştir. Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi ulema arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından dile getirilmiş bir kanaattir. Çünkü sahabe Nebi huzurunun insibağına mazhar, her gün oturdukları yerden maide-i semaviye (semavi sofra) ile taltif edilip din adına yeni, orjinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır. Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve mutlak fazilet onlara aittir. Dolayısıyla veli derken, evliya derken derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine derecesine göre tâbiin-i izam, tebe-i tâbiin gelmelidir ve bu konuda Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Hayrul-kurûnî karnî ellezî ene fîhi, sümmellezî yelûnehum, sümmellezî yelûnehum – En hayırlı asır benim içinde bulunduğum asırdır, sonra onu takip eden, sonra da onu takip eden asırdır...” beyanını unutmamak lazım.
Günümüzde hususî manâda veli var mıdır? Yukarıda zeminin bu tür velilerin yetişmesi için nâmüsait olduğunu söylemekle beraber yoktur demedim. Hakikaten günde bir kere değil belki bir kaç defa kendi uzaklığını aşıp, Allah’ın yakınlığını burnunun dibinde gibi duyan, Arş-ı Rahman’ın gölgesine secde ediyor gibi secde eden, yani secdede bunu duyan, Kürsî-i İlahî’ye tutunduğunu hisseder gibi olan, varlığı “fuâd” gözüyle “sır ufku”ndan temaşâ eden, kendi vicdanının inkişafı, ruhunun ayna olması vüs’atine göre eşyayı duyan veliler vardır ve olabilir. Bütün bunlar kulluk yolunda gösterdikleri samimi cehd ve gayrete Allah’ın ihsan ettiği lütuflardır. Böyle veliler gelmiş-geçmiş büyük ehlullahın yollarında yürümüş insanlar içinde olduğu gibi, sizin arkadaşlarınız içinde de olabilir ve vardır.
Yalnız bunların belki de bir çoğu kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Hatta farkında olmadan kutup bile olabilirler bunlar. Üstad Hazretleri bir yerde buna farklı zaviyeden işaret ederek: “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır.” diyor. Demek istiyor ki “Hazreti Ali, Hazreti Talha, Hazreti Zübeyr ve Ümmü’l-mü’minîn Hazreti Aişe hepsi veli idi. Ama kendi aralarında içtihad farklılığından kaynaklanan kanlı mücadelelere girdiler.” Hazreti Aişe’ye Cemel’de Allah Rasulü’nün “Hav’eb köpeklerinin” havladığı bir yerde, “Ezvactan birisi bir hata neticesi bu yollara düşecek.” hadisi hatırlatılınca içtihadından geriye dönüyor. Demek veli bile olsa Allah bildirmeyince bilmiyor. Öyleyse, her devirde fertler içinde veya İslam’a hizmeti gaye edinmiş cemaatler içinde çok büyük veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler.
Meselâ, Alvar İmamı’nın yanına gidip-gelen bir Medet Efendi vardı. Az da olsa beraber kaldığımız zaman da oldu. Kendisi Erzurumluydu ve Abdülhamid Cennetmekan Hazretleri’nin yâveri idi. İttihatçılar onu yüzbaşıyken alaşağı etmiş ve tımarhaneye atmışlar. Beraber kaldığımız dönemlerde yetmiş küsür yaşındaydı, ben ise ondört-onbeş. Nice kerametlerini gördüm ben onun. Alvar İmamı derdi ki: “Bu zat ermiş. Bir seviyenin insanı ama kendi farkında değil onun.”
Belki bu, onlar hakkında Allah’ın ayrı bir lütfu ve ihsanıdır. Çünkü bazı tabiatlar vardır ki konumlarını bildiklerinde onu caka mevzuu yapabilirler. “Şu rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim” derler, Allah’ın lütuflarını deşifre ederler, ederler ve ihsan edilen o sırları etrafa çerez dağıtır gibi dağıtır ve bitirirler.
Bazı tabiatlar da vardır ki metafizik mülâhazalara açık değillerdir. Başka bir ifadeyle maneviyata biraz kapalıdırlar. Dolayısıyla bu türlü şeyler inkişaf etmez onlarda. Efendimiz’in mucizelerine, velilerin kerametlerine inanırlar ama benzeri kerametler kendi arkadaşlarından sadır olunca “acaba” der, dudak bükerler onlara karşı. Mesela birisi dese ki burada: “Ben şu anda Efendimiz’i gördüm, içeriye teşrif buyurdular.” Tabiatı maneviyata kapalı olan kişi der ki: “Acaba halisünasyon mu görüyor?”
Meseleye bir de sahabi mesleği kavramı açısından bakmak lazım. Üstad mesleğimizin sahabe mesleği olduğunu söylüyor. Öyleyse bu meslekte velilik de sahabe veliliği türünden olur. Yani çok harikulâde haller olmayabilir. Nitekim sahabenin harikulâde halleri çok yoktu ama inançları çok kavi idi. Cennet’i görüyor gibi, Cehennem’i ürpertiyle temaşâ ediyor gibi davranıyorlardı. Tam ihsan şuuruyla, Allah’ı görüyor gibi kulluk yapıyorlardı. Her davranışlarında Allah’a iman nümayandı. Baştan aşağı bütün tavırlarında, davranışlarında, çehrelerinde Allah’a olan inanç ve itimatlarını okumak mümkündü.
Hiç mi kerametleri, hiss-i kable’l-vukûları (hadiseleri olmadan önce hissetmek) yoktu. Belki vardı ama izhar etmiyorlardı. Onlar etmediği gibi tabiin ve tebe-i tabiin döneminin büyük insanları da, İbrahim Edhem’ler, Fuzayl b. İyaz’lar, Cüneyd-i Bağdadiler de izhar etmiyordu.
Bu açıdan bakınca günümüzde kendilerini Kur’an’a, Hakk’a, Hak ve Kur’an hizmetine adamış ruhlar arasında bir çok hak dostları vardır. Sorumluluklarını hakkıyla yerine getiren, kaçınacakları şeylerden kemal-i hassasiyetle kaçınan, Üstad’ın takva tarifi içinde, farzları yerine getirip kebâirden içtinab edenler (büyük günahlardan uzak duranlar) arasında çok velinin olabileceği kanaatındayım. Onlar yaptıkları hizmetler karşısında elâlemin kendilerini uçurmasına mukabil uçmayan, bir el işaretiyle ay ve yıldızları yere çekebilecekleri söylense bile kendilerini, ne olduğunu, nerede durması gerektiğini bilen gençlerdir bunlar. Allah’a ibadetten ve O’nun dinine hizmetten hiç yılmayan, altmış yıl füze hızıyla koştursa da “kat etmemiz gereken daha çok mesafe var” diyenlerdir.
Onun için biz günümüzde hüsnüzannımızın yükselttiği insanların değil de, hakikaten böylelerinin bulunabileceği kanaatını korumalıyız. Çünkü böyle samimane bir hareket içinde samimane harekette bulunanlar arasında veliler yok düşüncesi, o hareket hakkında suizandır.
Hâsılı; hususî manada velilik asla hedef olmamalıdır. Allah’ın takdir buyurduğu istikamette ve sorumluluk şuuru içinde imrar-ı hayat etmeli (hayatını devam ettirmeli) ve fevkalâde hallere mazhar olma beklentisi içinde bulunmamalıdır.
Dostları ilə paylaş: |