KIRIK TESTİ – 23-06-2004
Tecdit ve teceddüt hakkında değişik zamanlar değişik vesilelerle düşüncelerimi dile getirmiştim. Her şeyden önce tecdit/yenileme ameliyesi tarihi geçmişimizde mevcut olan bir şeydir. Tecdit hareketleri, tecdit dönemleri bu süreci ifade için kullanılan terimlerdir. Tecdit, yenileme işini gerçekleştiren müceddidin hem kendini hem de toplumu yenileme hamlesine verilen isimdir ve bu tecedütten yani yenilenmeden hatta yenileniyor görünmeden -ki ben buna yenilenme fantezisi diyorum- bütün bütün farklıdır.
Ebu Davudun Süneninde Allah Rasulü (sallallahü aleyhi vesellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “İnnallâhe yeb’asü li hâzihi’l-ümmeti alâ ra’si külli mieti senetin men yüceddidü lehâ dînehâ - Her yüz senede bir, bu dini tecdid edecek bir insanı Allah gönderir.” (Ebu Davud, Melâhim, 3740) İslam alimleri hemen her asırda bu hadisin mana ve muhtevası üzerinde ısrarla durmuşlardır. Hatırladığım kadarıyla en ciddi ve en geniş duran İmam Suyuti, ondan sonra da İmam Rabbani Hazretleridir.
Hadiste geçen ba’s tabirini hadisin umumi muhtevasını nazara alarak şöyle yorumlamak uygun olur zannediyorum: Allah dipdiri bir insanı ölü bir toplum içinde neş’et ettirir ve onun eliyle o toplumu yeni bir dirilişe mazhar kılar. Bu diriliş bazen geniş bazen de dar alanlı olur. Nitekim İnsanlığın İftihar Tablosu’nun irtihal-i dâr-i bekâ buyurmasından günümüze kadar bütün tecdit hareketlerine bakıldığında bazılarının dar, bazılarının çok geniş olduğunu görürsünüz.
İlk müceddid kimilerine göre Hazreti Ebu Bekir’dir. Ben şahsen bu görüşe katılmıyorum. Hatta bu yaklaşımın gereksiz bir inat uğruna, başka birine müceddid dememek için ortaya konduğunu zannediyorum. Esasen Hazreti Ebu Bekir’in vazife yaptığı dönem Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in yeni vefat ettiği bir dönemdir. Sahabe aynı sahabe, toplum aynı toplumdur. Bu açıdan Hazreti Ebu Bekir’in yenileyeceği bir şey yoktur. Onun için Hazreti Ebu Bekir’e müceddit demek yerine “Allah Rasulü’nün (sallallahü aleyhi vesellem) getirdiği dinî esasları bütün yeniliği, taraveti, halaveti ve canlılığı ile korumuştur; eskilerin ifadesiyle, çok iyi derpiş etmiş birisidir.” dense daha doğru olur. Hulefa-yi raşidin arasında illâ birine müceddit denecekse bence o Seyyidinâ Hazreti Ömer olmalıdır. Fakat genel kabul ilk müceddidin Ömer bin Abdülaziz olduğudur. O, iki buçuk sene süren iktidarında, kendinden önceki, Haşimilere ve Efendimiz’in ehl-i beytine karşı olan Emevi hıncını, kinini, nefretini durdurmaya calışmış, dinin haysiyet ve onuru için mücadele etmiş bir insandır. Minberlerde Hazreti Ali dahil Raşid Halifelerin adlarının okunmaz hale geldiği o dönemde her Cuma minberden “İnnallâhe ye’müru bi’l-adli ve’l-ihsani...” ayetini okuyup adalet, istikamet ve ihsanla hareket etmiş ve devlete bütün suiistimallerin önünü tıkayan bir yapı kazandırmıştır. Öyle ki Velid döneminde onbin dinar alan halasının tahsisatını bile kesmişti Ömer b. Abdulaziz. “Yeğenim, onbin dinar alıyordum, sen kestin bunu!” diyen halasına, “Halacığım!” diyor, “Nereden bulup vereyim? Hazinenin –ki milletin malı- durumu ortada. Bu durumda iken ben sana on bin dinar veremem ki!” Sonra da her zaman yaptığı gibi kalkıp biraz zeytin yağı getiriyor biraz da ekmek ve “Halacığım biraz yemek istemez misin?” diyor ve ekmeği yağa banıp yiyor. Tefessüh etmiş bir devlete zühd, yeniden Muhammedî bir ruh kazanma düşüncesini getiriyor. Onun döneminde insanlar ilk defa resmen “hadis tedvin”ine açılıyorlar.
Daha sonraları sırasıyla olmasa da müceddit olarak İbn Süreyc, İbn Dakiku’l-Îd, İmam Gazzali, Fahruddin Razi, İmam Nablusi, İmami Rabbani sıralanıyor. Bunların umumiyet itibariyle mücedditlikleri İslam alimleri tarafından kabullenilen insanlar. Yoksa mücedditler elbette bunlarla sınırlı değil. Evet bu isimlerin hepsi çeşitli zamanlarda dar ya da geniş alanlı tecdit hareketlerinin öncülüğünü, temsilciliğini yapıyorlar. Bu faaliyetlerle insanlar dini yeniden, bir kere daha taptaze semadan inmiş gibi bütün taravetiyle duyuyor ve hayata taşıyorlar.
Değişik zamanlarda ifade ettiğim gibi aslında herkes hem de her sabah gözlerini açarken yeni bir günün idrakiyle, dinini yeniden bir kere daha duyması lazım. Bugünkü ruhta, kalpte, histe duyulan din dünkü olmamalı. Yarın da bugünkü olmamalı. Öbür gün de yarınki olmamalı. Her gün ama her gün farklı olmalı. Böylece Zat-ı Uluhiyeti farklı delillerle vicdanınızda duymalısınız. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellemin: “İki günü müsavi olan aldanmıştır.” beyanı bu açıdan çok önemlidir. Buna göre iki günü eşit olan inanç mevzuunda da, İslam mevzuunda da, ihsan mevzuunda da aldanmıştır.
Bir misalle açalım: insan hayatı boyunca bir minareye tırmanıyor gibidir ve öyle olmalıdır. Minarenin şerefesine ulaştığı an ise onun ölüm anıdır. Onun için insan şerefeye ulaşıncaya kadar sürekli hep bir basamak merdiven atlamaya bakmalıdır. Hep daha yukarı, daha yukarı, daha yukarı demelidir. Bir başka tabirle o bir “hel min mezid” kahramanı, devamlı araştıran, ilerleyen, tahkikatta bulunan, ilimde, fikirde, marifette derinleşen, ama bir türlü doyma bilmeyen bir yolcu gibi olmalıdır. Tıpkı Ayetü’l-Kübra’daki seyyah gibi. Çünkü bizim bu tür yenilenmeye ihtiyacımız var. Herkesin, ilim erbabının da, erbab-ı tarikatın da ihtiyacı var.
Burada bir hakikatin unutulmaması lazım: dini duygu, düşünce ve pratiklerimiz de her şeyin aslına yani dinin temel kaynaklarına, edille-i şer’iyyenin esaslarına dayansa da -ki bunlar Kitab, Sünnet, bir manada icma, bir manada fukahanın hâlisane yaptığı içtihatlardır- şartların ve konjönktürün meseleyi sunma açısından müessiriyeti de inkar edilmemeli. Zira şartlar ve konjönktür insanın üslubuna aksettiği gibi insanın karakteri, tabiatı ulaşılan sonuçlarda ciddi rol oynar. Mesela teknolojik gelişmeler müceddidin dimağını etkiler. Dolayısıyla müceddit kendi çağının davetçisi, ya da bir “nezir-i üryan”ın her çağdaki izdüşümüdür.
Teceddüte gelince; yenilenme fantezisi, yenilenme havası içinde bulunma tekellüflü tevillerle bir farklılık ortaya koyma, kendini alemden farklı olarak ifade etme çabasıdır. Yabancı bir kelimeyle ifade edilecekse “reform” ya da “reformasyon”dur teceddüt. Asıl-fasıl ayırd etmeksizin dinin bütün meselelerini yeniden gözden geçirme, çağa uydurma gayretidir. Problemleri çağa ve insanlara değil de Kur’an’a yükleme, Efendimiz’e izafe etme söz konusudur. Güya temel nasslarda yapılacak oynamalar ile problemler ortadan kalkacaktır. Mesela, Kur’an’ın asıl hedefi güzel ahlak, insan ve toplum hayatının disipline edilmesidir. Namaz, neden ve niçin demeden insanların Allah’a yaptığı kulluğun adıdır. Hayatı disipline eder, insanın güzel ahlaka ulaşmasını sağlar. Ama bu çağda farklı şekillerde de kulluk yapılarak aynı sonuca ulaşılabilir, illâ namaz olması şart değil. Oruç yerine farklı bir diyet ikame edilebilir. Zekat ve hacca bedel başka şeyler devreye girebilir. Ve daha nice ipe sapa gelmez, hiçbir akli ve dini temele dayanmayan düşünceler...
Şimdi bu tür fantastik şeyleri ortaya atanlara müceddit değil müteceddid denilir. Reformist demek daha uygun. Aslında bunların yaptıkları dinin ruhunu hırpalamaktır. Diğerleri ise dinin esasına, usulüne, ümmehatına dokunmadan, muhkemata sadık kalarak onu yeniden, ter ü taze duyurma peşindedirler. Yani aradaki mesafeleri aşarak, -Üstad’ın Reşahatta dediği gibi- Asr-ı Saadet’e gidip, O Zat’ı vazife başında görerek, icraatına bakarak, onu yeniden hissetme. Çünkü yenilenme ihtiyacı olan din değil insanlardır.
Evet, fertler her gün farklı bir menfezden dinî hakikatları temaşa etmeliler; etmeliler ve her gün ayrı bir neşve duymalı, ayrı bir huzur soluklamalılar. Sofilerin de, Üstad’ın da yaptığı ve yapmak istediği şey budur. Ama onların halefleri yenilenme vetiresini gerektiği gibi yakın takibe almış mıdır, bunun her zaman münakaşası yapılabilir.
Dostları ilə paylaş: |