KIRIK TESTİ – 17-07-2004 İMAN, ZULÜM ve ŞİRK
“İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.” (En’âm, 6/82). Sahabe-i kiram bu ayet nazil olduğunda tir tir titriyor, tabir caizse iflahları kesiliyor ve İnsanlığın İftihar Tablosu’na koşup, “Hangimiz vardır ki imanına zulüm karıştırmasın?” diye sorarlar. Aslında aynı türden, mehâbet ve mehâbet edalı iflah kesilmesini, söğütler gibi titreyip yaprak dökmelerini, hazanı görmüş bülbüller gibi ağlamalarını başka ayetlerde de görürüz: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekirse öylece sakının. Ona lâyık olduğu tazimi gösterin ve ancak O’na teslim olan müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmran, 3/102). “Ama asıl Rabbilerine duydukları saygıdan dolayı çekinenler. Rabbilerinin âyetlerini tasdik edenler. Rabbilerine hiç ortak tanımayanlar. Rabbilerine döneceklerine inandıklarından kalpleri titreyenler, O’nun yolunda mallarını harcayanlar. Evet, işte onlardır hayırlara koşanlar ve o işlerde öne geçenler!” (Mü’minûn, 23/57-61).
Sahabenin anlayışına göre yolda bir karıncaya basıp öldürmekten örümceğin yuvasını bozmaya, evlatlarının arasındaki adaleti koruyamamadan başkaları hakkında süizan ve gıybet etmeye, gururlu ve kibirli davranışlarla başkalarını rencide etmekten Allah’ın yasak kıldığı içki içmeye, kumar oynamaya kadar hepsi derecesine göre zulümdür ve bunlara küçüğüyle, büyüğüyle bulaşmayan kimse yok. Zaten Allah Rasulü’ne koşmalarının nedeni de budur. Efendimiz bunu gayet iyi bildiği için daha başka bir şey söylemelerine fırsat vermeden ayette geçen zulmün şirk olduğunu Lokman Suresindeki “Ey oğulcuğum! Allaha şirk koşma. Çünkü şirk çok büyük bir zulümdür.” (31/13) ayeti ile açıklar ve böylece onlara derin bir nefes aldırır.
Şirke gelince; şirkin çeşitleri vardır. Bunlar arasında en tehlikelisi gizli şirkdir ki bu tevhid-i ulûhiyete karşı olan şirktir. Her şeyden önce kul olarak, insan olarak bizlerin tevhid-i ulûhiyete karşı havass-ı zâhiriye ve batıniyemizi (maddî ve manevî hislerimizi) kullanarak bir ubudiyet sergilememiz lazım. Bu da vicdan mekanizmasını çalıştırmakla olur. Malum vicdan mekanizması dört önemli esasa sahiptir: his, zihin, irade ve latife-i rabbaniye. İdrak ve şuur ise bu dört unsuru besleyen amillerdir. Demek gizli şirk bu mekanizmayı lâyık-ı vechiyle çalıştırmamak suretiyle olur ve insan çoğu zaman bunun farkına varmaz.
Evet, Rab O’dur, Ma’bud ve Maksud-u bi’l-istihkak (ibadet edilmeye hak sahibi) O’dur, öyleyse başka türlü mülahazalara girmeden her şeyin Allah’tan beklenmesi, Allah’tan istenmesi gerekir. Aksine bir tavır takınılırsa, mesela çocuğum olsun talebiyle kabirlere ziyaret yapılıp, oralardaki muhterem zevattan talepte bulunulursa bu tevhid-i ulûhiyete karşı işlenmiş bir şirk ve büyük bir cinayettir (günahtır).
Bunun gibi şirk işmam eden şeyler de çok önemlidir. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) bir hadisinde “Sizin için en çok korktuğum şey küçük şirktir.” buyurur. Sahabe “Eş-şirkü’l-asgar (küçük şirk) nedir Ya Rasulallah?” diye sorar. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Riya!” diye cevap verir. Gösteriş demek. Riya, hadiste geçen ifadesiyle “debibü’n-neml”i andıran, gece yürüyen karıncanın izi gibidir, hissedilmesi imkansız gibidir. Küçük görünür başlangıçta ama işleye işleye büyür ve neticede “Lâ sagîrate mea’l-ısrar ve lâ kebîrate mea’l-istiğfar - Israr edilen küçük günahlar küçük, istiğfar edilen büyük günahlar büyük değildir.” fehvasınca büyük günah hâlini alır. “Ben şurada iyi bir namaz eda edeyim de görsünler bakalım namaz nasıl kılınırmış!” veya “Şurada güzel bir va’z u nasihat edeyim de!..” demeniz, içinizden geçirmeniz debibü’l-neml’dir. Ömer b. Abdülaziz’in valilerine yazdığı bazı mektupları “belâgatlı ve âdalı bir dil kullandım, içime gurur geldi” diyerek yırtıp attığı anlatılır. Demek o hassas insan içindeki debibü’n neml’i keşfetmiş.
Evet bu ve benzeri basit, küçük, ehemmiyetsiz görülen şeyler Allah ile aramıza girer, haylûlet eder, gölge olur ve neticede Allah’ı sıfat, zat ve esmasıyla tam olarak göremez ve bilemez oluruz. Bunun tabii sonucu olarak da istifade azaldıkça azalır.
Osmanlı, insanların bu türlü vartalara düşmemesi icin bazı tedbirler almış. Mesela sadaka taşları bunlardan birisidir. Veren verdiğim görünmesin diye gecenin zifiri karanlığında gider vereceği şeyi oraya koyar, böylece riyaya kapı açmaz. Muhtaç olan da yine zifiri karanlıkta gider ihtiyacı kadar alır ve zillet yaşamaz, minnete altına girmez. Büyük bir seferden dönen padişahın şehre gece girmeyi tercih etmesi, yatağının dehlize serilmesini istemesi de basit şeyler değildir. Demek bu kadar debdebe ve ihtişam, bu ölçüdeki güç ve kudret onlara Allah’ı unutturmamış. Efendimiz’in kadem-i mübarekinin izini alnında bir sorguç gibi taşıyan Sultan Ahmet’in, kendi adını verdiği camiin inşasında bir taraftan bir ırgat, bir amele gibi çalışması, diğer taraftan göz yaşları içerisinde “Allahım! Ahmet kulunun işlerine riya karıştırma!” diye dua dua yalvarması önemsiz bir hadise değildir. Demek Osmanlı, kendi olduğu dönemde tavandan tabana tevhid-i ulûhiyet ve rububiyete aykırı, gizli şirki işmam eden gurur kibir, benlik, enaniyet, riya ve süm’a gibi davranışlardan uzak durarak imanlarının selametlerini korumaya çalışıyorlardı.
Hâsılı, sahabenin idrak ufkuna öylesine ihtiyacımız var ki…
“BEN” DİYEN İKİ KİŞİ
Kur’an’da Allah’tan başka “ben” diyen iki kişi vardır. Birisi Kârun... O şöyle diyor: “İnnemâ ûtîtühû alâ ilmin indî - Bu zenginlik bana ilmimden dolayı verildi.” (Kasas, 28/78). Diğeri ise Firavun. O da “Ene rabbükümü’l-a’lâ - (Haşa!) Ben sizin yüce rabbinizim, efendinizim!” (Naziat, 79/24) der. Kendilerine ihsan edilen nimetleri kendilerinden bilen ve apaçık şirkin içinde bulunan bu ve benzeri kişilerin dünyevî âkıbetlerinin ne olduğunu, nasıl yerin dibine batırıldıklarını yine Kur’an’dan öğreniyoruz. Uhrevî cezalarını ise Allah bilir.
Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “ben” kelimesini sadece Huneyn ganimetlerinin taksiminde bazı ileri-geri şeyler söyleyen Ensar’ın gençlerine cevaben yaptığı konuşmada kullanmıştır. Sadece Ensar’dan olan insanların katıldığı o meşhur konuşmasında “Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık hasıl olmuş. Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zarûret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalplerinizi telif etmedi mi?” Dikkat ederseniz buradaki “ben” kelimelerinde bile nihaî iradeyi Allah’a havale etme ve kendisinin bu işlerde bir aracı olarak kullanıldığını ilan ve i’lâm var.
“Ben, ben!” demek her zaman söylenildiği gibi şeytanın mırmırları ve hırıltılarıdır. İhsan olunan nimetlerde “lâyık olmadığımız halde Allah lütfediyor”, başarılan, işlerde “Allah bizleri güzel ve hayırlı işlerde istihdam ediyor” demek daha selametlidir. Bu hususu çok iyi kavrayan tasavvuf erbabı, yeme, içme, gelme, gitme gibi insanın en tabii hallerinde bile ben kelimesini kullanmamış ve Allah’ı bir ân-i seyyâle dahi olsa unutarak şahsın kendi iradesini öne çıkaran “yedim, içtim, geldim, gittim...” gibi şeyler dememiş, dememeye özen göstermiştir.
Dostları ilə paylaş: |