(246-) Elem tera ilel melei min beniy israiyle min ba'di Musa* iz kalu li Nebîyyin lehümüb'as lena meliken nükatil fiy sebiylillâh* kale hel aseytüm in kütibe aleykümül kıtalu ella tukatilu* kalu ve ma lena ella nukatile fiy sebiylillâhi ve kad uhricna min diyarina ve ebnaina* felemma kütibe aleyhimül kıtalu tevellev illâ kaliylen minhüm* vAllahu Aliym'ün Biz zalimiyn;
* Mûsâ’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini görmedin mi (ne yaptılar)? Hani, peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O, “Ya üzerinize savaş farz kılındığı hâlde, savaşmayacak olursanız?” demişti. Onlar, “Yurdumuzdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allah yolunda niye savaşmayalım” diye cevap vermişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca içlerinden pek azı hariç, yüz çevirdiler. Allah, zalimleri hakkıyla bilendir.
Mûsâ’dan sonra beni İsrâîlin ileri gelenlerini görmedin mi?
Bizler yoktuk o zaman fakat bizlere Cenâb-ı Hakk görmedin mi diye soruyor, bu durumda ya biz oraya gideceğiz veya o hâdiseyi buraya getireceğiz burada yaşayacağız. Görüş meselesi kişinin şahsına ait bir hâdise olduğundan evvelâ bu hadiseyi kendinde görmedin mi?
O zaman beni İsrâîl mertebesinin ne olduğunu o mertebenin ileri gelenlerinin ne olduğunu bilmemiz lâzımdır, beni İsrâîl Mûseviyyet mertebesi olduğuna göre, Mûseviyyet mertebesi itibarıyla bizde olan bazı tenzihi bilgiler, yani Allah’ı kendi bireysel varlığında değilde ötelerde düşünmek, işte bu anlayışın ileri gelen yapıları, Esmâ-i İlâhiyyenin değişik ifadeleri. Mûsâ’dan sonra yani
365
Mûseviyyet hakikatinden sonra ne demek, beni İsrâîl hakikati o kişide açılmış ama en yüksek mertebesine ulaştıktan sonra o kişi biraz gerilemiş, demek ki tenzih mertebesinde bazı tenzihi düşüncelerimiz vardır, Allah’ı değişik şekillerde müşahedeli değil gaybi değerlendirme-lerimiz var, bu hakikati sen bil, müşahede et deniyor.
Mûsâ (a.s.) dan sonra gelen kavmi, Nebilerine şöyle dediler: Bize bir Melik, önder çıkar, biz onunla birlikte Hakk yolunda savaşalım dediler.
Bunun üzerine o Nebi dedi ki, istediğiniz şey başınıza gelir de ya isyan ederseniz, onların habercisi Hâdi ismi o mertebe itibarıyla onlara hidâyeti götüren, âlim ismi onlara ilim götüren, Şâfi ismi şefaat eden, şifa veren gibi.
Mûseviyyet mertebesi biraz şüpheye düştüğü zaman yani Hakk’ın gerçek kimliğini oturtamadığından henüz bir yerlere, hayalde dolaştığından, bunu gerçek kimliğine oturtmak için bize bir önder gönder de onunla birlikte savaşalım, düşüncede,tefekkürde savaşacaklar kendilerine karşı olan düşünceleri ortadan kaldırmak için savaşacaklar, Halim esmâsı da dedi ki “siz bunu talep ediyorsunuz ama ya üzerinize savaş yazılırsa yani ileriye geçebilmeniz için sizin üzerinize savaş yazılacak” diyor, yazılınca ya daha ileri gitmek için nefsinizle savaşmazsanız.?
Onlarda biz Allah yolunda niye savaşmayalım dediler, bizi yurtlarımızdan çıkardılar ve çocuklarımızdan, diğer isimleri geride bırakalım Allah esmâsında savaşalım, diğer isimlerin eksik tarafları için çalışalım onları yerine oturtalım, o eksik Esmâ-i İlâhiyye bizi yerimizden çıkardı, biz mertebe-i Mûsâ’da bunları kazanmışken, Mâsâ’dan sonra gevşedik biraz, bundan dolayı bizi diyarımızdan çıkardılar, niye savaş etmeyelim tekrar eski halimizi bulmak için dediler, Mûseviyyet mertebesi itibarıyla bizde tecelli eden ilimleride çıkardılar yani tam gaflete düşürdüler.
Ne zaman ki üzerlerine savaş yazıldı, sözlerinden döndüler, onlardan az bir kısmı sözlerinde sadık kaldılar, o
366
Esmâ-i İlâhiyyenin arasından ancak bir kısmı sadık oldu sözlerinde. Muhakkak ki Allah zalimleri bilicidir, yani nefsine zulmedenleri bilir.
وَقَالَ لَهُمْ نَبِيُّهُمْ إِنَّ اللّهَ قَدْ بَعَثَ لَكُمْ طَالُوتَ مَلِكاً قَالُوَاْ أَنَّى يَكُونُ لَهُ الْمُلْكُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ أَحَقُّ بِالْمُلْكِ مِنْهُ وَلَمْ يُؤْتَ سَعَةً مِّنَ الْمَالِ قَالَ إِنَّ اللّهَ اصْطَفَاهُ عَلَيْكُمْ وَزَادَهُ بَسْطَةً فِي الْعِلْمِ وَالْجِسْمِ وَاللّهُ يُؤْتِي مُلْكَهُ مَن يَشَاءُ وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
(247-) Ve kale lehüm Nebîyyühüm innAllahe kad bease leküm Tâlûte meliken, kalu enna yekünu lehül mülkü aleyna ve nahnu ehakku Bil mülki minhu ve lem yü'te seaten minel mal* kale innAllahastefahu aleyküm ve zadehu bestaten fiyl ılmi vel cism* vAllahu yü'tiy mülkeHU men yeşa'* vAllahu Vasi'un Aliym;
* Peygamberleri onlara, “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah, mülkünü dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
Nebileri onlara dedi ki: "Muhakkak ki Allah, Tâlût'u sizin için Melîk olarak seçti." Tâlût uzun demek, boyu uzun olduğu için öyle diyorlarmış, biz buna tulû’ diyelim yani sizin üzerinize yeni doğuşlar seçti, yeni doğuşlara tabi olursanız sizi karanlığa çeken Esmâ-i İlâhiyye aydınlanır ve kurtulursunuz.
Dediler: "Nasıl olur da o bizim üzerimize mülk sahibi olur? Biz mülkümüze ondan daha çok hak sahibiyiz. Üstelik mal yönünden de fakirdir dediler,
Nebi dedi ki “Muhakkak ki onu sizin üzerinize Allah seçti, ve hem ilimde hem cisimde onu ziyadeleştirdi, Hu’yu
367
seçti, çünkü o üstünde Hu’yu taşıyor, siz belki mal taşıyorsunuz hammallığını yapıyorsunuz ama, işte nefsi emmârenin bunlar oyunlarıdır, her yerde ben üstünüm diyor. Allah mülkünü dilediğine verir, muhakkak ki Allah geniştir ilmiylede herşeyi kaplamıştır.
وَقَالَ لَهُمْ نِبِيُّهُمْ إِنَّ آيَةَ مُلْكِهِ أَن يَأْتِيَكُمُ التَّابُوتُ فِيهِ سَكِينَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَبَقِيَّةٌ مِّمَّا تَرَكَ آلُ مُوسَى وَآلُ هَارُونَ تَحْمِلُهُ الْمَلآئِكَةُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
(248-) Ve kale lehüm Nebîyyühüm inne Âyete mülkiHİ en ye'tiyekümüt tabutu fiyhi sekiynetüm min Rabbiküm ve bekıyyetün mimma terake alu Musa ve alu Harune tahmilühül Melaiketü, inne fiy zâlike leÂyeten leküm in küntüm mu'miniyn;
* Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti, size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için kesin bir delil vardır.”
Nebileri onlara dedi ki; onun mülkünün işareti yani kelâmla kabul etmediniz ama fiilli ıspatı, ona tabut verilmesidir, tabut sandık mânâsına, çünkü Mûseviyyet mertebesi itibarıyla “ölmeden önce ölünüz” cümlesini yaşıyor Tâlût ve Mûseviyyet idrakiyle dirilmiş.
O tabutun içinde onlar için bir sekine vardır.
Sekine Âdem (a.s.) ın varoluşuyla başlıyor, Âdem (a.s.) İlâh-î mertebe olarak ilk insândan söz edilen makamdır, ondan evvel insândan, muhabbet ehlinden, peygamberden bahsedilmiyor çünkü yoktu, bu hakikatleri idrak etmeye başlayan ilk işaret ilk Âyettir, ayrıca Allah’ın o güne kadar yeryüzünde varettiği en büyük Âyet olan Âdem (a.s.) ın zuhura çıkması, ve ona “üskün” “cennette
368
sâkin ol” demesi “Benim Zat cennetimde yani Allah esmâsı içinde bütün Esmâ-i İlâhiyye ile birlikte sâkin olun” demektir, bu beşeriyetindeki sükûnet değil Allah’taki varlığıyla sâkin ol Ulûhiyyetinle birlikte orada sükûnet halinde ol, demektir ve bu ilk sükûnettir daha sonra Âdem (a.s.) ikinci olarak kendindeki hakikati farkettiğinde bu sefer kendinde sâkin oluyor, Âdem esmâsı içinde sükûnet,
Âdem (a.s.) dan sonra her mertebenin kendi içindeki sekinesi oluşmaya başlıyor, Âdem’in ilk zuhuru Havva’nın kendisinden çıkması, Havva ile beraber çoğalmaya başladığında isimleri ve zuhurları artmaya başlıyor.
Allah’tan gelen, tabutun içine girmiş olan Tâlût tam bir Mûseviyet sekinesi halidir, İseviyet sekinesi yani secde halindeki sekine ondan sonra geliyor, Muhammediyet mertebesindeki sekine daha başka,"HU"velleziy enzeles sekiynete fiy kulubil mu'miniyne liyezdadu iymanen mea imânihim”(Fetih sûresi 48/4.Âyet) yani “İmânlarının kat kat artması için, imân edenlerin kalplerine sekine indiren "O"dur! İşte bu Muhammediyet mertebesinin ümmetine gelen sekinedir.
Bu sekine mü’minlerin kalbine indirildi, imân yoluyla indirildi, ve o imânları sekinenin gelmesiyle ikân’a dönüştü.
Efendimizin (s.a.v.) kendisine gelen ilk sekine Hira dağında iken gelen “İkra” hitabıdır. Efendimiz (s.a.v) orada çok karmaşık düşünceler içerisindeydi, bütün varlığın hakikatini idrak etmiş, fakat bunu tasdik edecek bir merci olmadığından tereddüt içerisindeydi, bir melek vasıtasıyla “İkra” hitabının gelmesi onun gönlüne sekinenin inmesi oldu, ilk sekine orada geliyor daha sonraki sekine Mirac-ı Şerif’te oluyor daha sonraki sekinesi Kadir Gecesinde oluyor ve namazdaki tahiyyat sekinenin son halini oluşturuyor.
Ve içinde bakiye vardır yani geçmişten kalanlar vardır,
Mûsâ ve Hârun ailesine ait o sekinenin yani sandığın
369
içinde terekeler vardır, o ailedeki asalet de miras olarak ona aktarmış. Sandığın içerisinde Tevrat’ın nâzil olduğu levhalar, Mûsâ (a.s.) ın asası ve elbisesi, Tih sahrasında yedikleri helva ve Hârûn (a.s.) ın sarığı olduğu rivâyet edilmiştir.
Ayrıca da onu melekler taşırlar,
Burası rububiyyet mertebesi itibarıyla olduğundan melekler taşıyor, yani meleki güçler, ve Câlût’a karşı gelmesi o güçlerle oluyor.
Diğer yönüyle bakarsak bu mertebede olanlara daha evvelce manevi miras olarak kalan şeyleri elden kaçırdıktan sonra iyi niyetleri dolayısıyla gök âleminden yardımın gelmesi, kendileri gaflete düşmüş olsalarda içlerinde iyi niyet olduğundan Cenâb-ı Hakk onlara yardım ediyor. işte böylece işaretlerdir bunlar, eğer gerçek mü’minler iseniz. Not: Sekine hakkında geniş bilgi (Feth Sûresi) isimli kitabımızda mevcuttur dileyen oraya bakabilir.
فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللّهَ مُبْتَلِيكُم بِنَهَرٍ فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ فَشَرِبُواْ مِنْهُ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمْ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ قَالُواْ لاَ طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنودِهِ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُم مُّلاَقُو اللّهِ كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ (249-) Fe lemma fesale Tâlûtu Bil cunudi, kale innAllahe mübteliyküm Bi neher* femen şeribe minhu feleyse minniy* vemen lem yat'amhü feinnehu minniy illâ menığterafe gurfeten Bi yedih* feşeribu minhu illâ kaliylen minhüm* felemma cavezehu huve velleziyne amenu meahu, kalu la takate lenel yevme Bi calute ve cunudih* kalelleziyne yezunnune ennehüm mulakullahi kem 370
min fietin kaliyletin ğalebet fieten kesiyraten Bi iznillah* vAllahu meas Sabiriyn
* Tâlût, ordu ile hareket edince, “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Kim onu tatmazsa işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka.” dedi. İçlerinden pek azı hariç, hepsi ırmaktan içtiler. Tâlût ve onunla beraber imân edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok.” dediler. Allah’a kavuşacaklarını kesin olarak bilenler (ırmağı geçenler) ise şu cevabı verdiler: “Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa galip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Tâlût askerleriyle birlikte yola çıktı.
Dedi ki: “Allah sizi bir nehir ile sınayacak. Kim ki, o sudan içerse benden değildir, kim ki ondan içmezse ancak o bendendir, bir avuç kadar içerse bunda mahsur yoktur.
Nehir iki bölgeyi ayıran yer mânâsınadır, su hayat veriyor, fazla içilince nefsi emmâreyi arttırıyor, yani cismâni bedenini ağırlaştırıyor, onun için az bir miktar içmeye izin veriliyor, yani bedenimizin ihtiyacı olduğu kadar malzeme kullanmamız mahsurlu değildir fakat fazla olan ne varsa hepsi mahsurlu, zararlıdır.
Askerlerin büyük çoğunluğu ondan içtiler, dayanamadılar, az bir kısmı içmediler veya tavsiye edilen miktar kadar içtiler.
İşte bu nehir nefsi emmâre, levvâme mertebesinde olanların önünde geçilmesi gereken bir yerdir, kim bu nehri geçerse yolu ileriye doğru açılmış oluyor, bu aslında büyük bir lütuftur, küçük bir imtihanla orayı geçemezse, ileride geleceği yerlerde daha zorluk çekecek ve ileriye geçenlere de mâni olacaktır, işte burada görüntüsü aynı olanların arasından has olanlar ayrılmış oluyor ve savaş ehli oluyorlar.
O ve sudan az içenler nehri geçtiler, arkada kalanlar “bugün bizim Câlût ve ordusuyla savaş etmemiz mümkün
371
değil, takatimiz kalmadı” dediler, nehri geçen grup, Allah’a mülâki olacağını zanneden kimseler, onlar da dediler ki: “Nice topluluklar vardır, Allah’ın izniyle az bir kişiyle sayısı çok topluluklara galip gelirler” dediler fakat “diğerlerinin nefislerine itimatları güvenleri olmadığı için bugün bizim savaş yapacak halimiz yok” dediler.
Az su içipte savaşa çıkanların Bedir Ashab-ı kadar olduğu rivÂyet edilmiş yani 313 kişi, bunlar Bedir Ashabının öncüsü, ilk mertebesidir, Bedir’de (s.a.v.) Efendimizin şahsında bu işler Zat mertebesinden oluşmakta idi burada ise esmâ mertebesi itibarıyla oluşmaktadır, daha sonra gelecek olan Zat mertebesinin burada uygulaması başlamış oluyordu.
Bizimde hayatımızda canımızı sıkan küçük sorunlar çıkar işte Allah’ın izniyle bunların üstüne gidilir ve aşılır ve insânın morali bozulmaz, ama ne zaman ki kişi nefsâniyyetine dönük hayat yaşamaya başlarsa küçük sorunlarda hemen kaçar nedeni de bu nehri geçememe-sidir.
Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir, bütün bu âlemde Allah’ın varlığı olduğunu söylediğimiz halde, neden Allah sabredenlerle beraberde başkalarıyla değil?
Sabredenin sabrının artması kendisinde bulunan isimlere Allah esmâsının hâkim olmasından, muhafaza etmesinden bu durumda kişide hayal ve vehmi meydana getirebilecek isimler bastırılmış olarak kalıyor, bunun anlaşılması ve kişide faaliyete geçmesi için Allah esmânının mânâsını bilmesi lâzımdır.
وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْراً وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ
الْكَافِرِينَ 372
Dostları ilə paylaş: |