BOĞAZİÇİ
286
287
BOĞAZİÇİ
Bibi. Eldem. Boğaziçi Amlan\ Eldem, Köşkler ve Kasırlar, II; Eldem, Türk Evi, I-III; Eldem, Türk Bahçeleri-, Evliya, Seyahatname, I; R. Janin, "L'eglise byzantine sur leş rives du Bosphore (Göte asiatique)", Revue deş Etudes Byzantines, XII, 1954, s. 69-99; Janin, Constantinople byzantine; J. Pargoire, "L'amo-ur de la Campagne â Byzance et leş villas imperiales", Echos d'Orient, XI, 1908; P. ğ. Inciciyan, Villeggiatura de Bizantini sul Bos-foro Tracio, Venedik, 1831; M. Tayyip Gök-bilgin, "Boğaziçi", M, II, 666-695; Kömürci-yan, İstanbul Tarihi; İnciciyan, İstanbul; Eyi-ce, Boğaziçi; Pardoe, Bosphorus; Melling, Voyage.
TÜLAY ARTAN
Edebiyatta Boğaziçi
Boğaziçi, Boğaziçi mehtapları, Boğaziçi köyleri, koyları yazarlara, şairlere, sanatçılara her dönem ilham kaynağı olmuştur. Düzyazıda, şiirde ve şarkılarda en çok Boğaz mehtapları ve Bebek, Göksu, Kandilli, Kanlıca, Üsküdar, Beykoz gibi semtler işlenmiş ya da roman ve hikâyelerin dekorunu, çevresini, çerçevesini o-luşturmuştur.
Boğaziçi, Divan Edebiyatı'na, istanbul bütünlüğü içinde mısralarla 16. yy başında girmiş olmalıdır. Cemali (ö. 1512 ?) Şehrengîz-i İstanbul'unda, Bu gün Göksu gibi bir cây-i hurrem / Yarın cennetde görür mi ki âdem / iki fanus ile zahir nihâî / iki derya bu şehrün pâsbânî; bir beytinde ise, Yâr ile gezdüm Hisârûn cümle bağ ü râğıni / Beykozun seyr itdü-rüb geşt Udum Alem dağını der.
17 yy'da Ataî(->) Sakiname'de, Boğaziçi'nin güzelliklerini, mehtaplarını, semtlerini över. Yine aynı yüzyıl divan şairlerinden Sabit (ö. 1712), Ko kafes nâle-sini nağme-i pey der peye gel / Râyegân dinleyelim bülbülü İstinye'ye gel mısra-larınm sahibi Şeyhülislam Yahya Efendi; 18. yy'da ise Üsküdar ve Beşiktaş üzerine şarkılarıyla Rahmi, Nâşid, Seyyid Vehbi, Sâhib'in yanında Sevâhilname adlı bütün Boğaz semtlerinin adının cinaslı kelime oyunlarıyla anıldığı eserin sahibi Fennî; Göksu mehtaplarını anlatan Esrar Dede; Şeyh Neccarzade Rızaeddin Efendi, İzzet Efendi, Şeyh Galib, Abdülhalim Neyyir Dede ve Nedim, Boğaziçi'ni a-nan şairlerdendir.
19. yy'da Boğaziçi'nin önem kazanmaya, saray ve çevresinin her iki sahilde de birbiri ardına sahilsaraylar, sahilhane-ler, köşkler yaptırmaya başlamasıyla Boğaziçi Divan Edebiyatı'nda da daha fazla yer almaya başladı. Neş'et, İlhamî mah-lasıyla yazan III. Selim, Sünbülzade Vehbi (ö. 1809), Enderunlu Fazıl (ö. 1810), Reisülküttab Arif Efendi, (ö. 1813), Arif Mehmed Efendi (ö. 1816), Enderunlu Vasıf (ö. 1824), Adlî mahlasıyla yazan II. Mahmud (ö. 1839), Sermed (ö. 1839) vb Boğaziçi'ni, daha çok, zamanın en ünlü mesire yeri Göksu ağırlıklı olarak yazan şairlerdir.
Daha sonraki dönemlerde ve günümüzde şair ve yazarlar Boğaziçi'ne ilgisiz kalmamışlar, aksine Boğaziçi tüm yönleri ve semtleriyle 20. yy edebiyatında yer almıştır. Yüzlercesi arasından Abdülhak Hamid, Faruk Nafiz Çamlıbel, Recaizade
Ekrem, Tevfik Fikret, Mehmed Akif, Ha-lid Fahri Ozansoy ve en önemlilerden biri olan. Boğaziçi üzerine Türk edebiyatının en güzel mısralarını yazmış Yahya Kemal Beyatlı sayılabilir. O Boğaz'a her tepeden, her semtten bakmış ve Boğaz'ı çeşitli mevsimlerde, çeşitli ışıklar ve renkler altında anlatmıştır.
Öte yandan pek çok sanatçı, yazar, şair Boğaziçi'nin çeşitli semtlerim yerleşme yeri olarak seçmişler, uzun süreler buralarda yaşamışlar ve eserlerini buralarda vermişlerdir. Tevfik Fikret adı neredeyse Âşiyan ile özdeşleşmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar, Rumelihisarı'nda; Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, Peyami Safa Beylerbeyi'nde oturmuşlardır.
İSTANBUL
20. yy'da çağdaş bir anlayışı benimseyen Türk edebiyatı, Boğaziçi'ni pitoresk özellikleriyle olduğu kadar, kültür ve uygarlık tarihi açısından da ele almış; edebiyatın hemen hemen bütün türlerinde irdelemiştir. Boğaziçi, şairler, romancılar ve hikayeciler için bir doğa harikası olmaktan çıkarak, geçmiş zamanın bugüne taşıdığı ekinsel bir ocak niteliğiyle anılmıştır. Aynı şekilde edebi nitelikli düzyazılarda Boğaziçi'nin birçok özelliklerine değinme fırsatı bulunmuştur.
Yahya Kemal Beyatlı'nm saptadığı Boğaziçi, tarih açısından, Bizans zamanında tek tuk köylerden ve kiliselerden ibaret bir yöredir. Asıl Boğaziçi fetihten sonra kurulur ve Kavaklar'a kadar bayındır bir görünüme kavuşur. Yahya Kemal'e göre, "bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık" duyulur; "Kandilli, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu birbirine komşu köylerdir; lâkin her birinin çerçevesi, havası, güzelliği başkadır. Birinden ötekine geçerken manzara değişir".
Daha Eylül'de (1900) Mehmed Rauf, Boğaziçi'ni bir aşk üçgeni romanının dışına taşırarak, değişen dönemlerin ve modaların dile getirilmesinde bir odak kabul etmiştir. Böylece, Kanlıca, Çubuklu gibi semtlerin modasının geçtiği, asıl zenginlerin, kibarların Büyükdere' ye, Tarabya'ya akın ettikleri ve oralarda alafranga hayatlar sürdürdükleri belirtilmiştir. Mehmed Rauf, "çok büyük, geniş bir göle" benzettiği Boğaziçi'ni yazdan sonbahara, sonbaharın kışa evrildiği günlere kadar tasvir etmiş; buradaki bitki örtüsünün adeta bir takvimini çıkarmıştır. Günün alafranga dünyasına özlemli kişiler, Boğaziçi'nin Anadolu sahilinde sürüp giden dingin hayattan uzaklaşarak, Rumeli yakasında yalılarda, Avrupai lüks otellerde, örnekse Summer Palace' da monden olmakla övünmektedirler. Geçmişin törel dünyasından Eylûl'ün kişilerine sanki bir tek lüfer avı kalmıştır. Aynı yazar, başka romanlarında da Boğaziçi'ne dönüp bakmış; Anadolu sahilini, çoğu kez, bir köhnelikler, eskimişler yurdu görmüştür. Sözgelimi, pek ünlü Göksu Deresi'ni, Göksu'daki geleneksel mısırcıları küçümsemekten kendini alamamıştır.
Göksu, Halid Ziya Uşaklıgil'in ünlü romanı Aşk-ı Memnu'da. (1900), romanın kişilerinden biri tarafından, tepeden tırnağa yenilenmek ister. Bu, öyle bir yenilenmedir ki, romancının biraz da istihzayla yansıttığı gibi, Boğaziçi ve Göksu, egzotik bir masal ülkesine dönüşsün istenmektedir.
Değişen Boğaziçi için bu ilk gözlemler, Yahya Kemal'in Bahriye Nazırı Cemal Paşa'ya ve Hisarlar Komisyonu'na 1918'de sunduğu bir açıklamada endişelerle donanır. Yahya Kemal, Boğaziçi' nin çehresinin değişmesinden büyük kaygı duyduğunu açıkça vurgular ve "Hisar'ı harap halinde muhafaza etmeye taraftarım. Bu harabe şimdiki halinde bırakılmalı ki, gözlerimizin alıştığı timsalinin tesirini verebilsin" der.
20. yy'm başlangıcındaki Türk yazarları, Boğaziçi'ni romanesk bir görünüm sunan o yarı harap haliyle tasvir etmekten kaçınmamışlardır. Yakup Kadri Nur Baha'da (1922) Ziba Hanımefendi'yi ve yeğeni Nigâr Hamm'ı Boğaziçi'nde yaşatır; saltanatı sona eren yalıları, musiki âlemlerinin bitmekte olduğunu, yalıların önünden geçen gecelere özgü sandalları ve kayıkları söyler. Yıllar sonra Hep O ŞarMda (1956) bir kez daha Boğaziçi'm eski günlerinde anacak, rengi uçmuş bir gravürden gördüklerini saptayacaktır. 19. yy'ın sonundaki Boğaziçi köyleri, kıyıları, Nahid Sırrı Örik'in "Kanlıca'nın Bir Yalısında" (Eski Resimler, 1933) adlı uzun öyküsünde, artık yalıları ve köşkleri kiraya verilen bir beldedir. Şirket vapurları çalışmakta; yaz gelince, İstanbul'un varlıklı sayılabilecek aileleri Boğaziçi'nde yaz için kiralık yalı, köşk aramaya çıkmaktadırlar. Mimarisi neredeyse göçmekte olan Boğaziçi dünyasında doğa, inanılmaz bir son gürlük yaşamaktadır. Nahid Sırrı, bitki örtüsünün çılgıncasına bir egemenlik kurduğunu gözler. Asırlık korularda ağaçlar, sımsıkı bir yaprak yelpazesini gökyüzüne doğru açmış, güneşin nüfuz etmesini olanaksız kılmıştır. Bununla birlikte, Boğaziçi'nin eski, saltanatlı insanları, şimdi kendi başına gürle-şen koruların, bahçelerin bezediği köşklerde, yalılarda yan meczup hayatları sürüklemektedirler.
"Kanlıca'nın Bir Yalısında"yla hemen hemen aynı dönemi işleyen Siyah Gözler (1910), Cemil Süleyman Alyanakoğlu'nun bu unutulmuş romanı, Boğaziçi'nde ikili ve ikici bir hayat gözlemler: Bir yanda doğanın güzelliği ve sözgelimi Beykoz Çayırı'ndaki sereserpe, şenlikli dünya, öte yanda genç yaşta dul kalmış bir kadının muhafazakâr yaşama biçiminde cinnete varan yalnızlığı, aşk ve cinsellik ihtiyacı... Bir otuz yıl kadar sonra, Halide Edip Adıvar Tatarcıkta (1939) ülküsel bir Boğaziçi köyünün (Poyrazköy) monografisini kaleme getirecek, toplumsal hayattaki değişmeleri, özellikle kadının özgürlük ve kişilik kazanışını Boğaziçi dekorunda işleyecektir.
Şiirlerinde Boğaziçi'nin yalnız peyzajını yansıtan Yahya Kemal gibi, Ruşen Eş-
Göksu
Boğaziçi'nin
edebiyatçılara
esin kaynağı
olan
köşelerinden
biriydi;
fotoğrafta
yüzyıl
başlarında bir
Göksu sefası
görülüyor.
Erkin Emiroğlu
fotoğraf arşivi
ref Ünaydm da Boğaziçi Yakındaridz (1938) yöreyi bütün bir güzellikler, doğa mucizeleri tablosunda tasvir eder. Bu e-serde Boğaziçi'nin bugün artık bütünüyle kaybolmuş asıl doğası, ağaçları, bitkileri, balıklan, kuşları, insan elinden çıkma mimarisi, uygarlığıyla canlandırılmış, satır arası dokundurmalarla hepsinin sonuna gelindiğine işaret edilmiştir. Benzer kaygılar, Refik Halid Karay'ın yaklaşık 1910-1940 arasında kaleme aldığı birçok yazısında göze çarpmaktadır. Karay, Boğaziçi'nin daha I. Dünya Savaşı eşiğinde, özellikle Anadolu sahilinde, moda dışı kalarak terk edildiği, bütün bir mimari mirasın korunmasız bırakıldığı düşüncesindedir. Geçen zaman içinde buralarda devlet ve saltanat düşkünü, eski beysoyluların handiyse yoksullukla boğuşanları kalmış; yalıların yeni zamana ayak uydurmuş kafessiz pencerelerinden görülen, çökük ihtiyar çehreler, bezgin yaşlı halayıklar, döşemelik kumaşı çoktan eprimiş möbleler olmuştur.
Bununla birlikte Karay, Boğaziçi'nin yeni zamanlarda bir kez daha gözde bir sayfiye yöresi olmasına değinerek, Bo-ğaziçi'ndeki yenileşmeye karşı çıkmış ve betonun, çimentonun girdiği Boğaziçi'nden geriye hiçbir şey kalmayacağım ısrarla vurgulamıştır. ("Boğaziçi Olduğu Gibi", Tanıdıklarım, 2. bas., 1940). Romancı, bu soy yazılarından başka, Bu Bizim Hayatımız (1950) romanında dünün ve o günün Boğaziçi'ni son güzellikler çerçevesinde kaleme getirmiş, son romanı Sonuncu Kadeb'te (1965) ise Boğaziçi'nden bir hatıralar öbeği sunmuştur.
Türk edebiyatına Boğaziçi Mehtapları (1943) ve Boğaziçi Yalıları (1954) gibi eşsiz iki eser armağan eden Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi'nin "bu asrın ilk yıllarında" eski Venedik'i hatıra getirdiği kanısındadır. Özellikle yalı mimarisinin ışığa ve loşluğa bir arada açılışı, yelpazelenişi üzerinde durur. Yalının Bo-
ğaz'ı seyretmeye ayrılmış ön odalarında ışıklar içeriye sıçrayarak yansılarıyla daima aydınlık ve gölge oyunları meydana getirmektedir. Bu aydınlatışlar ve gölge-lendirişler kimileyin duvarlarda, döşemede, tavanda ya boyuna bir ırmak gibi akarlar ya da rüzgârla ürpermiş tenin çağrışımlarını uyandırırlar. Boğaziçi bir yönüyle sanat bucağıdır. Abdülhak Şinasi sözgelimi musiki dinlemeyi rüya görmeye benzetir. Çalgı sesleriyle, insan sesleriyle kurulacak gönül bağı, tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi, anılarımızı, dahası, yaşamamış olduğumuz hayatların anılarını da devşirerek bizi yepyeni manzaralara, hislere, ruh iklimlerine alıp götürecektir. Musiki fasılları ay ışıklı gecelerdedir. Kimileyin de sularda ufak, kesik ışık parçalan menevişlenir, ay ışığıyla yarışır. Sayısız küçük dalgalanış, yazarı ışıktan ve altından mini mini yelpazelerin boyuna açılıp kapandığı izlenimine çeker. Bununla birlikte korunma imkânlarından yoksun bırakılmış Boğaziçi'nde doğadan mimariye, eşyadan ruh iklimine her şey özelliğini ve değerini yitirecek, Boğaziçi ürkünç bir yıkıma sürüklenecek, güzellik gibi duyarlık da geçmiş zamanda kalacaktır. Şair Nigâr Hanım kimliğinde Boğaziçi insanını, yaşayışı, giyim kuşamı, duyumsayışlarıyla eksiksiz tanımlayan Abdülhak Şinasi, 1950 sonrasında bir "Boğaziçi Müzesf'nin kurulmasını önermiş, bu önerisi dergi sayfalarında unutulmuş yazıları arasında kaybolup gitmiştir.
20. yy'da kaleme aldığı bazı romanlarında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Boğaziçi bitki örtüsünün nasıl tahrip edildiği, Maslak yolunun açılışı örneğinde olduğu gibi, yanlış bir şehircilik anlayışına nasıl kurban gittiği üzerinde durmuş, yetkili çevreleri çok önceden uyarmayı denemiştir. Aynı yaklaşımı mimari açıdan Haluk Şehsuvaroğlu'nun yalılara ve Boğaziçi mimarisine ilişkin pek çok yazı-
sında görmek olasıdır (Boğaziçi'ne Dair, 1986).
Boğaziçi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ö-zellikle Huzur romanında (1949) ve "Yaz Yağmuru" hikâyesinde (Yaz Yağmuru, 1955) bütün bir kültür birikimiyle belirir. Huzur'da "Boğaz'ı tatmak" ülküsü, yaklaşmakta olan yıkımları sezmekten doğmuş bir kaçış gibidir. Mehtapsız gecelerde, kayık ışıkları denizde bir "ışık operası" meydana getirir. "Şehrayin"den, "musiki cümleleri"nden söz açan Tanpınar, "ışık operası"yla noktalar lüfer avını. Böylece, Boğaziçi'nde alaturkayla alafranga kucaklasın Burada "her şey" bir akistir. Boğaziçi, Büyükada'yla oranlanır. Ada, imparatorluğun çöküş döneminde birdenbire "oluvermiştir". Boğaziçi'ne gelince, bu özel uygarlık beldesi köy köy, hep yaşamış; kimi zaman servetle boğulmuş, kimi zaman da "çarşı ve pazarım kaybedip" yoksul düşmüştür. Değişen modalar karşısında kimliğini korumaya, yitirmemeye elden geldiğince özen göstermiştir. Beş Şebir'de (1946) Boğaziçi'ni bir uçtan bir uca tarayan Tanpınar, burada hep küçük ve güzel camileri, kireç sıvalı duvarları, küçük mescitleri, ayna taşlan kırık bile olsa göz okşayan çeşmeleri, yıkık yıprak, ama ölüm korkusunu silen geniş ve dik yokuşlu mezarlıkları, iskele kahvelerini, daha birçok şeyi daima "bir sedef rüyası içinde" görür. Nihayet yazar, sönüp gitmekte olan Boğaziçi'ni de üzüntüyle saptayıp, bunda, düzyazının ve resmin Osmanlı-Türk uygarlığındaki cılızlığına bağlanacak sebepler bulur. Dünkü görünümünü bilemediğimiz yalılar, sözgelimi, deniz kıyısı lokantası olmuşlardır ("Yaz Yağmuru"). Yalının geniş taşlığı, şimdi lokanta müşterisinin oturduğu kısımdır. Bununla birlikte o loş taşlık, gevşek döşeme tahtaları geçmişten konuşmaktadır: Deniz çırpıntılarla yalıyı yaladıkça, yeşil ve camkesiği ışık yansımaları döşemeden sızarak ta-
Dostları ilə paylaş: |