Bakirköy ruh ve siNİr hastaliklari hastanesi



Yüklə 7,48 Mb.
səhifə1/134
tarix27.12.2018
ölçüsü7,48 Mb.
#87102
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   134

BAKIRKÖY RUH VE SİNİR HASTALIKLARI HASTANESİ

Türkiye'nin en büyük akıl ve ruh sağlığı kurumu, eğitim ve araştırma hastanesi.

Toptaşı Bimarhanesi'nin(-») yetersiz gelmesi nedeniyle hastaların iyi bakılmaması ve ölüm oranının artması üzerine, akıl hastalarına daha uygun bir yer arayışı başlamıştı. Mütareke döneminde (1918-1922) Başhekim Mazhar Osman' m (Usman) girişimiyle, Bakırköy'deki Reşadiye Kışlaları ve ona eklenen 1.000 dönümlük arazi 1924'te akıl ve sinir hastalıkları hastanesine ayrıldı. 15 Haziran 1927'de Toptaşı Bimarhanesi'ndeki hastalar buraya taşınarak İstanbul Bakırköy Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesi adıyla Mazhar Osman'ın başhekimliğinde faaliyete geçti.

Toptaşı Bimarhanesi'ne bağlı Karaca-ahmet'teki Miskinler Tekkesi (cüzam tec-ritevi) ise Toptaşı'na nakledilmiş, buradaki hastalar daha sonra Bakırköy'de yapılan cüzam pavyonuna taşınınca Toptaşı Bimarhanesi bütünüyle boşaltılmıştı.

Uzun süre boş kalan kışla binaları harap bir halde olduğundan derhal bir onarım başlatılmış, hastanenin geniş arazisi, buğday ve sebze ekilerek kısa sürede bağ ve kavun karpuz bostanlarının ilavesiyle bir çiftlik haline getirilmiştir. Buralarda çalışanların çoğu tedavi görmekte olan hastalardı. Böylece hem hastalar rehabilite ediliyor hem de hastaneye gelir sağlanıyordu. Hastane içindeki terzihane, ayakkabı tamir atölyesi gibi küçük işyerleriyle mutfak ve çamaşırhane gibi birimlerde de hastalar çalışmaktaydı. Böylece kışla, kısa sürede toparlanarak hastane görünümüne kavuşturulmuştur.

Onarımdan sonra hastane 20 pavyonda çalışmaya başlamış, hastalara durumlarına göre ayrı pavyonlar tahsis edilmiştir. 1934'te 21. pavyon, 1935'te poliklinik, 1938'de de yeni bir pavyon, merkez bina ve lokanta açılmıştır. 1933' teki üniversite reformu ile İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin nöroloji ve psikiyatri klinikleri hastane bünyesine yerleştirilmiştir. Böylece hastanenin yönetsel ve bilimsel gelişmesi hız kazanmıştır.

Daha sonra Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi adım alan kurumda 1960'ta başhekimliğe getirilen Faruk Bayülkem ve arkadaşları, açık kapı sistemini başlatmışlar, buna bağlı olarak meşguliyetle tedavi ve rehabilitasyon uygulamaları bilimsel olarak organize bir ekip tarafından yönetilmiştir. Çeşitli dallarda yeni atölyeler açılmış, hekimler ve psikologlar tarafından sosyal readaptasyon programları uygulanmıştır. Hastaların tedavi edilip topluma döndükten sonra bir işte çalışabilmelerini sağlamaya yönelik etkinliklerde bulunulmuş ve sonuçlan halka gösterilmiştir. Hastane bahçesinde, bahçecilik ve spor çalışmaları düzenlenmiş, hastalara ve ailelerine bireysel ve grup psikoterapiler! uygulanmıştır. Bu faaliyetlerle toplumun ruh hastalıklarına ve hastaneye karşı ilgi ve güveni artırılmaya çalışmıştır. Ayrıca İstanbul'un çeşitli semtlerinde hastaneye bağlı ruh sağlığı dispanserleri de açılmıştır.

1976'da hastane bünyesinde faaliyet göstermekte olan Türk Ruh Hastalarını Readaptasyon Dernegi'nin açtığı yardım kampanyasında toplanan bağışlarla Yarı Yol Evi ve Korunmalı İşyeri adlarında iki adaptasyon merkezi yaptırılmıştır.

1980'de Bakırköy Akıl Hastanesi Vakfı kurulmuş, Milliyet ve Tercüman gazetelerinin açtığı kampanya sonunda halktan yardım toplanmıştır. Bu yardım 1975'te temeli atılan ve 1983'te hizmete giren 1.170 yataklı ek tesislerin yapımında ve eski binaların donatımında kullanılmıştır. Hastane 1990'da 2.188 yatakla hizmet vermekteydi.

Hastane bünyesinde kurulan Alkol ve Uyuşturucu Madde Bağımlılığı Tedavi ve Araştırma Merkezi (AMATEM) 23 Temmuz 1983'te hizmete giren modern binasında faaliyetini sürdürmektedir.



Bibi. Cumhuriyetin 15'inci Senesi Şerefine Bakırköyünde ilk On Sene, İst., 1938; Sıhhat ve içtimai Muavenet Vekâleti: istanbul Bakırköy Akü ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin Son ilerlemeleri, ist., 1959; Bakırköy'de 50 Yıl, ist., 1977; Bakırköy Akıl Hastanesi'nde Çağdaşlaşma 1979-1987, İst., 1987.

NURAN YILDIRIM

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi binaları ve bahçesi. Hazım Okurer, 1993

BAKI

(1526, İstanbul - 7 Nisan 1600, İstanbul) Divan şiirine İstanbul Türkçesi ile ifade gücü kazandıran şair ve kendi devrinin sultanu'ş şuarâsı (şairlerin sultanı).

Adı Mahmud Abdülbakî'dir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi'dir. Medresede devrin ünlü âlimlerinden dersler gördü. Aynı dönemde devrin üstat şairi Zatîden de şiir kültürü edindi. Genç yaştan itibaren bürokrasinin içinde yer aldı. İstanbul'un pek çok medresesinde ve imparatorluğun çeşitli merkezlerinde müderrisliklerde ve kadılıklarda bulundu. I. Süleyman'ın (Kanuni) iltifatlarına mazhar oldu ve rahat bir ömür sürdü. Mekke ve İstanbul kadılıkları yaptı. Anadolu ve Rumeli kazaskeri (üç kez) oldu. Çok istediği şeyhülislamlık makamına geçemeden vefat etti. Edirne Kapısı dışındaki mezarlıkta gömülüdür.

Yüzyıllar boyunca Osmanlı bedii zevkinin en önemli kitaplarından biri olarak itibar gören Divan'ı yanında Ba-kî'nin Fezâüü'l-Cihâd (Din İçin Savaşmanın Erdemleri), Meâlimü'l-yakînfî Sîreti Seyyidi'l-Mürselîn (Peygamberlerin Efendisinin Ruh Yapısı Üzerine Keşfi Bilgiler) ve Fezâil-i Mekke (Mekke Şehrinin Erdemleri) adlı düzyazı eserleri vardır.

I. Süleyman (Kanuni) zamanından (1520-1566) itibaren sultanu'ş şuarâ unvanıyla anılan ve şöhreti, henüz kendisi hayatta iken Osmanlı sınırlarından taşan Bakî, dünya zevklerinin pek çoğunu tatmış, eğlenceye düşkün, serbest yaradılışlı, sanatkâr ruhlu bir şairdir.

En önemli yanı, Türk şiirinin söyleyiş tarzına, o dönem İstanbul Türkçesini kullanmakla bir yenilik getirmiş olması, Türkçeyi aruza uygun ahenkle söylemiş olmasıdır. Şiirlerinde İstanbul'da konuşulan Türkçe, okuyucunun dil zevkine uygun bir kalıba dökülmüştür. Hayatın zevk ve eğlencelerine yönelmesi, şiirle-rindeki dili de o dönem İstanbul'unun günlük hayatından almasını zorunlu kılıyordu. Bir asır evvel (15. yy) Necati Bey ile başlayan Türkçe söyleme geleneği içinde Bakî, İstanbul Türkçesinin halk söyleyişlerini divan şiirine yerleştiren şairdir. Genelde temiz ve ahenkli bir şiir dili olarak nazik İstanbul lisanının Ne-dîm'e uzanan çizgisi, onun üslubuyla şekillenir. Şiir diline rahatlık ve kudret veren odur. Yer yer halk ifadesine yaklaşan külfetsiz, yalın beyitleri vardır. Medrese dili olarak Arapça ve Farsça kaynaklı kelimelerin en yoğun olduğu şiirlerinde bile, İstanbul'un en Türk semtlerinden olan Fatih'te, çocukluğunda öğrendiği duru Türkçenin, ev ve aile Türkçesinin büyük etkisi vardır. Nitekim o, bazı mısralarında hiç yabancı kelime kullanmayacak kadar Türkçeci idi. Kullandığı Arapça veya Farsça kelimelerin çoğunluğu da yine o dönem İstanbulluların ağzında yaşayan kelimelerdir. Bu dile bakarak bazen onun şiirlerini yakın zamanda yazılmış sanmak bile mum-

BÂKi EFENDİ CAMÜ VE SffiYAN 2

3

BAKKALLAR

dükkân açabilsinler ki, yaşamak için gerekli olan nesneler kolayca alınabilsin" diye buyurduktan sonra, bakkallar et, tuzlu balık, un, peynir, bal, zeytinyağı, her cins meyve, tereyağı, kuru bezelye, sedir yağı, keten, kenevir, toprak kap, şişe, çivi satmakla yükümlü tutulur; parfüm, sabun, giysi, kabara ya da kasapların iş alanlarına giren şeylerle uğraşmamaları istenir.

Osmanlı İmparatorluğu belgelerinde de, İstanbul bakkallarından sık sık söz edildiği görülür. 15öO'a ait bir Divan-ı Hümayun defterinde bakkalların, hisar dışındaki bazı kimselerin, dükkânlarının mahzenlerinde sakladıkları erzakı teknelerle gizlice etrafa perakende satma-

GAZEL

Reh-i meyhaneyi kat' itdi tîg-î kahrı

sultânın Su gîbî arasın kesdî Sıtanbûl u

Galâtânın

Miyâh-î âb ü âteş oldu câm-î keşti-î

sahbâ


Yitürdü rüzgâr âyin-i 'ayşin bezm-i rindâmn

Hilâl asa ftirûzân oldu bahr-i nîlgûn

üzre Şafakdan dem ürür âb-î şerâb-

alûdu deryanın

Bakub âb üzre âteş sanmanuz

keşt-i sahbâyi Şu'â-î tîg-i kahrından tutuşdû

Şeh Süleymânın

Semâ'-î çeng ü nây ü devr-i sağar

devletî döndü Safâsın süregör ey sûfi-î salûs

devrânın


Şerâb-ı nâbdan humlar tehî

humhâneler tenhâ 'Aceb hâlîliğin buldu riya ehlî bu

meydânın

Şu meclis içre kim dâim dokuz

peymâne devr eyler Ne denlû olsa ey Bakî zemân-î

'ayşi dünyânın BAKÎ

kündür (örn. Yollarda görse ağladığım bana taş atar-, Atılır ok gibi yabana doğru; Gül idi kapmadık budağında; Ahım tütünü perde çeker yıldızım üzre; Gül hasretinle yollara tutsun kulağını; Güzeller mihribân olmaz demek yanlışdır ey Bakî; Olur vallahi billahi hemân yal-van görsünler... gibi)

Bakî, 16. yy Osmanlı Devleti'nin ihtişamını simgeleyen İstanbul'un günlük hayatını, zevk ve eğlencesini, sanat ve siyaset çevrelerini, kırgınlık ve dostluklarını vb ihtişamlı zengin motiflerle şiirlerine işlemiştir. Tabiatından coğrafyasına, gecesinden gündüzüne dek istanbul, gazel şairi Bakî'nin pek çok mısraında canlı akisler bulmuştur. Onun anlattığı normal tabiat manzaraları tamamen İstanbul'dan alınmadır. Yazıyla kı-şıyla, baharıyla sonbaharıyla yaşayan bir İstanbul. O, adeta eline paletini, fırçasını alır, canlı renklerle oynayan bir ressam gibi kelimeleriyle gerçek tablolar çizer. Bahar onun dilinde altın, lal, gümüş ve yeşime dönüşür (örn. Servkâ-metler iki yanın alırlar yolun / Râh-ı gülzâra döner yolları İstanbul'un [şehir]; Döşedi mihr-i felek yollan dibalar ile / Etdi teşrif çemen mülkünü sultân-ı bahar [bahar]; Cihâna zîb ü fer verdi yine meşşâta-i kudret / Arûs-ı nev gibi ârâyiş etdi köhne dünyayı [bahar]; " 'g-i gül-i sefîdi bulup bâğbân-ı cerh /



Mânend-i berf yollara eyledi nisâr [son-bahar-kış]; Rûh-bahş oldu Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahar / Açdılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr [bahar]; Pür oldu şahları üzre yâhtan âyîneler / Garîb surete girdi bu f asi içinde gazal [don ve buz]; Döşendi berf serâpây sahn-ı sahraya / Ağardı rûy-ı zemîn sanki tahta-i rem-mâl [kar]; Cihanı berf ile yah tutdu kış kıyametten / Aceb mi yeryüzüne çıksa hep def âyin-i mâl [kar ve buz] ... gibi). O, Semerkant ve Buhara'yı bile İstanbul denen gelinin ayağına saçı diye serpmeye hazırdır (Zamane hâl-i Hindu ve benefşe zînetin görsün / Nisâr etsin Si-tanbul'a Semerkand u Buhara'yı).

Özellikle I. Süleyman (Kanuni) döneminin gündelik hayatını, savaşlarını, eğlencelerini, ihtişam ve zenginliğini, hüznünü ve sevincini en güzel Bakî anlatmıştır. Bilhassa kasidelerinin nesib kısımlarında İstanbul'a ait bu tür zengin sosyal, tarihi ve folklorik ifadelere rastlamak mümkündür (örn. Perişan etmedi devrinde her giz kimseyi kimse [refah]; Dilrübâlarla aceb kesreti var her yolun / Geçemez hûblarından gönül İstanbul'un [günlük hayat]; Âsitân-ı hâkini kıldı Kırım hânı konuk / İrte bir gün seyredin hâkân-ı Türkistan gelir [diplomasi]; Muktezâ-yı ulema hazret-i Kadı-zâde /Ma'den-i fazl u hüner ınenba-ı Um ü irfan [toplum]; Şimşir gibi rûy-ı zemine taraf taraf / Saldın demir kuşaklı cihanpehlevânları [savaş]; Heryâ-neden ayağına altun akup gelir [iktidar]; Reh-i meyhaneyi kat' etti tîğ-ı kahrı sultânın / Su gibi arasın açdı Sitan-bul u Galata'nın [içki yasağı]... gibi). Bibi. Ergun, Türk Şairleri, II, 697-721; ay, Baki Divanı, İst., 1935; T. Olgun, Baki'ye Dair, İst., 1938; A. H. Tanpmar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (haz. Z. Kerman), İst., 1969, s. 152-156; H. ipekten, Bakî, Ankara, 1993; S. Küçük, Baki ve Divanından Seçmeler, Ankara, 1988; F. K. Timurtaş, Baki Divanından Seçmeler, Ankara, 1987; 1. Z. Eyü-boğlu, Bakî, ist., 1972; A. Karahan, "Bakî'de İstanbul Sevgisi", Türk Dili, c. II, 1953, s. 567-570; Çelebi, Divan Şiirinde İstanbul; DİA, IV, 537-540; TDEA, I, 300-303; M, II, 243-253.

İSKENDER PALA

Bâki Efendi

Camii'nin

harim bölümü.



Tarkan Okçuoğlu,

1993

BÂKİ EFENDİ CAMÜ VE SffiYAN MEKTEBİ

Üsküdar'da, Servilik Caddesi'nden Sul-tantepe'ye çıkışta Hacı Hesna Hatun Mahallesi'ndedir.

Kapı kitabesinde yer almamasına rağmen, Hadîka, banisinin Abdülbâki adında bir hayırsever olduğunu söylemekte, caminin tarihini 1054/1644 olarak vermektedir. Ancak, caminin naziresinde gömülü olan Abdülbâki Efen-di'nin 1142/1729-30 tarihli mezar taşı caminin inşa tarihi hakkında şüphe uyandırır. İ. H. Konyalı ise, şair Cev-rî'nin hazırladığı ilk kitabeden ebced hesabıyla 1063/l652'yi bulmuştur. Kapının üzerindeki şair Senih'in hazırladığı ikinci kitabe, caminin 1292/1875'te ihya edildiğini belirtmektedir.

Kagir duvarlı ve ahşap çatılı cami, arazinin eğimine uydurularak inşa edilmiştir. Son cemaat yeri kapısında, antik Yunan mimarisinden ampir üslubuna geçmiş olan üçgen alınlığın pencereli basit bir uygulaması görülür. Kareye yakın dikdörtgen planlı haıim bölümüne, sivri kemer içine alınmış, mermer söve-li, basık kemerli bir kapıdan girilir. Mermer söveli kapının iki kemeri arasındaki inşa ve onarım kitabeleri lacivert zemin üzerine sarı ile yazılmıştır. Harim bölümünde altıgen kesitli iki ince sütun, köşeli bir çıkma yapan ahşap mahfili desteklemektedir. Mahfil, "S" ve "C" kıvrımları yapan bir korkulukla kapatılmıştır. Mahfile kuzeydoğudan, kıvrımlı bir merdivenle çıkılır. Harim bölümünün tavanı çıtalarla dikdörtgenlere bölünmüştür. Mahfilin altı da aynı şekilde kaplanmıştır. Caminin mermer mihrabı ampir üslubunun özelliklerini göstermektedir. İki pilastrm sınırladığı basık kemerin tam ortasında konsol şeklinde iri bir kilit taşı vardır. Mihrap, pilastrla-rın birinden diğerine kadar uzanan kavisli bir mermer kaide ile yükseltilmiştir. Mihrap nişinin içinde, yağlıboyayla yapılmış, iki yana açılan perde motifini hatırlatan çiçek bezemeleri arasında bir kandil yer alır. Mihrap kitabesi stilize çiçek motifleriyle süslenmiştir. Mihrap ya-



Baki Efendi Sıbyan Mektebi

Tarkan Okçuoğlu, 1993

nm silindir şeklinde dışarıya taşkındır. Ahşap minber, mahfilin korkuluklarıyla aynı üsluptaki motiflerle bezenmiştir. Ayyıldız şeklinde iki adet ahşap alem kullanılmıştır. Harim bölümü son yıllarda, bel hizasına kadar gelen Kütahya çi-nileriyle kaplanmıştır. Cami, güneyde iki, doğuda dört ve batıda üç adet olmak üzere, uzun dikdörtgen açıklıklı, kesme taş söveli pencerelerle donatılmıştır. Kuzey duvarında ise, aynı tarzda iki pencere ve mahfili aydınlatan iki küçük pencere bulunmaktadır. Camiyi dışarıdan, profilli bir saçak silme üzerinde alçak bir korkuluk duvarı çevreler.

Kesme taş minaresi kuzeybatı duvarına bitişiktir. Prizmatik kaidesi ile uzun yuvarlak gövdesi arasında silme bulunur. Taş levhalarla çevrelenen sade görünümlü minareyi kurşun bir külah örter.

Avlunun kuzeyinde, kagir ve düz ahşap çatılı bir sıbyan mektebi yer alır. Uzun dikdörtgen pencereleri olan sıbyan mektebi günümüzde imam meşrutası olarak kullanılmaktadır. Kendisine bitişen modern binalar ve geçirdiği onarımlarla tamamen değişmiştir.



Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 237; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, no. 260, 60-61; Öz, İstanbul Camileri, II, 9; A. H. Tanpmar, Beş Şehir, Ankara, 1946, 151-152; ISTA, I, 121; "Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 108-109, II, 299; UÇSA, I, 121.

TARKAN OKÇUOĞLU



BAKKALLAR

İstanbul bakkallarıyla ilgili en eski bilgileri, 886-912 arasında egemenlik sürmüş Bizans İmparatoru VI. Leon'un (Bilge Leon) "İmparator Bilge Leon 'un Kons-tantinopl Loncaları Hakkındaki Fermanı" veya diğer adıyla " Vali Kitabı"nâz. (bak. Eparkhos tes Poloes) buluruz. Bu kitapta, "Bakkallar kentin her tarafında, hem meydanlarda, hem de sokaklarda

larından şikâyetçi olduklarını öğreniriz. Öte yandan bakkallarla diğer esnaf arasında, aynı malı satmak istemeleri yüzünden de sık sık anlaşmazlık çıkmıştır. Örneğin l630'a ait bir Mühimme Defte-ri'nde, Galata bakkallarının, meyhanecilerle nasıl mücadale ettiklerinden haberdar oluyoruz. Meyhaneciler aynı zamanda havyar ve balık da bulundurduklarından, bakkalların sattıkları bazı malları da satma hakkını kendilerinde görmüşlerdir; oysa bunların satış hakkı fetihten beri bakkallara aittir.

Osmanlı İmparatorluğu'nda da bakkallar, diğer esnaf gibi, en yüksek satış fiyatını belirleyen narh uygulamasına ta-biydiler. IV. Mehmed'in dönemindeki bir narh listesinde (1680), bakkalların uygulayacakları narhla ilgili şu uyarıya rastlıyoruz: "Bakkallar yaş ve kuru feva-kihi (kuru bakkaliye maddelerini) onu onbir üzere salalar (onda bir kârla) ve yaş yemişe narh verildikten sonra yatub çüridi deyu tekrar narh istemeyeler". Aynı kanunnamede, "müşterinin alacağı nesneyi eksik tartıp veren bakkalın hakkından gelinecektir... Teraziler boş dururken gözlerinin iki tarafı beraber duracaktır... Kullandıkları kıyyeler aynı olacaktır" türünden uyarılarla, bakkalların yasa dışına çıkmaları engellenmeye çalışılmaktadır.

İstanbul'un diğer esnafı gibi bakkallar da, Tanzimat dönemine kadar gedik uygulamasına tabiydiler. Buna göre, sermayesi ne olursa olsun, hiç kimse istediği zaman, istediği yerde dükkân açıp bakkallık yapamazdı. İstanbul kadısına gönderilmiş 1806'ya ait bir fermandan gedik uygulaması ve yarattığı bazı sorunları öğrenebiliyoruz. Fermanda, bakkalların, tüccarlar tarafından diğer beldelerden İstanbul'a getirilen zahireyi pazarbaşı, bölükbaşı ve ustabaşıları ara-

Günümüzde örneğine artık rastlanmayan bir bakkal dükkânı. Salâbaddin Giz



BAKKALLAR

5 BAKTERİYOLOjlHANE-İ ŞAHANE

Geçen yüzyılın sonlarında bir mahalle bakkalı.

Sebah & Joailîier'in bir fotoğrafı.

Alman Arkeoloji Enstitüsü Fotoğraf Ar§ivi, 10142

cılığıyla alacakları; bunların bu malları kefilleri alınmış, rabıta altındaki bakkal esnafına dağıtacakları ve malın tevziin-cle sekizde bir bedelini esnaftan tahsil edip tüccara verecekleri bildirilmektedir. Kefil göstermeyenler bakkallık yapamazlar. Yine fermandan, ahvali meçhul bazı kimselerin İstanbul'da, Gala-ta'da, Eyüp'te, Üsküdar'da bakkal gediği tedarik ettikleri; bu gediği aldıkları yerden diledikleri yere nakil için Galata, Eyüp ve Üsküdar hâkimlerinden ve sair mahkemelerden ilam ve hüccet alarak nizam şartlarına aykırı olan yeni bakkal dükkânları açtıkları, tüccardan malı aldıktan sonra kaçıp kayboldukları, tüccar malının bu suretle kayba uğradığı öğrenilmektedir. Ferman, istanbul'da ve Galata, Eyüp, Üsküdar ve buralara bağlı yerlerde gedik nakletmek, yeniden gedik açmak, esnaf tarafından birbirlerine gedik satıp almak, borca karşı gedik terhin etmek gibi hallerde ancak İstanbul kadıları huzurlarında alman hüccet ve ilamları geçerli kılar.

186l'e ait bir Narh Defteri'ndeki kayıtlara göz atıldığında, bir bakkal dükkânında ne tür mallar satıldığı hakkında fikir edinmek mümkündür. Buna göre, narhı konmuş mallar arasında her tür yağ, pirinç, sabun, nohut, pastırma, sucuk, pekmez, peynir, börülce, kuru fasulye, bul-

çuvalları; tezgâhın üstünde ekmekler; tenekelerde peynir, zeytinyağı, sadeyağ, gaz; tahta bölmelerde soğan, patates, sabun; kavanozlarda fındık, fıstık, leblebi, iğde, akide şekeri gibi yemişler ve çeşitli turşular bulunur; pastırma ve sucuklar hevenkler halinde sarkar; süpürgeler, sepetler, testiler, ipler yerlerde dururdu.

Esnafı kontrolle yetkili ihtisap ağalan -belediye teşkilatı kurulduktan sonra eski devrin belediye çavuşları- yolları düştükçe mahalle bakkallarına uğrar, fiyatları kontrol eder, yiyeceklerin temiz halde satılıp satılmadığına bakarlardı. Kabahatli bulunan, mesela ihtikâr yaptığı anlaşılan veya peynir tenekesinden fare ölüsü çıkan dükkân sahipleri hemen dükkânının kapısının önünde yere yıkılarak falakaya çekilirdi. Bir ihtisap ağasının bir keresinde büyük suçunu yakaladığı bir bakkalı kulağından dükkânının kapısına mıhlayıp bütün gün öyle kalmaya mecbur ettiği yazılmaktadır (Mehmed Karadağ).

Bakkalların ekonomik açıdan örgütlenmesini amaçlayan bir girişime II. Meşrutiyet döneminde rastlıyoruz. Bu dönemde kurulan "milli" şirketlerden biri de Milli İthalat Kantariye Anonim Şirketi'ydi (1916). Gerek yurtiçinden, gerek dış ülkelerden şeker, yağ, pirinç, kahve gibi bakkaliye ürünleri sağlayıp

gur, zeytin, buğday, güllaç, mum, nişasta, un, makarna, şehriye, kimyon, soğan ve yumurta bulunmaktadır.

İstanbul'da bakkallık, Tanzimat döneminde gediklerin kaldırıldıkları tarihe (1861) kadar yalnızca Müslümanların elindeydi. Bu tarihten sonra, önce Türkçe konuşan Karamanlılar(-0, ardından da Rumlar bakkallık mesleğinde egemen oldular. Bu nedenle, Osmanlı İm-paratorluğu'nun son döneminde, İstanbul'da bakkal denilince, akla genellikle Karamanlı Rumlar gelirdi. Bunlar Rumca bilmez, Karaman ağzı ile Türkçe konuşurlardı. Bu Karamanlı bakkallar, veresiye mal vererek hemen bütün mahalle halkını kendilerine bağlarlardı. Veresiye malın pazarlığı yoktu ve fiyatına itiraz edilemezdi. Bu yüzden de iyi kazanç sağlardı. Özellikle memurlar, emekli, dul ve yetim aylığı alanlar kısa sürede bunlara yakalarını kaptırır ve bir daha kurtaramazlardı. Bunların öyle karmakarışık bir hesap defterleri vardı ki, kendilerinden başka kimse içinden çıkamazdı. Bu yüzden muntazam tutulmamış defterlere "bakkal defteri gibi" demek âdet olmuştu. Mahalle bakkallarının dükkânları çok zaman pek derbeder ve değişik halde bulunurdu. Hemen her şey ortalardaydı. Bir tarafta fasulye, nohut, mercimek, pirinç, bulgur, şeker vb

bunların alım satımıyla uğraşacak olan şirketin, 10 liralık paylardan oluşan 200.000 lira tutarında kuruluş sermayesi vardı. Bu meblağın yarısı Heyet-i Mah-susa-i Ticariye'nin kârından sağlanmış, diğer yarısı istanbul bakkal esnafına ödetilmişti. Halka şeker dağıtılışı sırasında, taşıma ve dağıtım karşılığı olarak bakkalların alış fiyatına ekledikleri kıy-ye başına 40 paranın yarısı İttihatçılarca alıkonmuş ve karşılığında şirketin pay senetleri verilmişti.

Cumhuriyet'ten sonra 1930'da İstanbul bakkallarının durumu şöyleydi: İstanbul'da 4.229 bakkal vardı. Bunlardan 21'i piyasa merkezlerinde ve büyük caddelerdeki bakkaliye mağazalarıydı. Geriye kalanın 600-700 kadarı ikinci, 1.660 kadarı üçüncü ve geriye kalanı da dördüncü sınıf bakkallardı. İstanbul'daki gayrimüslim bakkal sayısı 3.574; bu bakkallarda çalışan insan sayısı 2.000 dolayındaydı. Bunlardan 574'ü erkek ve 108'i kadın olmak üzere 682'si Türk; 607'si erkek ve 101'i kadın olmak üzere 708'i Rum; 238'i erkek ve 5'i kadın olmak ü-zere 243'ü Yunanlı ve 122'si erkek 59'u kadın olmak üzere 181'i İranlı, diğerleri çeşitli devletlerin uyruklarındaki kişilerdi. Bakkallar arasında en çok iş yapanlar gayrimüslimlerdi. İçlerinde 400.000 liralık sermaye sahibi kimseler vardı. Türk bakkallar, daha ziyade mahalle aralarında aza kanaat eden kimselerdi.

1947'de kaleme alınmış bir yazıda 25-30 yıldan beri aktarların azalmaya başladığı, birçok yerde mahalle bakkalının eski aktarların işlerini gördükleri belirtilir. Buna göre, bakkallar aktarların yanısıra tütüncülerin, sebzecilerin, manavların alanlarına da el atmaya, came-kânlannda gazete, roman, ufak tefek tuvalet eşyası, eczalı pamuk, naftalin, tentürdiyot gibi eczanelerde aranan şeyleri de bulundurmaya başlamışlardır.

1970'lerden sonra büyük mağazaların açılmaya başlaması, büyük sermayenin bu alana da girmesiyle mahalle bakkallarının krizi başlamıştır. Büyük sermayenin rekabetine dayanamayan mahalle bakkalları yer yer ekonomik darboğaza girmişler, kimi dükkânlar kapanmıştır. 19901ı yılların başlarında İstanbul'daki bakkal sayısı 13.000 civarındadır. Öte yandan kapanan bakkal dükkânı sayısı da hızla artmaktadır. Yılda 1.000 civarında dükkân kapanmaktadır. İstanbul'da 1987'de 16.527 olan bakkal dükkânı sayısı, 1992 başında 11.800'e kadar inmiştir.



Bibi. Ahmed Refik (Altınay), Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, Ankara, 1987, s. 115; Mantran, İstanbul, 368; R. Ziyaoğlu, Yorumlu İstanbul Kütüğü, İst., 1985; s. 308; "Bakkal", İSTA, IV, 1923; M. Karadağ, "Gönül Ahbap İster Kahve Bahane", Yıllarboyu Tarih Dergisi, S. 5 (Mayıs 1982), s. 49; 2. Toprak, Türkiye'de "Millî İktisat" (1908-1918), Ankara, 1982, s. 61; İ. Alâettin Gövsa, "Mahalle Bakkalı", Yedigün, 20 Temmuz 1947; E. Atilla, "Mahalle Bakkalı Ölmez", Cumhuriyet, 20 Mart 1991.

GÖKHAN AKÇURA



Yüklə 7,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   134




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin