CRAVEN, ELLZABETH
(l 750, ? -1828, Napoli) İngiliz gezgin.
Dördüncü Berkeley Senyörü Augus-tus'un kızı olarak dünyaya geldi. 17 yaşında William Craven ile evlendi. On üç yılda altı çocuk annesi olmasına rağmen piyesler yazıp sahneye koydu. 1780'de, 30 yaşındayken, kocasından ayrılıp Avrupa seyahatine çıktı. Bu arada Almanya'da Anspach ve Bayreuth Markgrafı (kont) Kari Alexander ile tanıştı ve aralarında dostluk başladı. 1786'da Rusya, Kırım ve İstanbul'a yaptığı yolculuğun izlenimlerini Kari Alexander'e yazılmış mektuplar biçiminde kaleme aldı. Bunlar 1789'da A journey tbrougb Crimea to Constantinople in a series of letters from the Right Honourable Elizabeth Lady Craven to his serene Highness the Margrave of Brandenburg Anspach and Bareith ıvritten in the year 1786, adıyla 1789'da Londra'da basıldı. Aynı yıl içinde, iki ayrı Fransızca ve bir Almanca çevirisi Paris ve Leipzig'de yayımlandı. Kitabın ayrıca Londra'da yapılmış 1814 tarihli bir ikinci İngilizce baskısı vardır.
Kari Alexander ile Lady Craven 1791' de eşlerinin ölümlerinden sonra evlendiler. Alexander, Anspach ve Bayreuth senyörlüklerini Prusya'ya satarak İngil-
J 0_ ü R N^E Y
J/?,t fc
// / /y
THE CRİMEA
CONSTANflNOPLE.
ELIZ.ABETH L A D Y CRAVEN,
TO HİS SERENE HİGHNESS
THE MARGRAVE OF BRANDEBOURG, ANSPACH, AND BAREÎTH.
Elizabeth Craven'in gezi izlenimlerinin yer aldığı 1789'da basılan kitabının kapağı. Gözlem Yaymcıhk Arşivi
tere'ye yerleşti. Orada, yazılarıyla edebiyat çevrelerinde tanınan Lady Craven, i-kinci kocasının 1806'da ölümünden sonra edebi faaliyetlerini sürdürdü.
Dönemi için epey ilginç bir hayat hikâyesi olan Lady Craven aynı zamanda, Lady Mary Montague ile birlikte İstanbul'u ilk gören ve anlatan kadın gezginlerdendir.
Sivastopol'dan gemiye binen Lady Craven 20 Nisan 1786'da İstanbul'a gelerek Fransız Elçisi Choiseul-Gouffier(->) tarafından Fransız elçilik sarayında misafir edilir. Elçi onun için saraydan 75 camiyi ziyaret etmesine izin veren bir emir çıkartır ve Lady tahtırevanla Ayasofya'yı ve belirtmediği bazı diğer camileri gezer. Fransız Elçiliği'nin penceresinden dürbünle Sarayburnu'nda Yalı Köşkü'nde-ki merasimleri seyreder. I. Abdülhamid' in genç görünmek için sakalını siyaha boyadığını yazar. Diğer elçiler ve eşleriyle birlikte dönemin en gözde kişilerinden olan Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa'yı ve haremini görmeye gider. Paşanın yazlık sarayındaki harem dairesinin alt katının çevresi açık, ortası havuzludur. Üst katta ise daire biçimindeki bir sofaya odalar açılır. Başodada onları kabul eden paşanın orta yaşlı hanımının zengin giysilerini uzun uzun anlatan Lady Craven, buna karşı sohbetin gayet basit olduğunu yazar.
istanbul'da iken kentin olağan olaylarından olan bir yangına da tanık olduğunu yazan Lady Craven 12 Mayıs'ta Ege adalarına bir gezi yapmak üzere İstanbul'dan ayrılır, izmir ve Atina'ya uğradıktan sonra 7 Haziran'da İstanbul'a döner ve bu defa Fransız Elçiliği'nin Ta-rabya'daki binasında misafir edilir. Oradan Büyükdere ve Belgrad Ormam'na geziler yapan Layd Craven Jkentten 25 Haziran'da denizyoluyla ayrılıp Varna ve Bükreş üzerinden Viyana'ya döner.
STEFANOS YERASİMOS
CUMA SELAMLIĞI
"Cuma alayı", "selamlık resmi", "selamlık resm-i âlisi" de denmiştir. 1453'ten 1924'e değin, padişahların İstanbul'da bulundukları zamanlar boyunca her cuma günü yinelenen yarı resmi namaz töreniydi.
Cuma namazının cemaatle ve güvenlikli bir oltamda camide kılınması, hutbe dinlenmesi farzdır. Bu nedenle Osmanlı kanunnamelerine cuma namazı i-çin ayrıca kurallar konmamıştır. 19. yy'a kadar da cuma selamlığı resmi törenlerden sayılmamaktaydı. Osmanlı padişahlarının, hükümdar, halife ve Müslüman birey olarak camide cuma namazı kılmaları gerektiğinden bütün padişahlar, hastalık ve özel durumlar dışında bu kurala uydular. Padişahların, törenle ve kortej eşliğinde saraydan çıkıp bir camiye gidip namaz kıldıktan sonra dönmeleri, Halife Abdülmecid Efendi'nin(-0 İstanbul'u terk edişine (5 Mart 1924) kadar sürdü.
TevkiîAbdurrahman Paşa Kanunname? sinde bayram ve cuma alaylarında, saraydan camiye gidiş sırasında, vezirlerin camide padişahı karşılamaları, çıkışta da uğurlamaları, bu dinsel gerekliliğe vezirlerin, yeniçeri ağası ile rikâp ağalarının ata binerek gidip dönmeleri, ulemanın, selamlığa katılmak zorunda olmadıkları açıklanırken Esad Efendi'nin Teş-rifat-ı Kadime adlı eserinde, cuma selamlığına yer verilmediği, dolayısıyla resmi bir tören sayılmadığı görülmektedir.
İstanbul halkı için cuma alaylarının özel bir önemi vardı. Her hafta, havanın elverişli olması koşulu ile âdeta bir bayram havası yaşanmakta ve herkese seyir olanağı doğmaktaydı. O gün, kuşluk saatlerinden başlayarak alayın geçeceği cadde ve sokaklar tıklım tıklım dolardı. Kimi, sevap olduğu, padişahı görürse sıkıntılarının geçeceği inancıyla, kimileri çocuklarına padişahı göstermek ya da korteji izlemek için, taşradan gelenler i-se benzeri bir hareket geldikleri yörelerde yaşanmadığından merakla sarayla cami arasındaki yollan doldururlardı.
Cuma selamlığının programı ve protokolü bayram alayından(-0 pek farklı değildi. Fakat ondan daha dar kapsamlıydı. Bununla birlikte 17. yy'a değin cuma selamlıklarının son derece görkemli düzenlendiği bilinmektedir. Bunun da nedeni, padişahların seferler nedeniyle uzun zaman İstanbul'dan uzak kalmalarıydı. 17. yy'ın ilk yarısında ise tahta çıkan deli, dengesiz (I. Mustafa), çocuk yaşta (IV. Murad, IV. Mehmed) padişahlar bu geleneksel töreni zaman zaman kesintiye uğrattılar. Daha önce ise III. Murad (hd 1574-1595) kapıkulu askerlerinin taşkınlık yapmalarından çekinerek saltanatının son iki yılında cuma selamlıklarına çıkmamıştı.
Cuma selamlığının ilk töreni sarık alayıydı. Kuşluk vakti, başçavuş, başında paşa kavuğu, sırtında bol yenli kürk ve üstünde kaftan, belinde altın yaftah kemerle murassa hançer, yanında on iki
sarıkçı, kırk-elli hasodalı ve mülazım ile biri sorguçlu öteki sorguçsuz iki sarık taşıyarak saraydan camiye kadar ağır a-ğır yürür, başçavuş, sarığı her iki tarafa selamlama anlamında gösterirdi. Böylece halk, cuma selamlığının hangi camide yapılacağını ve alay güzergâhını öğrenirdi. Buna sarık alayı deniyordu. Her zaman yinelenmeyen bu ilk tören, 19. yy'da bırakılmıştır.
Gidilecek camiyi padişah belirlerdi. Hazırlıklar bir gün önceden yapılır, devlet erkânı ile katılması gereken ocak a-ğaları, alayda görevli askerler cuma günü erkenden saraya gelmeye başlarlardı. İlk zamanlarda bu tören genellikle saraya yakın, örneğin Ayasofya, Sultan Ah-med, Bayezid camilerinde yapılmaktaydı. Cuma selamlığının yan resmi bir programa bağlanması ise din geleneklerine önem veren I. Selim (Yavuz) (hd 1512-1520) zamanındadır. Buna göre, saraydan camiye kadar yol boyunca karşılıklı olarak kapıkulu askerleri (yeniçeriler ve sipahiler) yanaşık düzende veya mesafe uzaksa aralıklarla çifter çifter sıralanmaktaydılar. Kuşluktan sonra sarayın birinci avlusunda toplanan devlet erkânı ve birlikler, Bâbüsselam'dan atla çıkan padişahın önünde iki yanında ve arkasında yerlerini alarak alay kortejini oluştururlardı. Yürüyüş başlarken ve yol boyunca "alkış" denen "Uğurun açık ola, yaşın u-zun ola. Saltanatta mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!" vb sözlerle alkışçılar toplu tezahüratta bulunurlar, padişah, her iki tarafa selamlama için baktıkça askerler ve halk elleri göğüslerinde çapraz olarak yere eğilirlerdi. Alaydaki rikâp ağaları, solaklar ve peykler, göz kamaştırıcı üniformaları ve yüksek sorguçları ile dikkati çekerlerdi. Önden giden vezirler ve yeniçeri ağası camide padişahı karşılarlardı. Yeniçeri a-ğası çizmelerini çıkarır, o ve silahdar a-
ğa koltuğuna girip hünkâr mahfiline kadar birlikte yürürlerdi.
Namaz çıkışında benzeri hizmet ve selamlama yinelenir, cami mütevellisi de bir süre bir buhurdan taşıyarak kortejle yürürdü. Bir gelenek olarak cami mütevellisinin padişaha on iki tepsiye doldurulmuş mevsim meyveleri ve çiçekler sunması âdetti. Bunlar saraya gönderilir ve haremde sultan ve kadın efendilere dağıtılırdı. Henüz mahfilde iken padişahın, sadrazamı, şeyhülislamı, yeniçeri ağasını ayrı ayrı kabul etmesi de kurallardandı.
18. yy boyunca İstanbul'dan pek ender ayrılan padişahlar, havanın elverişliliğine göre cuma selamlığını denizyoluyla yaparak kent sokaklarında her hafta yinelenen olağandışılığı önlemeye çalışmışlardır. En çok da Haliç'ten EyübSultan Camii'ne, Yeni Cami'ye, Arap Ca-mii'ne, Kasımpaşa ve Beşiktaş ile Üsküdar camilerine gitmekteydiler. Bu selamlıklar, birer binişi(->) andırmaktaydı.
19. yy'da sahilsaraylar yapılınca cumaselamlıkları da genellikle Beşiktaş cihe-tindeki Kılıç Ali Paşa, Nusretiye, Dolma-bahçe, Sinan Paşa camilerinde yapılmaya başlandı. Abdülaziz (hd 1861-1876) denizyoluyla selamlığı tercih etmekte veçoğu zaman Ortaköy Camii'ne gitmekteydi. Bu dönemdeki selamlıklarda Bo-ğaziçi'ndeki donanma gemilerinden toplar atılarak padişahın selamlanması dabir gelenek olmuştu. Karada düzenlenenalaylarda ise Osmanlı uyruğu Müslümanhalkların temsilcileri, Araplar, Arnavutlar,Kafkasya halkları, özel giyimli muhafızbirlikleriyle kortejde yer almaktaydılar.Geçilen cadde ve sokaklar boyunca çlaFransız askerlerini andıran üniformalı nizamiye askerleri sıralanıyordu. Cuma selamlıklarında Abdülaziz'den başka herkes yaya yürümekteydi. Bu nedenle desaraya en yakın camiye gidiliyordu.
18. CUMHURİYET
444
445
CUMHURİYET DÖNEMİ
V. Muradın üç aylık saltanatında (1876) pek az yapılabilen cuma selamlıklarında genç padişah törenlere araba ile katıldı. II. Abdülhamid'le (hd 1876-1909) cuma selamlığında padişahın dört atlı arabaya binmesi usulü yerleşti. Çırağan Olayı'n-dan(->) sonra uzak camilere gitmeyen II. Abdülhamid, sarayın önündeki Yıldız Ca-mii'ni(->) salt törenleri için yaptırmıştı.
Bu son dönemde cuma selamlıkları resmi nitelik kazanmış ve kapsamlı bir protokol belirlenmişti. Kendilerine görev verilmeyen birçok vezir ve müşir de salt "selamlık resm-i âlisine memur" sanını taşımaktaydılar. Fakat bunlar, bu törenlere ender olarak katılmaktaydılar. Ordudan bir ihtilal yönelmesi olasılığına karşılık, selamlıklarda serasker ile bahriye ve zaptiye nazırlarının mutlaka bulunması isteniyordu. Namazdan sonra ise ordu birliklerinin Seyir Kasrı ile Büyük Mabeyn önünde geçitleri başlardı. Davetli yabancılar ve Seyir Kasrı'ndaki büyükelçilerle yabancı konuklar bu töreni fotoğraf çekmemek koşuluyla izlerlerdi. Cuma günleri Beşiktaş semtinde olağanüstü önlemler alınır, kimsenin yanında silah, dürbün, fotoğraf makinesi bulunmasına izin verilmezdi. Cumartesi günleri yayımlanan istanbul gazetelerinde, Arapça ve Farsça övgü ve dua tamlama-lanyla dolu biri doksan, diğeri elli söz-cüklü iki uzun cümle ile selamlık resminin yapıldığını bildiren basmakalıp bir tebliğ yayımlanırdı.
Son dönem selamlık alaylarını saray kadınları da kapalı arabalar içinde izleyebilmekteydiler. V. Mehmed (Reşad) (hd 1909-1918) dindarlığı nedeniyle cuma selamlıklarına önem vermekte ve her hafta kentin bir başka camiine gitmekteydi. İstanbul'da son cuma selamlığı 28 Şubat 1924'te Halife Abdülmecid Efen-di'nin katılımıyla düzenlendi.
Bibi. Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi, Ankara, 1935, s. 140-141; Ali Şeydi Bey, 1326, Teşrifat ve Teşkilâtımız, ist., ry, s. 157-162; Ahmed Rasim, Osmanlı Tarihi, II, ist., 1327, s. 559, Uzunçarşıh, Saray, 65-66; Pakalın, Tarih Deyimleri, I, 304-308; Ergin, Maarif Tarihi, III, 860-870; S. M. Alus, "ikinci Abdülhamid'in Cuma Selamlıkları", Resimli Tarih Mecmuası, s. 912-914; H. Woods, Türkiye Anılan, ist., 1976, s. 150-158; H. Z. Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, II, İst., 1942 s 107-108.
NECDET SAKAOĞLU
CUMHURİYET
Yayımını 70 yıldır sürdüren istanbul'un en eski günlük gazetesi.
ilk sayısı 7 Mayıs 1924'te çıkan gazetenin adını sahibi ve başyazarı Yunus Nadi (Abalıoğlu) Mustafa Kemal Paşa' nm önerisiyle seçmişti. Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyet'in ilanı sırasında Ankara'da Mustafa Kemal ve Cumhuriyet yanlısı Yenigüriü çıkarmakta olan Yunus Nadi Bey, gazetesini Cumhuriyet adıyla istanbul'a naklederken kendisinden beklenen, Cumhuriyet'in ve devrimlerinin savunucusu olmasıydı. Cumhuriyet'in ilanından sonra istanbul basınında
Cumhuriyet'in l Mayış 1924 tarihli ilk sayısının birinci sayfası. Cumhuriyet Gazetesi Arşivi
başlayan tepkiler Kemalistler açısından böyle bir yayını zorunlu kılıyordu.
Cumhuriyet'in ilk sayısındaki başyazıda, gazetenin Cumhuriyet fikir ve esaslarını yıkmaya çalışanlarla mücadele edeceği kaydedilmekteydi. Cumhuriyet gazetesi, yeni Türkiye'yi dış dünyaya tanıtma ve Cumhuriyet'in amaç ve tezlerini dışarıya karşı da savunma görevini üstlenmiş, bu amaçla 6 Temmuz 1925' ten 30 Haziran 1952'ye kadar Fransızca La Republique gazetesini de yayımlamıştır. Gazetenin sahibi Yunus Nadi'nin aynı zamanda CHP milletvekili ve Dışişleri Komisyonu reisi olması nedeniyle, her iki yayın da dikkatle izlenmiş, gazetenin içeride ve dışarıda ciddi bir siyasal ağırlığı olmuştur.
Cumhuriyet gazetesi uzun yıllar, ileri bir gazetecilik ve habercilik anlayışı ve siyasal ağırlığı olan başyazılarıyla Türk basınının önde gelen günlük gazetelerinden biri olmuş, 1960'lara kadar bir yandan sağlıklı ve güvenilir haberleri, öte yandan güzellik yarışmaları dahi düzenleyerek çağdaş yaşamı her yönüyle yansıtma çabalarıyla İstanbul'un taşradaki en etkili ve ciddi sesi olmayı başarmıştır. 1924'te 7.000 civarında olan tirajı 1960'larda 100.000'e çıkmış; 12 Mart 1971' deki askeri darbe sırasında bazı yazarların gazeteden uzaklaştırılmaları veya pasif kalmaları, bir bölümünün de tutuklanmasıyla tirajı 40.000'lere kadar düşmüş; daha sonra aynı kadronun gazeteye etkin şekilde dönmeleri ve yeni yazar ve gazetecilerin takviyesiyle 1970'le-rin sonlarında ve 1980'lerde tirajı 150.000'i aşmıştır. İç sorunlardan doğan benzeri bir sarsıntıyı 1991'de yaşayan gazetenin tirajı gazete yönetiminin el değiştirmesi sırasında yine 40.000'lere kadar düşmüş, bir süre önemli mali güçlükler içinde bocalamış, daha sonra yeni bir toparlan-
ma içine girmiştir. 1994 başlarında ortalama günlük satış 65-70.000 civarındadır. Halen promosyon savaşı içindeki büyük gazetelerin yanında, Babıâli'nin promosyon yapmayan ve belli bir fikir gazeteciliğini sürdürmeye çalışan tek günlük gazetesi durumundadır.
Geçmişteki ve günümüzdeki önemli yazarları arasında Yunus Nadi, Nadir Nadi, Doğan Nadi, Ömer Rıza Doğrul, Hasan Ali Yücel, Adnan Adıvar, Abidin Daver, Burhan Felek, Ecvet Güresin, Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu gibi dönemlerine damgalarını vurmuş kişilikler yer almıştır. Cumhuriyet Kitap Kulübü girişimi ve haftalık kitap eki veren tek gazete olarak Türkiye'nin ve istanbul'un kültür hayatına önemli katkıları olmuştur.
ORHAN KOLOGLU
CUMHURİYET ANITI
Taksim Meydanı'ndadır. İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya (1869-1959) yaptırılan ve 1928'de yerine yerleştirilen anıtın kaide ve çevre düzeni mimar Guilio Mongeri tarafından yapılmıştır.
1925'te dönemin İstanbul milletvekili CHP müfettişi Hakkı Şinasi Paşa'nın başkanlığında oluşturulan bir komisyonca P. Canonica ile bağlantı kurulmuş ve a-nıt ısmarlanmıştır. 2,5 yıl süren anıtın yapımında taş ve bronz kullanılmış, mali kaynak için halka başvurulmuş, makbuzlar bastırılıp bağış toplanmıştır.
Cumhuriyet dönemi anıtları, ilk defa figüratif bir anlatımla Atatürk'ü ve kurulan yeni düzeni topluma tanıtan heykellerdir. Bu döneme ait anıtların yerleşim planlamasında önlerinde tören yapılacağı göz önünde tutularak çevre düzenlemesi yapılmıştır.
Cumhuriyet Anıtı dikilmeden önce Taksim'de kent alanı özelliği görülmü-
Cumhuriyet Anıtı
Nazım Timuroğlu, 1994
yordu. 1925-1926'da yapılmış Pervititch haritalarında Taksim Çeşmesi ve Taksim Sarnıcı (Maksem) önünde, İstiklal Caddesi, Pangaltı, Gümüşsüyü ve Sıraselvi-ler'e uzanan yolların birleşmesiyle oluşan bir açıklık vardı. Anıtın Taksim'e dikilmesiyle birlikte burada geniş boyutlu bir meydan ve çevre düzenlemesine gidilmiştir. Şehirci mimar Prost'un düzenleme projesi çerçevesinde Taksim Kışlası dönemin belediye başkanı Lütfi Kır-dar tarafından yıktırılarak (1940) kazanılan arsanın bir kısmı alana katılmış, diğer kısmı da Belediye Bahçesi'ne katılarak Taksim Gezisi oluşturulmuştur. Böylece Cumhuriyet Anıtı ile birlikte Taksim Meydanı kent ölçeğinde bir tören alanı özelliği kazanmış ve bölge trafiğinin düğüm ve dağılım yeri olmuştur.
Dairesel bir meydanın ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın iki yüzündeki bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek o-luşturulmuş kemerli taş bir kaide içerisinde yer alırlar. 11 m yüksekliğindeki a-nıtın kaidesinde pembe Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı'nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye'sini simgelemektedir. 1928'de Talimhane Caddesi ile İstiklal Caddesi-Sıraselviler aksı üzerine yerleştirilen anıtın kuzey yüzünde Mustafa Kemal, askerlerinin önünde görülmekte, diğer yüzünde ise sivil giysileri ile Mustafa Kemal Atatürk yanında İsmet inönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu canlandırılmaktadır. Anıtın yan yüzlerinde birer asker heykeli, üstlerindeki madalyonlarda ise iki kadın portresi yer almaktadır. Anıtın bu dar yüzleri altında birer ayna taşı ve önlerinde mermer yalaklar bulunmaktadır. Sanatçı bu yalaklara akacak su ile meydan çeşmelerini anımsatan bir proje oluşturmuş, daha sonra ise su öğesi kullanılmamıştır. Anıt, 1988'de Taksim, Tarlabaşı, Şişhane yıkımları sonrası alanla ve çevre dokusu ile ilişkisini yitirmiş, oturduğu dairesel taban istiklal Caddesi yaya yolunun bir parçası halini almıştır.
Bibi. Cezar, Beyoğlu; S. Eyice, Atatürk ve Pietro Canonica, ist., 1986; Ç. Gülersoy, Taksim, ist., 1986; H. Gezer, Cumhuriyet Dönemi Türk Heykeli, Ankara, 1984; M. Sözen, "Türklerde Anıt", Mimarlık, Temmuz 1973; N. A. Banoğlu, "Taksim Cumhuriyet Abide-si'nin Tarihçesi", Atatürk Araştırma Merkezi Tarihçesi, S. 25 (Kasım 1992), s. 109-125.
NiLÜFER ERGİN
CUMHURİYET CADDESİ
Taksim Meydanı'ndan başlayarak Valikonağı ve Halaskârgazi caddelerinin kavşağına kadar uzanan, Taksim ile Harbiye arasındaki cadde.
Ortasında ağaçlandırılmış geniş bir refüj bulunan caddenin gerek gidiş, gerekse geliş yönleri dört şeride elverişli genişliktedir. Her iki yanda da geniş yaya kaldırımları ve büyük görkemli binalar vardır. Cumhuriyet öncesinde de bu-
rada kentin önemli yollarından biri vardı ve 20. yy başlarında burası bir tramvay caddesiydi. Tramvay 1961'de kaldırıldı. Ancak bugünkü Cumhuriyet Cad-desi'nin Taksim'den Harbiye'ye doğru sağda kalan şeridi ve bu taraftaki binalar 1940'ların ürünüdür. Bu bölgedeki Surp Agop Mezarlığı'mn istimlak edilmesinden sonra, caddenin bu yönü 1945-1950 arasında bugünkü görünümünü almaya başlamıştır.
Taksim Meydanı'na yakın bölgesinde Tarlabaşı, Lamartin, Abdülhak Hamit, Elmadağ caddeleri ve Taksim'den Harbiye'ye doğru giderken sol kolda kalan Dolapdere'ye doğru inen bir dizi sokak caddeye açılır. Caddenin iki yanında 1950-1960'larda İstanbul'un en lüks konutları kabul edilen apartmanların dışında İstanbul Radyoevi, Divan Oteli, Hilton Oteli girişi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu girişi, konsolosluklar, bütün büyük u-çak şirketlerinin acenteleri, turizm şirketleri, Harbiye Orduevi binası, Nötre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi, Surp Agop Ermeni Hastanesi, tarihi Harbiye Mektebi binası (halen bir bölümü Askeri Müze), çok sayıda restoran, büyük şirketlere ait binalar, resim galerileri vardır. Caddenin başladığı yerde, Taksim Parkı' nın önünde Taksim'den Şişli, Levent, Etiler vb kentin kuzey yönüne doğru giden otobüslerin durakları bulunmaktadır. İnşaatı başlamış olan İstanbul Met-rosu'nun girişlerinden biri de bu bölgede yer alacaktır (bak. metro). Halen kent trafiğinin en yoğun olduğu ana arterlerden biridir.
İSTANBUL
CUMHURİYET DÖNEMİ ,-j— EDEBİYATINDA İSTANBUL
İstanbul her rejimde, her dönemde, semtleri ve kişileriyle edebiyatın konusu olmuştur. Osmanlı döneminde kozmopolit istanbul'un edebiyatı, ulusal kültürden çok, Batı etkisini taşıyordu. Oysa, Cumhuriyet, bu kozmopolitliğin içinde ulusallığı, başka bir deyimle Türklüğü artırdı. Edebiyat, kültürel, düşünsel anlamda Doğu-Batı karşıtlığının da arena-siydi, arenanın bulunduğu coğrafya ise İstanbul'du. Yeni rejimin değerlerine bağlı insanın kimliği; eskiyle çakışma ve çatışma, edebiyatta ağırlıklı olarak işlenmeye başlandı.
Gerçekçiliğin izdüşümü ancak Cum-huriyet'te edebiyatın üzerine düşebildi. İnsanların sadece duygu dünyasına eğilen, platonik aşklarıyla uğraşan Cumhuriyet öncesindeki edebiyat, Cumhuriyet' te gerçekçilikle tanıştı.
Genel bir değerlendirmede, yazarların, şairlerin İstanbul'a bakışı için kullanılan ölçütlerden biri de aynı semte, aynı mekâna farklı bakıştır. Sözgelimi, bir Aziz Nesin ile bir Yahya Kemal'in ada kavramına, yaşamına bakışı, edebiyattaki çizgi farklılığını gösterir. Cahit Sıtkı ile Behçet Necatigil de aynı Beşiktaş'ı farklı yorumlarlar.
İstanbul'u, değişik yazarlar, siyasal eğilimlerine, ya da sadece estetik kaygılara önem vererek değerlendirdiler. Kimilerine göre İstanbul, Boğaziçi ya da Pera demekti, kimilerine göre de yoksul insanların yaşadığı kenar mahallelerdi.
Kenar mahalle İstanbul'u, 1940 toplumcu, gerçekçi kuşağının sınıfsal yaklaşımıyla edebiyata girdi. Anadolu'dan zorunlu göç, köşklerin, yalıların istanbul' undan sonra, gecekonduların İstanbul' unu edebiyata getirdi.
İstanbul'un küçük insanını, yoksulunu anlatan bir yazarın, şairin başka kentlerdeki ezilenleri anlatanla arasındaki ayrımı burada belirlemenin yararı var. Büyük kentlerde, zengin mahallelerle kenar mahalleler arasındaki keskin ayrılıklar ve bu kentte yaşayan insanların çoğunlukla başka kentten, köy ve kasabalardan gelişi, buradaki ezilen kesimin İstanbullu boyutunu daha da öne çıkarır.
İstanbul, Cumhuriyet'in ilk döneminde pek önemsenmedi, Osmanlı artığı insanların kenti olarak görüldü. Aristokrat değerlerle, bürokrat burjuva değerleri aynı potada buluştu, çalkalandı durdu. Tanzimat'la başlayan kimlik arayışı edebiyatta işlenmişti ama Cumhuriyet'in ilanıyla, bir kültür ideolojisine dönüştü. Ahmed Rasim, Halide Edip Adıvar, Halit Ziya Uşaklıgil, Samiha Ayverdi, değişen değerler konusundaki bellek birikimlerini Cumhuriyet'e getirdiler.
Ahmed Rasim, 40 yapıtının tümünde İstanbul'u anlattı. Eserlerinde, fuhuşun-dan hovardalığına, günlük yaşamından ramazan sohbetlerine kadar, canlı tipleriyle bütün bir İstanbul vardı.
Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal' dan Akile Hanım Sokağı'na. kadar, birçok romanında farklı kimlikleri, farklı semtleri, siyasal, toplumsal bağlamda yansıttı. Döneminin birçok yazarında olduğu gibi, semtler de şahıslar gibi birer semboldü. Adıvar'ın İstanbul'u suriçi, Müslüman İstanbul'du.
Halit Ziya Uşaklıgil, İstanbul'u roman kahramanlarının mekânı olarak kullandı. Kırk Yıl Saray ve Öfcsz'hde anı süzgecinden geçirdiği İstanbul'u anlattı. Bu İstanbul, bir sanayi kenti ve konakların İstanbul'uydu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı da bir istanbul yazarı sayabiliriz. Tüm romanları istanbul'la ilgilidir. Şehrin yüzyıl başı yaşamı, insanları anlatılır bu romanlarda.
Münevver Ayaşlı, Osmanlı İmparator-luğu'nun son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk döneminin çakıştığı yerdeki yaşamı; Samiha Ayverdi ise bu dönemin aile içi yaşamım, konak ve yalılarındaki aris-tokratik aile düzenini dile getirir.
Kozmopolitliğin tekelinde olan İstanbul kültürünü, yaşama biçimini de Anadolu değiştirdi.
Peyami Safa, kültür ve yaşam ikilemini Fatih-Harbiye'de ele alırken, Fatih' te Doğu'yu, Harbiye'de Batı'yı simgeleş-tiriyordu. Peyami Safa, mekân değişimi ile insan değişimini bağlantılı bir şekilde anlattı.
CUMHURİYET DÖNEMİ
446
447
CUMHURİYET DÖNEMİ
Halit Ziya Uşaklıgil Ara Güler fotoğraf arşivi
Oğuz Atay Ara Güler
Can Yücel
Elif Erim, 1990
Rıfat İlgaz
Nazım Timuroğlu fotoğraf arşivi
Yakup Kadri Karaosmanoğlu için İstanbul, yeni bir devletin kuruluş serüveninde, eski ile yeni inançların, kuşakların, kültürlerin, yaşama biçimlerinin savaş alanıydı.
Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul'a tarihsel perspektiften bakma yöntemini başlattı. Doğu-Batı kavramını ve dönemlerini şiirinin içinde eriterek zamansız bir İstanbul imajına ulaştı. O, "Aziz İs-tanbuP'a "Bir Başka Tepeden" baktı. İstanbul'un semtlerini yazarken izlenimlerini, duyarlıklarım, bir uygarlık süzgecinden geçirdi. Osmanlı'nın görkeminden Cumhuriyet'e kalanlar onu ilgilendirdi. Süleymaniye. Kocamustafapaşa, Üsküdar, Boğaziçi, Kandilli, Bebek onun şiirinde bir başka boyut kazandı.
Yahya Kemal Beyatlı'mn şiirinde İstanbul ne ise, Abdülhak Şinasi Hisar'ın nesrinde de odur. Abdülhak Şinasi Hisar, Osmanlı'nın son dönem İstanbul'unu, kısacası yaşadıklarını anlattı. Ev içi tasvirleri o dönem edebiyatının belirleyici özelliğidir. Karakterleri, Osmanlı sonrası döneme alışamamışhğın tedirginliğini yaşar. Bütün bu niteliklerine üslupçuluğunun da eklenmesi gerekir.
Ahmet Hamdı Tanpmar, Yahya Kemal Beyatlı'mn gelenekçiliğini yeniledi. Beş Şebifdeki İstanbul, bir kenti kültürel varlıklarıyla -mimariden musikiye kadar- anlatmanın başarılı bir örneğidir.
Nahit Sırrı Örik, eserlerinde çocukluk yıllarının anıları içinde var olan İstanbul'u anlattı, böylece de Osmanlı İmpa-ratorluğu'nun son döneminin edebi, belgesel, anısal ürünlerini vermiş oldu. Nahit Sırrı Örik, Abdülhamit Düşerken!de, değişimi aristokrasinin objektifinden iletti. Aynı döneme farklı bakışın özgün adıdır Örik.
Mehmed Akif Ersoy, İstanbul'a bir mabetler şehri olarak baktı. Onun için İstanbul, Osmanlı'nın bir özetiydi.
Necip Fazıl Kısakürek için İstanbul,
"mananın bulunacağı, gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan, ağlayanın bile bahtiyar olduğu vatanı, cam"dır.
Nazım Hikmet, ona göre İstanbul'u İstanbul yapan, emekçileri yazdı. İlk kez İstanbul'da yaşayanlara sınıfsal açıdan baktı. Nazım Hikmet'in İstanbul'a bir başka bakış açısı da, sürgünlük yıllarında yazdığı özlem dolu şiirlerdir.
Orhan Kemal, İstanbul'un küçük insanlarını sevdi. Anadolu'dan gelen ve büyük şehirde yaşama mücadelesi veren insanların yaşamı bütün gerçekçiliğiyle ve sevecenliğiyle romanlarına, hikâyelerine girdi. Yaşadığı semtler, oranın insanları, unutulmaz kahramanları oldu. İstanbul'dan Çizgiler1! Ferit Öngören'in desenleriyle çıktı. İlgi çekici bir İstanbul panoramasıydı.
A. Kadir, İstanbul'un öğüttüğü insanları şiirine aldı. İstanbul estetiğine, güzelliklerine, ekmek kavgası yüzünden ba-kamayanların şairiydi.
Kemal Tahir için İstanbul, siyasal, o-laylann ve buna bağlantılı olarak da ö-nemli siyasal kişilerin yaşadığı bir kentti. Kent daha çok bir dekordu.
Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul'da siyasal, toplumsal dönem değişmelerinin eşsiz panoramasını verdi. Özellikle Nişantaşı, Teşvikiye gibi semtlerin oluşumunu bu romanında anlattı.
Refi Cevat Ulunay, Burhan Felek, Ni-zamettin Nazif Tepedelenlioğlu günlük gazete üslubu içinde, İstanbul yaşamından fragmanlarla okurların ilgisini çektiler. Makalelerinde, dizilerinde, fıkralarında anlattıkları tipleriyle de bugüne malzeme aktardılar.
Bir de tarihin gelgiti içinde İstanbul'u yazanlar vardır. Onlar yazdıklanyla bir belgesel arşiv yaptılar.
Sermet Muhtar Alus, İstanbul'un yaşama biçiminin canlı tanığı olarak bize belgesel yazılar bıraktı.
Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul An-
siklopedisi ve İstanbul'la ilgili çalışmaları nice yazara, şaire esin kaynağı olmuştur.
Salah Birsel'in Beyoğlu'ndan başlayıp Boğaz sularına değen kalemi, mizah duygusuyla bezeli bir incelemecinin, denemecinin notlarıdır. Gerçekten onun yazdıkları, İstanbul semtlerine, mekânlarına ve insanlarına değişik, renkli bir bakışın ürünleridir.
Fikret Adil, sanatçı çevrenin aykırı yaşamını İstanbul aracılığıyla anlattı. Hem İstanbul'un ünlüleri, hem ünlü semtleri, bir arada, otobiyografik malzemenin yer aldığı kitaplarında var oldu.
Tanzimat'la başlayan tiyatronun İstanbul'a ilgisi Cumhuriyet döneminde de sürdü. Musahipzade Celal, Osmanlı İstanbul'unun çöküşünü mizahi bir yorumla oyunlarında işledi.
Ekrem Reşit Rey, Cumhuriyet sonrasındaki Batılılaşma özentisinin gülünçlüğünü sergiliyordu. Ekrem Reşit Rey de modernleşen İstanbul'un içeriği ile kabuğu arasındaki çelişkiyi verdi. Lüküs Hayat, geniş halk kitlelerinin, Cumhuri-yet'in modernlik anlayışının dışında kalışının bir operetiydi.
Fazıl Hayati Çorbacıoğlu, sıradan insan ilişkilerinden doğan gülünçlüğe dikkati çekti.
Sadık Şendil, ortaoyunu geleneğini sürdürdü.
Güner Sümer, özellikle Hüzzam'da, toplumsal değişimin kanavasını Osmanlı'dan Cumhuriyet'e bir zaman dilimi i-çinde, konak ve çevresinin değişimi, değerlerin yıkılışı ve yenilerinin ortaya çıkışı biçiminde işledi.
Vasıf Öngören'in Zengin Mutfağı o-yunu, 1970'li yılların toplumsal çalkantılarının bir köşk mutfağına yansıyışıdır.
Memet Baydur'un oyunlarında günümüz İstanbul insanının kültürel karmaşası vardır.
Muazzez Tahsin Berkand'ın kahramanları, Cumhuriyetin ilk burjuvazisine aday
olanların panoramasıdır. Apartmanların ilk sakinlerinin yaşamının doğal dekorları, Boğaz, Kadıköy, Adalar'dır.
Esat Mahmut Karakurt, romanlarında İstanbul'un doğal güzelliğini ve klasik görüntülerini unutmadı.
Refik Halit Karay, kuşağı ve anlayışı gereği, kaybolan İstanbul'dan en hoş izlenimleri, manzaraları bize iletti. Gerçek anlamda Batılılaşmayı, örnek tipleriyle onda bulduk.
Aka Gündüz, Cumhuriyet'in ilk dönemi İstanbul'unda ayrıntıda var olan toplumcu kesitleriyle dikkati çekti. Onda eski-yeni çatışması, düşünsel planda ve yüzeyde de olsa, önemliydi.
Selahattin Enis, I. Dünya Savaşı ve sonrası İstanbul'undan saptamalar yaptı.
Ethem İzzet Benice, yazdığı aşk ve macera romanlarında Batı şehirleri ile karışmış bir İstanbul'u çizdi. Onda yapay bir İstanbul vardır.
Kerime Nadir'in çok satan aşk romanlarında İstanbul'un gerçekçi bir görünümü yakalanabilir. Ancak mekânlar, roman kahramanları ile ilgisi ölçüsünde anlatılır.
Sedat Simavi, Cumhuriyet'in yarattığı burjuvaziyi eleştirel bir gerçekçilikle anlattı. Karmaşık insan ilişkilerini, kapita-listleşmenin ilk yıllarını, modernleşme çabalarını konu edindi.
Garipçiler, İstanbul'un sıradan insanlarına bakışa üç özelliği getirdiler: Toplumcu gerçekçilikten toplumsallığa kayış, Batı şiirinin imge zenginliği ve ince bir alaycılık.
Orhan Veli Kanık, İstanbul'u şiirlerinde mekân olarak kullandı. Günlük yaşamın içinde sıradan insanların şiirini yazdı. İstanbul onunla şairanelikten öte bir şiirsellik kazandı.
Oktay Rifat, sokak adlarıyla, çiçekle-riyle, semt adlarıyla, çağrışım zenginli-ğiyle dolu bir İstanbul yarattı.
Melih Cevdet Anday, üçlü içinde İs-
tanbul'a şiirinde en az yer veren şairdir. Ancak, başta Aylaklar olmak üzere romanlarında İstanbul tarihinden kesitler verir.
Tasavvuf dünyasında yaşayan Asaf Halet Çelebi'de İstanbul eski mekanlarıyla, özellikle Üsküdar'la vardır.
Ahmet Muhip Dranas için İstanbul bitmiştir. O, bir tanrı ve tarih güzelidir. İnsanlar onun kıymetini bilmeyen körlerdir.
Sait Faik için İstanbul kavramı iki semtte yoğunlaşır: Beyoğlu ve Adalar. Küçük insanların İstanbul'daki yaşamı, umutları, hayalleri, kırgınlıkları, hikâyesine yansır. İnsan gerçeği, gözlem gücü, Sait Fa-ik'te yaşama ile yazma arasındaki paralelliği oluşturmuştur. İnsanlar kadar hayvanlar da hikâyelerinde yer alır.
Burhan Arpad'da semtler, insanları belirleyen unsur olarak yer alır. Tiyatro yazılarında, gazete makalelerinde hep İstanbul vardır. Eski İstanbul ve eskinin çağdaş anlayışla korunması konusundaki çabası anılmalıdır.
Oğuz Atay'ın kişileri, belli bir kente bağlanamasa da, Tutunamayanlar'm kültürel kimlik bunalımmdaki kahramanları İstanbulludurlar.
Füruzan, kenar mahalle kızlarının sınıf atlama isteklerini ve bastırılmış duygularını tasvir etti. Kenar semt insanının psikolojisini ayrıntılarıyla verdi.
Oktay Akbal, bir İstanbul yazarıdır. Onun eserlerinde, İstanbul'un bütün semtlerini ve bütün insanlarım bulmak mümkündür. Eski semtlerdeki dünya, onda, etkileyici bir kimlik kazanır. Oktay Akbal'da, yıllar öncesi İstanbul'unun bugün renk değiştiren panoramasını bulabiliriz.
Adnan Özyalçıner'in öykü kişileri, İstanbul'un eskimiş semtlerinde, geleneksel aile dokusu içinde varlıklarını sürdürürler. Bu yaşamın içine geçmişte kalan eğlenceler de ayrı bir tat katar.
n Ev'de, İstanbul'a ekmeğini kazanmak için gelen insanların yarattıkları atmosfer anlatılır. İlhami Bekir Tez, bu eseriyle bir başka kesimin yaşamına eğilir.
Muzaffer Buyrukçu da artık bu kentin parçası haline gelen gecekondu insanlarının dünyasını anlatır.
Latife Tekin, masalsı gerçekçilikle, yukarıda sözünü ettiğimiz insanların izini sürer.
Ayla Kutlu, Bir Göçmen Kuştu O romanında işgal İstanbul'unun tiplerine yer verdi.
Yusuf Atılgan Aylak Adam'da kalabalık bir İstanbul tasvir eder. Şehrin çeşitli semtlerinin dört mevsimi çarpıcı bir biçimde kısa cümlelerle anlatılır. Günün siyasal ortamı da kendini hissettirir.
Bazı edebiyatçılar eserlerinde, orta sınıf diye nitelendirilen "semt sakinleri" nin yaşamını yansıttılar. Orta sınıfı, te-dirginlikleriyle, bastırılmış dünyalarıyla ve küçük mutluluklarıyla Behçet Neca-tigil şiirleştirdi.
Ziya Osman Saba'nın İstanbul'u, mutluluklar kentidir. Tevekkül ile gülümseme, filozoflukla teslimiyet arasındaki ibre onun eserlerinde gidip gelir. .
Ümit Yaşar Oğuzcan'm şiirinde bu insanlar, aşklarıyla öne çıkarlar. Sevgililer hep bir İstanbul peyzajı içindedir.
Mizahın filtresinden bakan Haldun Taner'in İstanbulluları ve İstanbul'u eski ile yeninin ilgi çekici bir sentezidir. Haldun Taner, İstanbul'u, insanıyla, siyasal, toplumsal değişimleriyle hikâyeye getirirken, Şişhaneye Yağmur Yağıyordu' da, mekânın kullanılışının Batı edebiyatına özgü biçimde bir örneğini veriyordu.
Orhon Murat Arıburnu, şiirlerinde ince mizahıyla İstanbul'un semtlerine göndermede bulunur.
Arıburnu ve Orhan Veli'den sonra aynı tavırla İstanbul'a yaklaşan Sunay Akın'
Dostları ilə paylaş: |