Bakirköy ruh ve siNİr hastaliklari hastanesi



Yüklə 7,48 Mb.
səhifə2/134
tarix27.12.2018
ölçüsü7,48 Mb.
#87102
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   134

BAKLAVA ALAYI

Osmanlı Devleti'nde kapıkulu ocakları tarihinin en ilginç geleneklerinden biridir. Bu tip bir ikramın, padişah tarafından Yeniçeri Ocağı'na bir iltifat olduğu ve dolayısıyla tören ve nümayiş amacını taşıdığı açıktır, isminden de anlaşılacağı üzere baklava alayı, debdebeli biçimde saltanat makamının ve askerin halk indinde alkış ve itibarının tasdikine neden olan bir olaydı ve hiç şüphe yok ki gösteri ve eğlenceyi seven İstanbul halkının ramazan ortasında seyre koştuğu geçit törenlerinden biriydi. Zamanla bozulan ve Yeniçeri Ocağı ile birlikte tarihe karışan devlet ananelerindendir. Son baklava alayı ocağın kanlı biçimde kaldırılmasından iki ay kadar önce yapılmıştı.

Ramazan ortasında padişah, Müslümanların halifesi olarak törenle hırka-i şerif ve mukaddes emanetleri ziyaret eder, bundan sonra törenle hırka-i şerif alayı tertip edilirdi. İşte dini yanı ağır basan bu törenden sonra; saray mutfaklarında hazırlanan ve yeniçeri, sipahi, topçu ve cebeci gibi kapıkulu ocakları askerinin her on neferine bir tepsi hesabıyla hazırlanan baklava sinileri futalarına sarılmış olarak matbah-ı âmire önüne dizilirdi. Bu ramazan ikramını oluşturan sinilerin ilkini; silahdar ağa ve maiyeti bir numaralı yeniçeri olan padişah adına teslim aldıktan sonra diğer ortalardan gelen ikişer nefer futalarına sarılmış birer siniyi nizami olarak yüklenir; her bölüğün usta, saka, mütevelli, odabaşı gibi amirleri önde, baklava sinileri ve taşıyanlar artta, açılan kapılardan dışarı çıkarlar, baklava alayı gulgule ve nümayiş ile Divanyolu'ndan karşılıklı sıralanmış halkın arasından alkış ile kışlalara yürürdü. Tepsi ve futalar ertesi gün iade edilirdi.

Tarihi Askerî-i Osmani adlı eserinde Cevad Paşa'nın izahına göre baklava alayı, kapıkulu ocaklarının tarihi kadar eski değildir. 17. yy sonu ve hattâ 18. yy'da ortaya çıkmış ve gelenekleşmiş görünüyor. Bu eserdeki izahata göre, I. Süleyman (Kanuni) devrinde (1520-1566) savaştan önce askere bolca pilav ve yahni yanında iyi zerde ikramı âdetti. Bir zaman sonra sefere pek çıkılma-ması nedeniyle askere ramazanlarda baklava ikramı âdet oldu. Esasen üç ayda bir ulufe dağıtılırken de kapıkulu ocakları askerinin her bir ortasının temsilcilerinin sarayın orta avlusunda ulufe keselerini aldığı gösterişli töreni yabancı elçiler ve devlet adamlarının da seyrettiği malumdur. O gün askere çorba ile pilav ve zerde ikram edilir; çorbanın içilmemesi askerin hoşnutsuzluğuna alamet sayılırdı. Baklava alayı tertibine neden olan baklava ikramı da böylesine bir iltifat sayılırdı.

Son zamanlarda baklava alayının bir kuru gürültü haline geldiği; yeniçeri zabit ve aseslerinin seyirci halkı itip kaktığı, sini ve futaların iade edilmeyip, istendiğinde "Padişahımızın ömr ü devlet ve saltanatına duacıyız; baklava ol ka-

dar nefis idi ki, sini ve futaları dahi yedik" gibi laubalilikler sergilendiği, bilhassa kapıkulu ocakları kaldırıldığı sırada devrin bazı yazarlarınca kaleme alınan rivayetlerdendir.

Her halükârda belirli günlerde askere özel yemek ikramı ve tören vazgeçilmez ve yaygın âdetlerdendir. Baklava alayı da eski İstanbul hayatının özgün törenlerinden biriydi.



Bibi. Ahmed Cevad Paşa, Tarih-i Askeri-i Osmani, İst., 1297; Esad Efendi, Üss-i Zafer, İst., 1293; R. E. Koçu, "Baklava Alayı", İSTA, IV, 1939; Pakalm, Tarih Deyimleri, I, 149.

İLBER ORTAYLI



BAKTERİYOLOJİHANE-İ ŞAHANE

Bakteriyolojihane-i Osmani adıyla da bilinir. Bakteriyoloji eğitimi veren, insan ve hayvan sağlığının korunması ve salgın hastalıkların önlenmesi için aşı ve serum üreten kurum.

Pastörcüler tarafından ilk bakteriyoloji laboratuvarı 1891'de Saygon'da, ikincisi Rio de Janeiro'da kurulmuştur. Üçüncüsü de İstanbul'da kurulan Bakteriyolojihane-i Şâhâne'dir.

Ağustos 1893'te İstanbul'da görülen kolera salgınının hafif seyretmesi üzerine hekimlerin bir bölümü hastalığın kolera olmadığını iddia etmişlerdi. Dr. Zühdî Nazif ve Dr. Hüsameddin beyler kolera mikrobunu ayırıp teşhis etmişler, bu arada da Pasteur'den gerekli önlemleri almak üzere bir hekim istenmişti. Bunun üzerine İstanbul'a gelen Dr. Andre Chantemess, gerekli incelemeleri yapmış ve alınacak önlemleri bildirmişti. Bunlardan biri de İstanbul'da bir bakteriyoloji laboratuvarı kurulmasıydı. Salgın ve bulaşıcı hastalıklara çok önem veren II. Abdülhamid, Demirkapı'da bulunan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane bahçesinde bir bakteriyolojihane binasının yapımını emretti. Chantemess'in önerisi üzerine, Pasteur Enstitüsü'nden Dr. Mau-rice Nicolle çağrıldı ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne'de bakteriyoloji muallimliği ile görevlendirildi. Kendisine yardımcı olarak da Dr. Zühdî Nazif ile Dr. Mar-gery verildi ve araştırma sonuçlarının doğrudan sadaret kanalıyla padişaha arz edilmesi için irade çıktı.

Bakteriyolojihane-i Şahane 1894'te yeni binasında Mekâtib-i Askeriye Ne-zareti'ne bağlı olarak, Dr. Maurice Ni-colle'ün idaresinde faaliyete geçmiştir. Burada hekim ve veterinerlere üçer aylık kurslar düzenlenmiş ve bakteriyolog yetiştirilmeye başlanmıştır. Bundan sonra Fransa ve Almanya'ya öğrenci göndermeye gerek kalmamıştır. Nicolle ilk kursa devam edenler arasından Dr. Ziya Seyfullah ile Dr. Süleyman Nuri'yi asistan olarak seçmiş, bir süre sonra da Dr. Aristidi Suguros burada görevlendirilmiştir. M. Lourmier de laborant olarak çalışmıştır.

15 Kasım 1895'te difteri serumunu öğrenmek üzere Nicolle'ün Paris'e gönderilmesi kararlaştırılmış, dönüşünde bakteriyolojihane binası yetersiz olduğu



BÂLÂ KÜLLİYESİ

6

7

BÂLÂ KÜLLİYESİ

de, günümüzde mevcut olmayan harem kanadı ise doğuda bulunmaktadır. Haremin arkasında geniş bir bahçe, cami-tevhidhanenin arkasında da, hazireden sonra, Tekke Maslağı Sokağı üzerinde, sonradan meskene dönüştürülmüş bir karakol ile Bâlâ Mektebi sıralanmaktadır. Bâlâ Tekkesi Sokağı'nm diğer yakasında (kuzeyinde) derviş hücrelerini, selamlığı ve mutfağı içeren tek katlı, avlulu yapı yer alır. Külliyenin en çok dikkati çeken unsuru ise Tekke Maslağı Sokağı'nm batı kenarı boyunca uzanan sebil-muvakkithane-çeşme-şadırvan grubudur. Günümüze intikal eden bu yapıların hepsi kagirdir.



Cami-Tevhidhaneyi, Türbeyi ve Ha-

TEKKE MASLAĞI SOK.

Bâlâ Külliyesi'nde cami-tevhidhanenin içinden bir görünüm.

Selçuk Uygun, 1980

için Nişantaşı Çiftebakkallar'daki Süleyman Paşa Konağı kiralanarak difteri serumu üretilmeye başlanmıştır. Dr. Beh-ring ve Dr. Roux serumlarından ayırt edilmesi için bu seruma, Dr. Nicolle Serumu adı verilmiştir. Bu Osmanlı Devle-ti'nde üretilen ilk bağışık serumdur. Bak-teriyolojihanede Mart 1899'a kadar 13.390 şişe ve Ocak 1899-Kasım 1900 arasında da 3.750 şişe difteri serumu üretilerek imparatorluğun çeşitli yörelerine gönderilmiştir.

Düzenlenen pratik ve teorik kurslarda veteriner de yetiştirilmiştir. Ayrıca sıtma mücadelesi kursları açılmış ve ilk sıtma mücadele şefleri de burada yetişmiştir. Kasım 1897'de Çatalca'da birçok hayvanın ölümüne yol açan sığır vebasına karşı Dr. Nicolle ve veteriner Adil Bey'in hazırladıkları serumun uygulanması ile hastalığın yayılması önlenmiştir.

Dr. Nicolle 1901'de müdürlük görevinden ayrılarak Paris'e dönmüş ve yerine Dâülkelp Ameliyathanesi (Kuduz Enstitüsü) Müdürü Dr. Remlinger getirilmiştir. 1907'de Dr. Remlinger'nin ayrılması üzerine bakteriyolojihane İkinci Müdür Rıfat Bey tarafından yönetilmiştir. 1908'de Dr. Kemal Muhtar da (Özden) burada çalışmaya başlamıştır.

21 Eylül 1911'de Çemberlitaş'ta Matbaa Sokağı'ndaki bir binaya nakledilerek genişletilmiş ve müdür olarak da Dr. Paul L. Simon görevlendirilmiştir.

21 Haziran 1913'te hükümet tabipleri için pratik ve teorik geliştirme kursları düzenlenmiştir.

14 Temmuz 1913'ten önce insan hastalıklarına karşı sadece difteri serumu, bu tarihten sonra ise dizanteri, kolera ve veba aşıları üretilmeye başlanmıştır. 1915'te 2.684.790 mililitre (mi) tifo, 2.185.070 mi kolera, 52.235 mi veba ve 1.775.360 mi dizanteri aşısı ile az miktarda gonokok aşısı yapılmıştır. Yine bu sıralarda difteri, dizanteri, tetanos serumu ve 1920'de de meningokok serumları hazırlanmıştır.

1914'te kontratı biten Dr. Simon'un yerine Dr. Refik (Güran) atanmıştır. Bir süre sonra bakteriyolojihane, dâülkelp tedavihanesi, telkihhane ve kimyaha-nenin birleştirilmesiyle istanbul Hıfzıs-sıhha Müessesesi kurulmuş ve Refik Bey de buranın ilk müdürü olarak görevini'"sürdürmüştür. Refik Bey 1927'de Bursa mebusu seçilince yerine Osman Nuri Bey (Eralp) atanmıştır. 1928'de Ankara'da Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi kurulmuş, İstanbul Hıfzıssıhha Müessesesi, İstanbul Bakteriyoloji ve Serum Müessesesi adını almıştır.



Bibi. Salnâme-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, İst., 1312/1894, s. 291; R. Güran, "İstanbul'da ilk Bakteriyolojihane Tarihi Hakkında", Tıp Dünyası, no. 2, 1947; M. Bekman, Türkiye'de Bakteriyolojinin Başlangıç Tarihi ve Ordinaryüs Profesör Bakteriyolog Dr. Mehmet Refik 'Güran, İst., 1948; J. Nicolle. "Maurice Nicolle (1862-1932). Sa vie, son oeuvre", Uluslararası Mikrobiyoloji ve Kuduz Sempozyumu, istanbul 9-11 Eylül 1968, İst., 1968, s. 40-61; S. N. Nüven, "Maurice Nicolle", Ulus-

lararası Mikrobiyoloji ve Kuduz Sempozyumu. İstanbul 9-11 Eylül 1968, İst., 1968, s. 143-151; E. K. Unat, Osmanlı İmparatorluğu'nda Bakteriyoloji ve Viroloji, İst., 1970, s. 37-49; ay, "Ölümünün 50. Yılında Muallim Bakteriyolog ve Kimyager Veteriner Osman Nuri Eralp", Bilim Tarihi, S. 13 (Kasım 1992), s. 4-5; N. Yıldırım, "Tanzimat'tan Cumhuri-yet'e Koruyucu Sağlık Uygulamaları", TCTA, V, 1336-1337.

NURAN YILDIRIM



BÂLÂ KÜLLİYESİ

Fatih İlçesi'nde, Silivrikapı'da, Veledi Karabaş Mahallesi'nde, dik açı ile kesişen Tekke, Maslağı ve Bâlâ Tekkesi sokaklarının çevresinde yer almaktadır.

İstanbul'un fethine katılmış olanlardan Topçubaşı Bâlâ Süleyman Ağa 1453-1457 arasında, külliyenin bulunduğu yerde kagir duvarlı, ahşap çatılı küçük bir mescit ile bir kuyu yaptırmış, ölümünden sonra bu mescidin yanına gömülmüştür. Ayvansarayî'nin Hadîkatü'l-Cevâmi 'sinde bu tesis "Bâlâ Mescidi" olarak anılmakta, Saliha Sultan'ın 1834' teki düğününe davet edilen Rıfaî şeyhleri arasında "Silivri Kapısı civarında Bâlâ Yokuşu Zaviyesi Şeyhi İbrahim Efen-di'nin" adı geçmektedir. Söz konusu mescide, Hadîka'nm kaleme alınmasından bu düğüne kadar geçen zaman içinde -18. yy'ın son çeyreğinde veya 19. yy'ın ilk çeyreğinde- Rıfaî tarikatından meşihat konduğu anlaşılmaktadır.

Zamanla harap olan Bâlâ Mescidi ve Tekkesi, Abdülaziz devrinde, 12797 1862-63'te, II. Mahmud'un saraylılarından Sazkâr Kalfa tarafından, Nakşibendîliğe bağlı bir tekkenin cami-tevhidha-nesi olmak üzere, eskisinden daha büyük boyutlarla ve kubbeli olarak yeniden inşa ettirilmiştir. Bu arada cami-tev-hidhaneye bitişik bir türbe ile harem dairesi, ayrıca derviş hücreleri, mutfak, kiler, hela, su haznesi gibi birtakım bölümlerin yaptırıldığı bilinmektedir.

Sazkâr Kalfa, vakfiyesini 19 Rebiyü-levvel 1277/1860'ta Nakşibendî-Müced-didî şeyhlerinden olan ve saray çevresi

<3

Derviş hücrelerini, selamlığı ve mutfağı barındıran bina

Bâlâ Külliyesi'nin vaziyet planı.

ile yakın ilişkileri bulunan Şumnulu Hacı Ali Efendi'nin Çemberlitaş'taki evinde toplanan şer'i mecliste tescil ettirmiştir. Bu vakfiyede Sazkâr Kalfa, Şeyh Ali Efendi'nin yeni kurulacak cami-tekkenin imamlık ve şeyhlik görevleri ile vakfın mütevelliliğini üstlenmesini, kendisinden sonra neslinden gelecek erkeklerin, neslinden erkek evlat kalmadığı takdirde halifelerinin, manevi silsilesinin de sönmesi halinde aynı tarikattan "ehil bir mürşidin" bu görevleri devralmasını şart koşmaktadır. Sazkâr Kalfa'nm inşaat bitmeden vefat ettiği, binaları Şeyh Ali Efendi'nin tamamlattığı anlaşılmaktadır. Yeni cami-tekkenin açılışından az sonra, 1280/1863-64'te, Abdülmecid'in dördüncü kadını ve II. Abdülhamid'in analığı olan Perestu Kadınefendi, tekkenin yanına "Bâlâ Mektebi" olarak tanınan mektebi inşa ettirmiş, bu yapı 1323/ 1905'te yenilenmiştir. Tekkenin ilk post-nişini olan Şumnulu Şeyh Ali Efendi de 24 Rebiyülevvel 12827 1865'te tescil ettirdiği bir ek vakfiye ile İstanbul'daki bazı gayrimenkullerini tekkeye vakfetmiş, bunların geliriyle dervişlere yemek pişirilmesini, muharrem ayında aşure kaynatılmasını ve mevlit cemiyetleri düzenlenmesini şart koşmuştur. Ayrıca tekkenin ikinci postnişini Şeyh Mehmed Sadeddin Efendi'nin önayak olmasıyla, Perestu Kadınefendi 1309/1891-92'de, babası Şeyh Ali Efendi'nin ruhu için bir sebil-muvakkithane-çeşme-şadırvan manzumesi inşa ettirmiştir.

İstanbul'da büyük hasara yol açan 6 Muharrem 1312/10 Temmuz 1894 depreminde Bâlâ Külliyesi'nin binaları da harap olmuş, II. Mahmud'un kızı Adile Sultan (ö. 1899) cami-tevlıidhaneyi, türbeyi ve harem dairesini barındıran ana binayı genişleterek yeniden inşa ettirmiştir. Bu arada derviş hücrelerini, selamlık birimlerini ve mutfağı barındıran binanın da II. Abdülfıamid tarafından ihya edildiği, Perestu Kadınefendi'nin bir yıl sonra bu yapının duvarına bir çeşme eklettirdiği tespit edilmektedir.

Sebil-muvakkithane-

çeşme-şadırvan

grubu


Bâlâ Külliyesi'nde cami-tevhidhanenin doğudan görünümü. Selçuk Uygun, 1980

Tekkelerin kapatılmasına kadar Nakşibendîliğe bağlı kalan Bâlâ Tekkesi'nin ayin günü cuma idi. Bandırmalızade A. Münib Efendi'nin 1307/1889-90'da bastırılan Mecmua-i Tekâyâ'smda, Şumnulu Şeyh Ali Efendi'nin neslinden olması muhtemel Şeyh Ahmed Efendi'nin adı verilmektedir. 1301/1885-86 tarihli bir istatistikte tekkede on üç erkek ile on yedi kadının yaşadığı belirtilmektedir. Aynı yıl faal olan diğer İstanbul tekkeleri ile kıyaslandığında Bâlâ Tekkesi'nin oldukça kalabalık bir nüfusu barındırdığı görülür.

Tekkelerin kapatıldığı 1925'ten sonra külliyenin çekirdeğini oluşturan cami-tevhidhane, kullanılmadığından harap olmaya başlamış, harem dairesi, 1941-1942'de son şeyhin oğlu tarafından yıktırılmış, bu arada tekkeye vakfedilmiş olan sular da çevredeki bostanlara satıldığından çeşmeler susuz kalarak tahribe uğramıştır. Cumhuriyet döneminde derviş hücrelerini barındıran avlulu bina Si-livrikapı İlkokulu olarak kullanılmış, günümüzde de bu kullanımım sürdüren yapının kitabesi Topkapı Sarayı Müze-si'ne nakledilmiştir. Öte yandan Bâlâ Mektebi, Topçubaşı İlkokulu olarak bir müddet kullanıldıktan sonra terk edilmiş ve son yıllarda harabe haline gelmiştir. 1951'de üstünkörü bir onarım geçiren cami-tevhidhane ile türbe daha sonra geniş kapsamlı bir onarıma tabi tutulmuş olup halen cami fonksiyonunu sürdürmektedir.

Yakın zamana kadar bostanlarla çevrelenmiş olan ve zaman içinde bir tarikat külliyesi niteliği kazanmış bulunan yapı topluluğu dik açı ile kesişen iki sokağın çevresine yerleştirilmiştir. Bâlâ Tekkesi Sokağı'nm güneyinde, tekkenin en önemli bölümlerini oluşturan (cami-tevhidhane, türbe ve harem) ana bina yer almakta, birbiriyle bağlantılı olan bu bölümlerden türbe, sokakların kavşağında, cami-tevhidhane bunun güneyin-



remi Barındıran Ana Bina: Söz konusu bina, yıkılmış bulunan harem bölümü hariç tutulursa, en geniş yerinde 27x15 m boyutlarındadır. Basık kemerli giriş, yanlardan, aynı türde kemerlere sahip birer pencere ile kuşatılmış, Abdüla-ziz'in tuğrasını içeren ve 1279/1862-63 tarihini taşıyan, ta'lik hatlı manzum bir kitabe ile taçlandırılmıştır. Kitabenin üzerine, istiridye kabuğu, volüt ve rozet gibi motiflerin yanısıra beyzi bir madalyon içinde "Maşallah" ibaresini içeren, kabartma bir tepelik konmuştur.

Cümle kapısından sonra birbirini izleyen iki giriş bölümünden, dikdörtgen planlı olan ilki taşlık, beşgen planlı olan ikincisi ise cami-tevhidhanenin son cemaat yeri niteliğindedir. Halen tek katlı olan bu giriş kanadının doğu yönünde ve üst katında ahşap harem bölümünün yer aldığı, haremin yıktırılması üzerine aslında ahşap olan doğu duvarının ortadan kalktığı, 1951 onarımında kagir olarak yenilendiği bilinmektedir. Bu arada, harimin kuzey kesiminde yer alan, haremle bağlantılı fevkani kadınlar mahfili ile son cemaat yerinden bu mahfile çıkan merdiven de iptal edilmiştir.

Giriş bölümünün batı duvarında türbeye açılan kapı ile üç adet pencere sıralanır. Güneyden kuzeye doğru Bâlâ Süleyman Ağa ile hanımına, Şeyh Ali Efendi'ye, Mekke şeyhlerinden Muham-med Said Can Efendi'ye, Şeyh Ali Efendi'nin eşi Sıdıka Hanım'a ve Şeyh Mehmed Sadeddin Efendi'ye ait toplam altı adet ahşap sandukayı barındıran türbe, kuzey kesiminde dikdörtgen, güney kesiminde ise düzgün olmayan bir plana sahiptir. İlk mescitle birlikte inşa edilen kuyu da türbenin içinde bulunmaktadır. Aslında, nakışlı brandalarla kaplı olduğu bilinen ahşap tavanda, günümüzde, çıtaların oluşturduğu sekizgen yıldız biçimindeki bir göbekten başka bir şey görülmemektedir. Güneybatıda, türbenin duvarı ile kaynaşmış olan, kare planlı minare kaidesi içeri doğru taşmakta, cami-tevhidhane ile kaide arasında bir pencere bulunmaktadır. Türbenin ayrıca, dördü batıya, üçü kuzeye açılan toplam yedi adet penceresi Vardır. Türbenin cephesinde, basık kemerli pencerelerle ahşap saçak arasında, Ömer Faik Efendi'nin (ö. 1919) istifli sülüs hattıyla yazılmış olan ve son devir Osmanlı hat sanatının şaheserleri arasında yer alan ayet kuşağı uzanmaktadır.

Sekizgen prizma biçiminde bir gövde ile bunu örten bir kubbeden oluşan cami-tevhidhane, türbeden çok daha yüksek tutulmuş, yapının dış görünümüne egemen kılınmıştır. Girişin karşısındaki kenarda mihrap, diğer altı kenarda birer büyük pencere ile birer yuvarlak tepe penceresi yer almaktadır. Girişin hemen sağındaki pencere türbeye açılmakta ve bu iki mekân arasında, tarikat yapılarına özgün bir bağlantı kurmaktadır. Büyük pencereler Hint-İslam mimarisinde görülen kaş kemerlerle taçlandırılmış, mihrabın bulunduğu ke-



BÂLÂ KÜLLİYESİ

9

BALABAN AĞA MESCİDİ

narın cephesine aynı boyutta ve türde bir sağır pencere ile tepe penceresinin yerine, yuvarlak bir madalyonun içinde, Ömer Faik imzalı, sülüs hatlı bir keli-me-i tevhid yerleştirilmiştir. Ayrıca cephelerin köşelerinde ikişer pilastr ile birer kasnak penceresi bulunmaktadır.

Beyaz mermerden yontulmuş olan mihrapta yer alan, mukarnası hatırlatan yaprak dizileriyle donatılmış pilastrlar, istiridye kabuğu biçimindeki kavsara, tam ortadaki üç adet kandil kabartması, üstte birbirini izleyen yatay silmeler, zikzaklı şeritler, "C" ve "S" kıvrımları, girlandlardan ve çiçekli vazolardan oluşan tepelik, geç devir Osmanlı eklektizmini yansıtan süsleme unsurlarıdır. Tuğra şeklinde istiflenmiş iki besmele arasında yer alan mihrap ayeti, ayrıca mihrabın üstünde, yuvarlak kemerli bir niş içinde bulunan 1285/1868-69 tarihli ahşap ayet levhası hattat Mehmed Şefik Bey'in (ö. 1880) eseridir.

Aynı karmaşık zevkin ürünü olmakla birlikte mihraba göre daha sade tutulmuş olan mermer minberde, korkulukları süsleyen, "C" kıvrımları ile kuşatılmış porfirden beyzi kabaralar, kapıda

Bâlâ

Külliyesi'nin



sebil-

muvakkithane-

çeşme-şadırvan

grubundaki

Perestu

Kadmefendi



Çeşmesi.

Selçuk Uygun,

1980

ve köşk kısmında, aynı taştan mamul silmelerle ve iyon nizamında başlıklarla son bulan sütunçeler dikkati çeker. Mihrabın solundaki ikinci köşeye yerleştirilmiş olan ve sekizgen biçiminde bir kadehi andıran vaaz kürsüsünün korkuluklarında da minberdekilerin eşi olan kabaralar bulunmaktadır.

Kubbeyi ve pandantifleri süsleyen kalem işleri, palmet dizisi rumî ve sal-bekli şemse gibi, klasik üsluba bağlanan unsurları içermektedir. Kubbe merkezindeki celi sülüs hatlı ihlas suresi Mehmed Şefik Bey'in, pandantiflerde yer alan, sekizgen çerçeveli Allah, Mu-hammed, dört halife ve haseneyn levhaları ise Kazasker Mustafa İzzet Efen-di'nin (ö. 1876) kaleminden çıkmıştır. Vaaz kürsüsünün üzerinde asılı duran, Hasan Rıza Efendi'ye (ö. 1920) ait 13057 1887-88 tarihli devasa hilye-i şerif, kendi türünün en büyüklerinden biridir. Bunlardan başka cami-tevhidhanede Pertevniyal Valide Sultan (ö. 1883), Perestu Kadmefendi, aynı dönemin saraylılarından Dilbifelek ve Zihnifelek hanımlar tarafından vakfedilmiş altı adet Kuran vardır. Ayrıca bir sancak-ı şerif,

iki Kabe örtüsü, sedefli rahleler ile Hasan Rıza Efendi'nin eserleri olan iki hilye-i şerifin daha bulunduğu kayıtlıdır.

Bütünüyle kesme taşla örülmüş olan minarenin kare tabanlı kaidesi, geç dönem minarelerinin pek çoğu gibi, kubbe eteğine kadar yükselmektedir. Pabuç kısmının yerini silmeli bir platform almıştır. Silindir biçimindeki gövde ve petek kısımlarında, onarımlardan arta kalmış demir kenetler göze çarpmakta, kurşun kaplı konik ahşap külahın eteğinde girland kabartmaları seçilmektedir.

Derviş Hücrelerini, Selamlığı ve Mutfağı Barındıran Bina: Tek katlı olan bu bina, Osmanlı medreselerinde ve bazı tarikat yapılarında görülen açık avlulu planın, geç döneme ait bir uygulamasını sergilemektedir. Yamuk planlı şadırvan avlusunun çevresinde, camekânlarla kapatılarak koridor niteliği kazanmış bir revak ile buna açılan, farklı boyutlarda birçok mekân sıralanmaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda uzanan revak kollan kuzeye doğru uzatılmış, avlunun ortasına, günümüzde ahşap direkleri ve çatısı ortadan kalkmış bulunan sekizgen hazneli bir şadırvan yerleştirilmiştir. Güneydeki Bâlâ Tekkesi Sokağı'na açılan kapının üzerinde bulunması gereken, halen Topkapı Sarayı Müzesi'nde teşhir edilen kitabe son devir tekke kitabelerinin en güzellerindendir. Sülüsle yazılmış olan bölümleri Ömer Faik Efendi'ye, ta'likle yazılmış olan esas metin ise Mısrîzade Ali Rıza Efendi'ye aittir. Kitabenin üst kesimi sülüs hatlı bir ayet kuşağına ayrılmış, alt kesiminin iki ucuna, sehpa üzerinde duran birer sikke içine, istifli sülüsle Muhammed Bahaed-din Nakşibend'in adı yazılmış, ortaya, fi-yonklu bir çelengin içine II. Abdülha-mid'in tuğrası konmuş, tuğra ile sikkeler arasında kalan yüzeylere de 1312/1894-95 tarihli ve ta'lik hatlı manzum kitabe yerleştirilmiştir.

Girişin solunda yerleştirilmiş olan çeşme Osmanlı baroğuna özgü hemen bütün motifleri ("S" kıvrımları, beyzi madalyonlar, bileşik kemerler, korint başlıklı sütunçeler) içermekte, söz konusu çeşmenin, külliye yapılarından daha eski bir döneme -muhtemelen 18. yy'ın son çeyreğine- ait olduğu ve Perestu Kadmefendi tarafından buraya konduğu ancak 1313/1895-96 tarihli sülüs hatlı kitabesinden anlaşılmaktadır.



Sebil-Muvakkithane-Çeşme-Şadırvan Grubu: Sokağa bakan cephesi tamamen mermer kaplı olan yapının iki ucunda birer giriş ile yarım altıgen biçiminde çıkmalar görülmektedir. Köşelerinde yükselen sütunların taşıdığı basık kemerlerle donatılmış bulunan bu çıkmalardan güneydeki, su haznesi ile bağlantılı sebile, kuzeydeki muvakkithaneye aittir. Tam ortada, muhtemelen 18. yy'ın sonlarından kalma, barok üslubunda büyük bir çeşme yer almakta, bunun yanlarında üçer tane abdest musluğu sıralanmaktadır. Son derecede ince bir işçilik sergileyen çeşmenin, "S" kıvrımları,

pilastrlar, bileşik kemerler ve kıvrımlı dallarla zengin bir şekilde süslenmiş cephesinde, çoğu sökülmüş olan renkli taş kakma motiflerin yuvaları göze çarpar. Sonradan buraya yerleştirildiği anlaşılan çeşmenin, beyzi bir şemse ile süslü olan, ampir üslubundaki yalağı son döneme ait olmalıdır. Çeşmenin ve abdest musluklarının lüleleri sökülmüştür.

Bütün cephe boyunca, çubuklu ahşap saçağın altında devam eden kitabe kuşağı iki parçadan oluşur: Üsküdarlı Ali Rıza Efendi'nin eseri olan ta'lik hatlı 1309/1891-92 tarihli manzum kitabe, muvakkithaneden başlamakta, orta kesimde kesintiye uğrayarak sebilin bitiminde son bulmaktadır. Ortada, çeşmenin tam üstüne gelen yerde boş bir kartuş yer almakta, bunun yanlarında da Ömer Faik Efendi'nin eseri olan birer ayet kitabesi bulunmaktadır.

Bu ilginç yapının içinde, kuzey-gü-ney doğrultusunda bir uçtan diğer uca kadar devam eden bir koridor ve buna açılan farklı boyutlarda odalar ile bir hela sıralanmaktadır. Söz konusu odaların tekkenin dervişlerine ya da konuklara tahsis edildiği tahmin edilebilir. Yapının, bostanlara bakan ve sokak cephesi ile büyük bir tezat oluşturan, ahşap kaplamalı arka ve yan cephelerinde bu odalara ait dikdörtgen açıklıklı bir dizi pencere görülmektedir.



Mektep: Ampir üslubunda, sade bir cephe tasarımı gösteren mektep binasının duvarları moloz taş ve tuğla ile örülmüş, dikdörtgen açıklıklı pencereleri kesme taş sövelerle çerçevelenmiş ve basık hafifletme kemerleri ile donatılmıştır. İki katlı ve "U" planlı yapının sokağa bakan cephesinde, saçak hizasında II. Abdülhamid tuğralı ve 1323/1905 tarihli kitabe yer alır.

Hazire: Hazirede yalnızca üç kabir bulunmaktadır. Bunlar, türbede gömülü olan M. Said Can Efendi'nin eşi Hacce Fatma Hanım (ö. 1890), yine türbede gömülü olan Şeyh M. Sadeddin Efendi'nin oğlu Bahaeddin Efendi (ö. 1915) ve Adile Sultan'ın başkapı gulâmı Neş'et Ağa'dır (ö. 1920). Neş'et Ağa'ya ait olan taşın üst kısmında, ince işçiliği ile dikkati çeken, sehpa üzerinde Nakşibendî tacı kabartması yer almaktadır.

Bâlâ Külliyesi geniş kapsamlı tarikat tesislerinin geç döneme ait ilginç bir örneğini oluşturmaktadır. Bu yapı topluluğu 17. yy'ın başlarından itibaren yaygınlaşan, ufak kapsamlı şehir külliyelerinin gelişme çizgisi içinde de ele alınabilir. Ayrıca, Koca Mustafa Paşa ve Aziz Mah-mud Hüdaî külliyelerinde de görüldüğü gibi, Bâlâ Külliyesi'nin, şehircilik açısından, çevresi ile kurmuş olduğu yakın ilişki de dikkat çekicidir. Bütün bu tarikat külliyelerinde, bölümler arasındaki ileşitimi sağlayan geçitler aynı zamanda içinde yer aldıkları mahallenin sokaklarıdır. Bu özellik Osmanlı sosyal yapısı içinde, tarikatların mahalle yaşantısına ve dokusuna ne denli entegre olduklarını göstermektedir. Bu arada sebil-mu-

vakkithane-çeşme-şadırvan manzumesi, çevresini şekillendiren konumu, iç düzeni, oranlan ve süsleme ayrıntıları ile Osmanlı su mimarisinin yarattığı son şaheserlerdendir. Diğer taraftan Bâlâ Külliyesi, barındırdığı kitabeler ve levhalar açısından minyatür bir hat müzesi olarak değerlendirilebilir.


Yüklə 7,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   134




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin