Bakirköy ruh ve siNİr hastaliklari hastanesi



Yüklə 7,48 Mb.
səhifə65/134
tarix27.12.2018
ölçüsü7,48 Mb.
#87102
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   134

Tarihte Boğaziçi

Karadeniz (Pontus Euxinus) ile Marmara Denizi'ni (Propontis) birbirine bağlayan Boğaz, Bizans devrinde Stenon diye bilinmiş; Osmanlı kaynaklarında "Halic-i Bahr-i Rûm", "Halic-i Bahr-i Siyah", "Halic-i Konstantiniye", "İskender Boğazı", "Konstantiniye Boğazı", "Mercü'1-Bah-reyn", "Macmaü'l-Bahreyn", "İslambol Boğazı", "İstanbul Boğazı" ve "Boğaz" isimleriyle anılmıştır.

Boğaziçi'nin ilkçağ ve Bizans dönemi topografyası, tarihi ve arkeolojisi henüz büyük ölçüde karanlıkta olmakla birlikte, bu devirlerdeki yer adları derlenmiş, Osmanlı zamanında ve bugün nerelere karşılık geldikleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Ancak ilkçağ tarihi ile ilgili bilgilerin daha çok mitolojik öykü ve söylencelerle iç içe olması, öte yandan kıyıların doğal özelliklerinin zaman içinde yok olmasıyla birlikte Bizans devri kaynaklarının da güvenilir olmaktan çıkması sonucu, kaynaklarda adı geçen yer ve yapıların tümünü bugünkü Boğaziçi'ne yerleştirmek mümkün olamamaktadır.

Boğaziçi hakkında bilinen en eski eser, Bizantionlu Dionisios tarafından 2. yy'ın sonlarına doğru yazılmış olan



BOĞAZİÇİ

282

283

BOĞAZİÇİ

plus Bospori idi. Burada Boğaz sahillerinde birkaç köy ve çok sayıda sunak bulunduğu kaydedilmiştir. Fransız tabiat bilgini ve gezgini Pierre Gilles, 1544-1547 ve 1550'de İstanbul'da bulunduğu sırada çok eski denizcilik kılavuzlarının kopyası bir rehber olan bu eseri bulmuş, 1561'de yayımladığı De Bosporo Thracio libri adlı eserinde kullanmıştı. Daha sonra Boğaziçi'ni gezen kozmograflar, coğrafyacılar ve doğabilimciler her dönemde, ama en fazla 18-19. yy' larda, mitoloji, söylenceler ve tarihi bilgiler ile kendi gözlemlerini kaynaştıran, dolayısıyla pek de bilimsel olmayan bir bilgi yumağını tekrarlayıp günümüze aktarmışlardır. Çoğunlukla yaşadıkları çağın başat kültürel çerçevesine uygun romantik eğilimler taşıyan bu gözlemciler, gene de bazen çok ilgi çekici olabilen ayrıntıları kaydetmişler, Boğaziçi'nin tarihi topografyası açısından bugün dahi geçerli bazı saptamalarda bulunabilmişlerdir.

Boğaziçi'nin tarihi topografyası konusunda çalışmalar yapan çağdaş Bizans tarihçileri ise, bütün yerleştirmelerin birtakım tahminler, yakıştırmalar ve yaklaştırmalardan ibaret kaldığını teslim etmekle birlikte, bazı genellemelere ulaşabilmektedirler. Rumeli ve Anadolu yakalarında gemiler için güvenli, tarım ve balıkçılık için elverişli koylar bulunduğundan, her iki yakada da küçük yerleşim yerleri bulunmuş olabileceği akla gelmektedir. Oysa R. Janin, yazılı kaynaklarda, özellikle erken ve orta Bizans dönemlerinde Rumeli yakasında ancak "üç yazlık saray, on dokuz kilise, on altı manastır, bir tane düşkünlerevi" ile Anadolu yakasında "üç saray, on dört manastır, on bir kilise, dört düşkünler yurdu ve bir öksüzler yurdu" saptayabilmiştir. Bu yapıların ne kadar uzun ömürlü oldukları, Bizans'ın güçlü zamanında ya da sonraki gerileme döneminde hangilerinin ayakta kaldığı bilinemediği gibi, yalnızca denizden ulaşılabilen ve karada belki bazı patikalarla gerilere bağlanmış olması gereken köyler de henüz tespit edilememektedir. Bir yandan bu yapıların hemen hepsinin imparatorluğun ilk yıllarında kurulmuş olmasından, diğer yandan Boğaziçi'nin yerleşimlere imkân verecek derecede güvenli olmadığı tezinden ve zamanla yazlık saray ile villaların dahi dini yapılara dönüştürülmüş olduğu görüşünden hareketle, Bizans devrinde Boğaziçi'nin geniş ölçüde iskân edilmediği ileri sürülmektedir. Ancak mimari yapısını villa olarak tanımladığımız bu oluşumların Roma anlamında tam birer villa, yani aynı zamanda çiftlik ve malikâne tarzı üretim birimleri olup olmadığını, bugünkü bilgilerimiz ışığında saptayamıyoruz. Aynı şekilde, manastırların üretim faaliyetlerinin niteliği ve çapı hakkında da bilgi sahibi olmadıkça, bu sahillerde Bizans'ın çeşitli dönemlerinde yaşamış olan nüfus ve yerleşimler konusunda ileri sürülen hipotezler tatmin edici olamayacaktır.

Öte yandan, kullanılan kaynakların çeşitliliği, çokluğu, bulanıklığı ve arke-

olojik buluntularla desteklenememesi, Bizans imparatorlarının Boğaziçi'ndeki yazlık saray ve villaları" ile daha genel olarak Bizans başkentinde sayfiye geleneği konusunu da karanlıkta bırakmaktadır. Sayfiye yaşantısının saray ritüelleri arasında yer aldığını bildiğimiz Bizans başkentinde, imparatorların Boğaziçi'ne ne derece ilgi göstermiş oldukları, eğer yeni kaynaklar ortaya çıkmazsa, karanlıkta kalmaya devam edecektir.

Daha geç dönemler için ise, Bizans' in 9- yy'dan sonra dış tehlikeler karşısında giderek zayıf düşmesinin Boğaziçi'ndeki dini ve sivil yapıların giderek yok olmasına yol açtığını söyleyebiliyo-ruz. Bütçesinin önemli bir gelir kaynağı olan gemilerden geçiş resmi, vergi ve gümrük alma imtiyazım 14. yy ortalarında Cenevizlilere, fetih öncesinde de Osmanlılara kaptıran Bizans'ın tarihi yarımadaya çekilmesiyle birlikte, Boğaziçi'nde Osmanlı varlığı daha 15. yy başında iyice hissedilir hale gelmiştir.

Osmanlı Devrinde Boğaziçi: Fetret Devri'nin başlarında, 1403'te Boğaz'dan geçen ispanyol Elçisi Clavijo, Anadolu yakasındaki bazı yerleşmelerde, örneğin I. Bayezid'in (Yıldırım) 1395'te yaptırdığı Anadolu Hisarı'nda(->), Türklerle karşılaştığını kaydetmişti. 1453'ten hemen sonra ise Osmanlıların Rumeli yakasında da yerleştikleri görülmüştü. II. Mehmed' in (Fatih) Galata'da(->) inşa ettirdiği top imalathanesi ve topçu kışlaları çevresinde, saraya yakın olan çeşitli kademelerdeki devlet görevlilerinin yerleştiği Top-hane(-0 semti gelişirken, hemen yanı başında bu semtin gereksinimini sağlayacak biçimde ticaretin yoğunlaştığı bir pazar yeri, Salıpazarı(->) vücut bulmuştu. Salıpazarı'ndan Beşiktaş'a(->) kadar ise hasbahçeler ve sultanın yazlık sahil-sarayı uzanıyordu. 16. yy içinde iskân edilmeye başlanan Beşiktaş, kaptan-ı deryanın burada oturması, donanmanın her yıl buradan Akdeniz'e yelken açması, Anadolu yakasına (Üsküdar'a) buradaki iskeleden geçilmesi ve daha sonra Barbaros Hayreddin Paşa'nm türbesinin de burada yer almasıyla, özellikle denizciler için önem kazanmış; ayrıca ulaşım ve ticaret eksenlerinin burada kesişmesi nedeniyle semt kısa sürede büyümüştü. Hep Rumeli kıyısını izleyerek Karadeniz'e doğru çıkacak olursak, daha ilerideki OrtaköyC-»), Kuruçeşme(->), Arna-vutköy(-0 semtleri Bizans devrindeki küçük bağcı, bahçeci ve balıkçı köyü karakterlerini uzun süre korumuşlar; buralarda Hıristiyan ve Musevi nüfus 19. yy sonuna dek çoğunlukta olmuştu. Be-bek'te(->) ancak 18. yy'm ilk çeyreğinde, III. Ahmed'in (hd 1703-1730) planlı imar faaliyetiyle bir semt oluşurken, Rumeli-hisarı'nda(->) Boğaz'ın savunmasıyla görevli kale dizdarı ve askerlerinin kale i-çinde bulunan evlerinin yamsıra kale dışında da mahalleler gelişmiş; 19. yy'a gelindiğinde semt bir yönde Kayalar Köyü, diğer yönde de uzun süre yalnızca bir gezinti mahalli olan Baltalimanı(-0

ile birleşmişti. Boyacıköy'de(->) ancak 19. yy başında, gelişmiş Emirgân(-0 ise, Bebek'in gelişmesine benzer bir tarzda, asıl 18. yy'm son çeyreğinde, yani I. Ab-dülhamid döneminde (1774-1789) iskâna açılmıştı. Istinye(->) ve Yeniköy'de(->) Karadeniz Müslümanlarının iskân edildiği mahallelerde de, liman ve ikmal iskelesi olmaları nedeniyle çok sayıda denizci ve varlıklı esnaf oturmaktaydı. Yeni-köy'de olduğu gibi Tarabya'da(->) da Rum ve Ermeni nüfus çoğunluktaydı. 18. yy sonrasında burada ayrıca elçiliklerin yazlıkları ile gene elçilik görevlileri yerleşmişti. Daha sonra Büyükdere'ye(->) kadar sultanın gezi ve av alanları olan hasbahçeler uzanıyordu. Kireçburnu(->) ve Kefeliköy 19. yy'da geliştiler. Büyük-dere'de gene istanbul'da yaşayan yabancılar ve elçilik görevlileri oturmaktaydı. Sarıyer'de(->) Hıristiyan nüfus çoğunluktaydı; burada bağcılık, balıkçılık ve gemicilik yapılıyordu. Rumelikavağı(-») Boğaziçi'nin Rumeli sahilinde Topkapı Sarayı'na en uzak yerleşim merkeziydi; burada çoğunlukla Müslüman denizciler, balıkçılar ile kale görevlileri oturuyordu.

Aynı şekilde Anadolukavağı'nda(->) da Müslüman denizciler ile burada görevli askerler oturmaktaydı. Şimdi buradan Anadolu yakası boyunca Marmara' ya geri dönelim: Beykoz'da(->) mesireler ve av alanları bulunuyordu; sahilde de oldukça erken bir zamanda bahçıvanlık, odunculuk ve balıkçılıkla geçimini sağlayan büyük bir yerleşim merkezi gelişmişti. Tokat Bahçesi, Sultaniye Bahçesi, Çubuklu Bahçe gene hasbahçelerdi; sahilde Incirliköy adlı küçük ve seyrek bir yerleşim vardı. Bundan sonra gelen ve Anadolu yakasının en gelişmiş köylerinden olan Kanlıca'da Müslümanlar yaşıyordu. Köy halkının tümünün Müslüman olduğu Anadoluhisarı'nda da, Boğaz'ın savunmasıyla görevli kale dizdarının ve askerlerin kale içinde evleri bulunuyor; semtin varoşlarında ise büyük yalılar yer alıyordu. Göksu, Kandilli ve Kuleli hep hasbahçelerdi. Çengelköy de bir has-bahçeydi; sahilinde ise büyük bir Rum köyü bulunuyordu. Beylerbeyi'nin(->) 18. yy'a dek adı İstavroz idi ve burası da bir hasbahçeydi; 18. yy ortasından sonra burada sultanın bir sahilsarayı olacaktı. Sahilde bağ ve bahçecilikle geçimini sağlayan küçük bir köy vardı. Kuzguncuk'ta^) Hıristiyan ve Musevi nüfus çoğunluktaydı. Üsküdar ise Anadolu yakasında askerlik, ticaret, ulaşım açısından önemli en büyük yerleşimdi.

Boğaziçi'nin her iki sahilinde 15-18. yy'lar arasında kendi kendilerine yeterli üretim alanları olarak yer alan, tarihi yarımadaya da balıkçılık ve bahçecilik ile katkıda bulunan bu köyler, genellikle birbirinden ayrı tutulmuş Türk, Ermeni, Rum ve Musevi mahallelerinden oluşurken, her iki kıyı şeridinde de bu yerel ayrımın üstüne bir başka sosyal hiyerarşinin bindiğini görüyoruz. Osmanlı sosyal düzeni, Boğaziçi sahillerinde, kişilerin ve grupların devletle ilişkisi temelinde

Bartlett'in

Boğaziçi'm

betimleyen bir

deseninden

gravür, 19. yy.

TETTVArşivi

çok belirgin olarak mekânsal düzene yansımıştır. Örneğin Topkapı Sarayı'na en yakın yerleşim merkezleri olan Tophane ve Beşiktaş arasındaki sahil, devlet ricalinin yalılarına ve hasbahçelere ayrılmıştı. Beşiktaş Hasbahçesi'nde 17. yy'da inşa edilen bir köşk ile gelişmeye başlayan sultanın yazlık sahilsarayından sonra, Ortaköy ve Kuruçeşme arasındaki sahilde de özellikle 18. yy sonrasında, hanedanın kadın üyelerinin ve eşlerinin, yani sadrazam, kaptan-ı derya ve eyalet valilerinin sahilsarayları geliyordu. Arna-vutköy'de Bizans asilzadelerinin soyundan gelen ve devlet hizmetinde ikincil görevleri olan Fenerli beyler, voyvodalar, imparatorluğun parasal dayanağı o-lan Ermeni sarraflar ile hekimlerden oluşan bir yüksek gelir grubu; bir hasbahçe olan Arnavutköy'den Bebek'e uzanan sahilde, birkaç nesil hekimbaşı ve şeyhülislam yetiştirmiş olan köklü ailelerin yalıları; Rumelihisarı'nda peygamber soyundan gelen nakibüleşrafın ve yüksek devlet görevlilerinin yalıları; Yeniköy'de ticaret zenginlerinin; Tarabya ve Büyük-dere'de ise yabancıların yalıları yer almıştı.

Anadolu yakasında ise emekliler, görevden azledilmiş kadılar, şeyhülislamlar, hekimbaşıları ve diğer İstanbullu varlıklı aileler ile alt kademelerdeki görevlilerin yalıları çok daha seyrek bir düzen içinde kıyıya yerleşirken, burası bütünüyle bir bahçe niteliği kazanmıştı. Bu sahil şeridinde geniş bahçeler içinde yer alan yalılar Rumeli sahilindeki yalılarla karşılaştırıldığında, hem sayıca çok az kaldıkları, hem de birkaçı hariç görkemli yapılar olmadıkları görülmekte-

dir. Anadolu yakasında birkaç tane de hanedan kadınına ait sahilsaray ile sultanın İstavroz (Beylerbeyi) ve Üsküdar-Kavak sahilsarayları bulunuyordu.

Görülüyor ki, Rumeli yakasında oturanlar hemen karşılarında uzanan bir bahçeyi seyretmekte; Anadolu sahilin-dekilerin karşısında ise inşa edilmiş Osmanlı siyasi ve toplumsal düzeni sergilenmekteydi. Rumelililer karşı yakadaki mesire yerlerinde eğlenmeye geçtiklerinde, bir başka sahnede seyirlik olurken aynı zamanda seyirci olmayı da sürdürüyorlar; aynı şekilde Anadolulular da karşıya geçtiklerinde rol değiştiriyorlar ve hem seyirci, hem seyirlik olmaya devam ediyorlardı. Sonuç olarak, dik yamaçlarla denize indiği için yabancıların bir amfiteatra benzettikleri Boğaziçi sahillerinin her iki yakasının da seyirlik niteliği baki kalıyordu.

Mitler ve Ritler: Boğaziçi yalnızca bir sayfiye olarak bütünlük kazanmamıştı. Her iki sahilde ve yamaçlarda balıkçılık, bağ ve bahçecilik, çiftçilik, odun ve kömürcülük, testicilik gibi zanaatlarla geçinen bir yerli halk vardı. Köylerin bir kısmının pitoresk güzelliğini bu yaşantı tanımlıyordu. Buralarda hayat mütevazı, sakin ve sessizdi. Ama kimi zaman ürkütücü olabildiği gibi, aynı zamanda kutsallıklarla kuşatılmıştı.

Karadeniz'in sert fırtınalarından kaçan gemiler Boğaziçi kıyılarına sığınmaya çalışırken, Boğaz'ın Karadeniz'e açıldığı yerde, Rumeli Feneri önlerinde, kuzey rüzgârlarına açık tehlikeli bir koyun önünde, ilkçağda Kianae veya Simple-gadae denilen kayaların pususuna yakalanabiliyorlardı. Hareket ettiklerine ve

birbirlerine vurduklarına inanılan bu kayalıklar, gemicileri her zaman korkutmuştu. Kara ile ve birbirleriyle alçak bir kıstakla birleşen bu kayalar, sular yükseldiğinde adacık halini alıyorlar, sis, yağmur, tipi ve karanlıkla birleşince gemiler için tehlike yaratıyorlardı. Boğaz çıkışının hırçın dalgaları ve bu kayalıklar, Kafkasya'ya "altın yapağı" aramaya giden Jason'un önderliğindeki Argonotların buradan geçebilmeleri için Kral Fi-enus'un bir güvercin salıp onu izlemek suretiyle yollarını bulabileceklerini göstermesinin hikayesiyle, Yunan mitolojisinde yer bulmuştu. Kayalardan büyüğünün üstüne daha Roma devrinde yuvarlak bir sunak taşı konmuş, üzerine daha sonraları tehlikeyi haber vermek amacıyla, Pompeius Sütunu olarak bilinen bir sütun dikilmişti. Osmanlı devrinde Öreke Taşı denilen bu kayalar, İstanbul'a gelen hemen tüm Batılıların ziyaret ettikleri bir yer olmuştu.

Boğaziçi'nin bu korkutucu bölümünde gemileri uyaran fenerler ile adları hiçbir zaman kaynaklara geçmemiş olan bazı dini yapılar, eskiden adak yerleri olmuş olmalıdır. Boğaz'da, bir yandan coğrafi oluşumuyla ilgili olarak İo, Zeus, Hera gibi Yunan mitolojisinin önde gelen isimleri etrafında örülmüş söylenceler ile pagan ritleri, Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ve mistik inanışlar birbirlerine karışmış; diğer yandan gizemli tepelerinde Zeus ve Poseidon'a adanmış tapınaklar, zamanla yerlerini kilise ve manastırlara, sonra cami ve tekkelere bırakmıştır. Ama korku, boyun eğiş, teslimiyet ve u-mut, inançları farklı insanları hep bu kült yerlerine çekmeye devam etmiştir.



BOĞAZİÇİ

284

285

BOĞAZİÇİ

Boğaz'ın Karadeniz girişini betimleyen Flandin'in bir gravürü. Eugene Flandin, L'Orient, Paris, 1958 Ara Güler fotoğraf arşivi

Örneğin Beykoz'un hemen arka sırtlarında yükselen Yuşa Tepesi, bir yandan Fenike, diğer yandan Yunan inanışlarında kutsallık bulurken, Tevrat peygamberlerinden Yeşua ile de ilişkilendirilmiş-tir. Osmanlı devrinde burada, uzunlu1 ğuyla dikkati çeken bir yatır ve bir tekke vardı. Bu dev mezar ile eski inanışlara göre dağların zirvesinde yaşadığı kabul edilen devler, yeni bir inançta kaynaştı-rılmıştı. Yuşa Tepesi, Karadeniz'e açılan gemiciler için onları bu denizin şiddetinden koruyacak bir adak yeriydi. Boğaz'a hâkim bu en yüksek (2.000 m civarındaki) tepe, temmuz ve ağustos aylarında her cuma, Boğaziçi'nin çeşitli köylerinden farklı inançlara sahip insanlar tarafından hep birlikte ziyaret edilirdi.

17. yy'm sonuna dek sayıları giderekartan yerleşimlere rağmen Boğaziçi kırsalniteliğini korurken istanbul'dan bağımsızkalmaya devam etmişti. Bir koydan diğerine uzanırken her an değişen ve art arda göller görünümü alan Boğaziçi'nde,bazen denize taşmış bir köşkte, bazenbir ulu çınar altında ya da bir kahvededalıp gitmek, tinsel ama aynı zamandadünyevi bir hazdı. italyanların "dölce farniente"sine karşılık gelen Osmanlı "keyif'i, hayal gücünü artıran, sıkılmaya olanak vermeyen Boğaziçi kıyılarında tanımbulmuştu. Bu keyif 17. yy ortalarındanbaşlayarak hızla, ancak bazı kişi ve grupların ulaşabildiği bir ayrıcalık olarak tanımlanacak, yeryüzünün iktidar ilişkilerine bağlı bir nitelik de kazanacaktı.

18. ve 19. yy'da Boğaziçi'nde yaşambiçimi seçkinlerin mevsimlik kullanımıçerçevesinde çizilirken, istanbul'dan çokfarklı bir toplumsal ve mekânsal düzensöz konusu olmuştur. Tarihsel yarımadada yer seçimi, ailelerin toplumsal hiyerarşideki yerlerine bağlı olmadığından, farklı toplumsal gruplar (etnik ayrımlar dışında) aynı semtte, yan yanaevlerde yaşayabiliyorlardı. Oysa Boğaziçi'nde yalnızca merkezden uzaklaştıkçazayıflayan doğrusal bir hiyerarşi belirleyici değildi; aynı zamanda sahil ile yamaçlarda oturanların da statüleri farklıydı. Diğer yandan, yarımadanın tam tersine, Boğaziçi'nde etnik ayrımlar ayırtedici niteliğini giderek kaybedecekti. Buhiyerarşileri ve getirdiği sınırlamaları gene Boğaziçi'nin ritüelleri eritir, Boğaziçi'nde oturanlar topyekûn bir yaşama kültürünü paylaşırdı. Burada yaşayanların,mevsimlerin değişimine, saatlerin geçişine duyarlı olmamaları mümkün değildi. İlkbaharda erguvanların açması beklenir; sabahlan sis, akşamlan güneşin batışı, izlenmeye değer anlar, zevk ve hazlar yaratırdı.

Rumeli yakasında oturanlar doğan ve yükselen ayın gecelerini sayar, dolunayda Göksu'da kayık sefasına çıkılırdı. Sayfiye mevsimi, hıdrellezde, 5 Mayıs'ta başlar ve sultanın kayığını takip eden sayfi-yeciler 12 Kasım'a kadar Boğaziçi'nin çeşitli köylerinde eğlenirlerdi. Bu tarihten sonra şehre dönüş başlardı. Boğaziçi'nde bir ikinci eve sahip olmak suretiyle bu

kafilelerin içinde yer almak başlıbaşına bir imtiyaz olmakla birlikte, bazı semtler diğerlerine göre daha itibarlıydı.

Ayrıca Boğaziçi'nde bir eğlence takvimi olduğu gibi, bir de eğlence haritası vardı. Sesin kulağa en hoş yankılandığı koylar, Kanlıca, Bebek ve Kalender Körfezi olarak saptanmıştı. Mehtabın, eski kameri ay hesabıyla 12, 13 ve 14. gecelerinde yukarı Boğaziçi'nde başlayarak aşağılara inildikçe katılan teknelerle kalabalıklaşan, çoğala çoğala bütün denizi dolduran kayık kafileleri sonunda Kanlıca Körfezi'ne varır; geç vakte, bazen sabaha kadar tek bir saz takımını veya tek bir okuyucuyu sessizlik içinde dinlerdi.



18. Yüzyılda Boğaziçi: Boğaziçi'nin topyekûn sayfiye karakterini 18. yy'da kazandığı anlaşılmaktadır. 18. yy Osmanlı şehirli toplumunda zenginle fakir arasındaki ayrımın giderek belirginleşmesi, zenginliğin artık gizlenmeden dışa vurulması, dini yasaklar, saray ve devlet adabı altında ezilmeyen yeni zenginlerin kendilerine değişik bir alan tanımlamaları gibi gelişmelerin ördüğü sosyal tarih süreci, 18. yy Avrupa'sında olduğu gibi tam anlamıyla bir burjuvazinin tümüyle özerk yükselişini ve "kendisi için sınıf" olmasını değilse bile, III. Ahmed'in salta-natıyla birlikte Osmanlı elitinin iktidar ortaklan olarak yeni bir statü kazanmasını ifade ediyordu. Ayrıca bu elit artık yalnızca bürokratlardan değil, bezirganlar, tüccarlar ya da küçük üreticiler gibi, parayı elinde tutabilen ve kendi imkânları ile piyasada dolaştırabilen bireylerden meydana geliyordu.

Diğer yandan gene III. Ahmed'in sal-tanatıyla birlikte, hanedan o zamana kadar halktan gizlenen, mahrem sayılan yaşamını dışa açıyor, yaşam mekânlarını payitaht halkının gözleri önüne serecek biçimde değişen saray seremonileri ile, artık savaşta ve barışta askerin önüne düşmek yerine, imparatorluğun otoritesi, zenginliği ve gücünü her an sivil halka ve iktidarın ortaklarına hatırlatacak gösterimlerde bulunmayı amaçlıyordu.

işte bu süreç içinde Boğaziçi, Avrupa başkentlerindeki uçsuz bucaksız kent meydanlarıyla boy ölçüşebilir bir şehir mekânına, kalabalıkları toplayan bir "grand allee"ye dönüşmüştü. Avrupa başkentlerindeki geniş caddeler gibi iki tarafı ağaçlıklı olan bu suyolu, yer yer amfiteatrlara dönüşüyor; buralarda sarayın düzenlediği şenliklerde istanbul halkı ve taşralılar, farklı statülerdeki insanlar, bir arada günün sıkıntılarını unutabiliyorlardı.

18. yy kaynakları bu oluşuma çeşitli biçimlerde ışık tutmaktadır. Örneğin 17. yy başında Nev'îzade Ataî'nin(->) yazdığı Hamse'nin hepsi 18. yy ürünü olan minyatürlü beş nüshasının dördünde tasvir edilen Boğaziçi, ilk üç minyatürde, iskender'den II. Mehmed'e (Fatih) kadar, denizle karanın birleştiği yer, bir savunma hattı olarak hisarlarla resmedilmiştir. Oysa Hamse'nin son minyatürlü nüshasında Boğaziçi'nin bu savun-

ma karakterini tamamıyla kaybettiği ve bahçeler içindeki yalıların ağırlık kazandığı görülmektedir.

Diğer yandan, Hamse'nin geri kalan minyatürlü hikâyeleri ile istanbul meddah hikâyelerinde, başkentin varlıklı çevrelerine ait birtakım tiplemeler ortaya çıkmaktadır. Bu hikâyelerde tasvir edilen, kolayca zengin olmuş bezirganlar ve oğulları, mirasyediler gibi tiplerle birlikte, tüketilen ve gayrimeşru yollardan tekrar edinilen servetler, smrf atlama eğilimleri ve yollan, devlet mekanizmasındaki yozlaşma, paranın ahlakı yok etmesi gibi öğe ve motifler sıkça karşımıza çıkmakta; sanatçıların katıldığı eğlencelere, geniş aşk çemberlerine, ahlakdışı aşklara, Boğaziçi ve yalıları mekân olmaktadır.

Bu hikâyelerde resmedilen istanbulluların, yani bir yanda yeni şehirli zenginler ve yozlaşmış bürokratik elit ile diğer yandan kıtlık ve savaş bozgunları sonucu başkente göçmüş kalabalık, genç ve bekâr bir insan grubunun hareketliliği, şehir ekolojisinin tümüyle yeniden düzenlenmesini gerektiriyordu. 18. yy'da Londra ve Paris'te olduğu gibi istanbul' da da bir nüfus patlaması gözlenmişti. Tarihi yarımadadan Boğaziçi'ne taşılma-sı, yalnızca mekânsal genişleme ya da yoğunluk artışı boyutunda bir şehirleşme sorunu değildi. Şehirlerde servetin birikmesine, ortak çıkarları olan ayrı bir sınıfın oluşmasına paralel olarak, devletten ayrı bir kamu alanı, bu çıkarların gerçekleşmesini mümkün kılan bir şehir adabı nasıl oluşmuşsa, aynı sürecin sonunda hem resmi, hem özel alana mesafesiyle tanımlanan bir de kamusal hayat oluşmuştu. Şehrin çok büyümesi ve geleneksel merkezin kaybolması, sayfiyeler ve yabancılarla yaşamak, beraberinde şehre ve kurumlarına yabancı olmayı getirdiği gibi, bir yandan karmaşık yapıdaki sosyal grupların kaçınılmaz olarak birbiriyle ilişkiye girmelerine, diğer yandan da şehirlilerin iktidar merkezlerinin kontrolü dışında da bir ilişki ağı kurabilmelerine yol açtı. Hayatın hoşlukları küçük bir seçkin grubun inhisarından çıkarak biraz daha geniş bir kitleye yayıldı. Farklı statülerdeki insanların aynı mekânlarda iyi vakit geçirebilmeleri gündeme geldi. Boğaziçi böyle bir toplumsal gelişmenin mekânı oldu.

Boğaziçi'nin Mimari Karakteri: Boğaziçi'nin iki yakasındaki köylerin Beykoz, Üsküdar, Tophane, Beşiktaş ve Ye-niköy mahkemelerine yansımış gündelik ve özel sorunlarının yanısıra, aynı kadı sicilleri kamusal hayata, gelir düzeyine, yaşam standartlarına ve maddi kültüre de ışık tutmaktadır. Hayatlar birbirine benzese de, sahilin girintili çıkıntılı çizgisi ü-zerinde her nokta bir başka güzelliğe açılırken, birbirlerinden bir ya da iki kilometreyle ayrılmış olan yerleşimler birbirine benzemezler, her biri kendi özelliklerini taşırdı. Örneğin Anadolu yakasının geniş bahçeler içinde ve geniş cepheli yalılarına karşın Arnavutköy ve Ye-

niköy'de yalılar bitişik nizam, dar cepheli ve çok katlıydı. Bu köylerin nüfusu, bir başka deyişle bazı semtlerin toplumsal hiyerarşideki yeri ve buna bağlı olarak talep, köylerin ve özellikle kıyı şeridinin biçimlenmesinde etken olmuştu. Daha 17. yy'da Nev'îzade, her iki sahilin olumlu ve olumsuz taraflarını sıralarken bu tür farklılıklara da işaret etmekte, karşılaştırmalar yapmanın yanısıra her bir köyün ayırt edici güzelliklerini saymaktadır.

Nev'îzade Ataî'nin dikkati çektiği gibi Rumeli yakası sakinlerinin öğleye kadar, Anadolu yakası sakinlerinin de öğleden akşama kadar güneşin rahatsız edici ışınlarından etkilenmeleri, bu kıyıların mimari yapısında da etkili olmuştur. Bu dönemin yapılarından ancak birkaçı, örneğin Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı(->), Sadullah Paşa Yalısı(-») ve Şerifler Yalı-sı(->) günümüze gelebildiğinden, görsel ve yazılı kaynakların birlikte incelenmesi sonucu Boğaziçi'ni bir mimari bütün olduğu kadar tek tek yapılarıyla da karak-terize etmek mümkün olabilecektir.

Mesire yerleri ve koruluklar da, Boğaziçi'ni inşa edilmiş bir mimari bütün olarak görmemize olanak vermektedir. Görsel belgeler incelendiğinde, Boğaziçi'nde bugün dahi varlığını sürdüren bu yeşil alanların 18-19. yy'larda yönetici sınıfın yalı ve dağ köşklerinin bahçeleri olarak yetiştirildiği anlaşılmaktadır. Bugün 18. yy sonunda Boğaziçi'ni tanımamıza olanak sağlayan en önemli kaynak olan Antoine-Ignace Melling'in Voyage pittoresque de Constantinople et deş ri-ves du Bosphore adlı eserindeki 'Boğaziçi tasvirlerinden, inşa edilmemiş alanlar-

daki tepelerin ya tümüyle çıplak ya da makilerle örtülü olduğu görülmektedir.

Diğer yandan, tümüyle yelkenli ve kürekli deniz araçlarına dayalı ulaşım da Boğaziçi kıyılarının mimari karakterinin oluşumunda etken olmuştur. Yoğun yerleşme alanları dahi birbirlerinden kopuk, bağımsız kimliklerini korurken, yalnızca vadi içlerine doğru genişlemişler ve kıyı boyunca kısa rıhtımlar, sık iskeleler yer almış; kayıkhaneler ve yalı hamamları yalıların birer parçası olmuştur.

Boğaz'ın iki yakası arasında, farklı ihtiyaçları karşılamak üzere çeşitli kayıklarla kurulan bağlantının Bizans devrindeki boyutları hakkında pek fazla bilgiye sahip değiliz. Osmanlı devrinde ise rüzgârlar, şiddetli akıntılar, kıyıların girinti ve çıkıntılarını bilmek ve kullanmak zorunda olan yelkenli ve kürekli gemilerin ne zorluklar çektiği, Karadeniz'e çıkmak için uygun hava bekleyen gemilerin nasıl aylarca belirli koylarda demirlendi-ği, çeşitli kaynaklarda anlatılmaktadır. Bütün elverişsiz doğal koşullara karşın Boğaziçi deniz trafiğinin çok yoğun olduğu anlaşılmaktadır. Peremeler, çektiriler ve pazar kayıklarının yanısıra varlıklı yalı sahiplerinin kayıkhaneleri ve çok sayıda kayıkları, sultanın, ailesinin ve yüksek devlet görevlilerinin belli bir protokole göre kürek sayıları saptanmış kayıklarının da ayrı bir yeri vardı. Peremeler belirli iskeleler arasında işlerken, her semt iskelesinde, geliri bir vakfa ait olan pazar kayıkları bulunurdu. Bunlar Boğaziçi semtlerinde oturanları istanbul ve Boğaz' m diğer semtlerine, mesire yerlerine taşırdı. Batılı kaynaklar bir yerden diğerine

-günümüz ölçütleriyle dahi- ne kadar kısa zamanda ve kolaylıkla ulaşıldığını kaydetmişlerdir. Kayıkçı nizamnamelerinden de iskeleleri, pazar kayıklarının ve kayıkçıların sayısını ve ücretlerini öğrenmek mümkün olmaktadır. Boğaziçi iskelelerinin sık sık onarıldığı da arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır.



19- Yüzyıl Sonrasında Boğaziçi: 19. yy'da Boğaziçi'nde nüfus artarken kürekli taşıma araçları da yerlerini buharlı kamu ulaştırmacılığına bırakmıştır. Geçen yüzyıl ortalarında tersaneden tahsis edilen bir vapur, günde bir kez köprüden hareket ederek Boğaziçi'nin iki yakasındaki iskelelere uğradıktan sonra geceyi tstinye'de geçirip, sabah aynı rotayla köprüye dönüyordu. Yüzyılın ortalarında Şirket-i Hayriye kurularak seferlere düzenli olarak devam edildi.

19. yy'm sonlarına dek Boğaziçi itibarlı bir sayfiye olmayı sürdürmüşken, 20. yy başında artık tarihi yarımadadan taşan istanbul'un bir banliyösü haline gelmişti. Bir yandan kara ulaşım ağının tamamlanmasıyla yerleşim alanları kontrolsüz bir şekilde kalabalıklaşırken, gecekondu ve sanayi bölgeleri Boğaziçi'nde yer alabilmişti. Doğal ve tarihsel doku hızla yok olurken, yapılaşması açısından Boğaziçi'nin istanbul'un diğer semtlerinden farkı kalmamıştır. Bugün Boğaziçi, bir yandan apartmanlaşan yalılar, diğer yandan gecekondular, yeni zenginlere Boğaziçi'nde yer bulmaya çalışan girişimcilerin çok katlı yoğun binalardan villalara kadar değişik tarzda ürettikleri yapılar ve kazıklı yollarla tahrip edilmeye devam etmektedir.



Yüklə 7,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   61   62   63   64   65   66   67   68   ...   134




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin