BaşÖRTÜSÜ raporu 2007 Sakarya Başörtüsü Platformu



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə1/102
tarix30.10.2017
ölçüsü2,1 Mb.
#22656
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102


BAŞÖRTÜSÜ RAPORU

2007

Sakarya Başörtüsü Platformu

İÇİNDEKİLER








Sayfa

Önsöz ………………………………………………………….………...……

3

Giriş …………………………………………………………………………..

4

I. ‘Din’ vs. ‘Kemalizm’ ……………………...............…..…….………………

6

II. 28 Şubat Sürecinde Başörtüsü Yasağı …………….…......………………..

9

III. 2007 Yılında Başörtüsü Yasağı ……………………………...........….......

12

III. a. Toplumsal Alanda Başörtüsü Zulmü ………………………...……..…

13

III. b. Silahlı Bürokrasi ve Başörtüsü ……………………………………...…

18

III. c. Köşk Seçimi, Siyasi Partiler ve Başörtüsü ………………………….....

23

III. d. “Hukuki” Tartışmalar ve Başörtüsü …………………………………..

32

III. e. Medya ve Başörtüsü ……………………………………………...........

36

III. f. 2007 yılında Başörtüsü Mücadelesi ……………………………….......

44

Başörtüsü Gündemi Ocak 2007 ………………………………………...........

51

Başörtüsü Gündemi Şubat 2007 ……………………………………………...

56

Başörtüsü Gündemi Mart 2007 ……………………………………………....

59

Başörtüsü Gündemi Nisan 2007 ……………………………………………..

69

Başörtüsü Gündemi Mayıs 2007 ……………………………………………..

87

Başörtüsü Gündemi Haziran 2007 …………………………………………..

97

Başörtüsü Gündemi Temmuz 2007 ………………………………………….

108

Başörtüsü Gündemi Ağustos 2007 …………………………………………...

116

Başörtüsü Gündemi Eylül 2007 ……………………………………………...

145

Başörtüsü Gündemi Ekim 2007 ……………………………………………...

184

Başörtüsü Gündemi Kasım 2007 …………………………………………….

195

Başörtüsü Gündemi Aralık 2007 …………………………………………….

204

Ek: SBP 100. Hafta Röportajı ………………………………………………..

234

ÖNSÖZ .

Türkiye; 2007 yılında, başörtüsü meselesinin sembolize ettiği iktidar mücadelesine yakından tanıklık etti. Sorunun sadece bir yasak ya da hak ihlali sorunu olmadığı gerçeğiyle yüzleşildiği bu süreçte yaşananlar, iktidar seçkinlerinin neden başörtüsüne karşı bir pozisyon aldıklarını yakından tahlil etme imkanı sundu. Başörtüsü yasağı üzerinden ‘islam’ ile mücadele edildiği, bu mücadelenin temelinde ise mevcut sisteminin imtiyazlarından ve çıkarlarından faydalananların ellerindeki egemenliği kaybetme korkusunun yattığı çeşitli olaylar vesilesiyle ortaya çıktı.

Bugün başörtüsü yasağının yol açtığı sorun, geri adım atılamaz bir noktaya varmıştır. İktidar mücadelesi bu sorunda kilitlenmiştir. Öyle ki, 2007 yılı süresince cumhurbaşkanlığı seçimi, 367 meselesi, asker-siyaset ilişkisi ve muhtıra geleneği, laiklik anlayışı, 22 Temmuz seçimleri, sivil anayasa yapımı gibi tüm konular tamamen başörtüsü ekseninde tartışılmıştır. Saflar başörtüsü yasağına alınan pozisyona göre netleşmiştir. Yasaktan ve özgürlükten yana olanların ayrıştığı bu süreçte, başörtüsü gündemin en önemli belirleyeni olmuştur.

Darbeci/muhtıracı vesayet anlayışının devam ettiği, egemenliğini kaybetmekten korkanların topluma karşı her türlü suçu işleme cesareti gösterebildiği, paramiliter çeteleşmenin yayıldığı, hukukun siyasallaştığı, resmi ideolojinin kutsallaştırıldığı bir sistemde; ciddi ve tutarlı bir muhalefet imkanı ise ancak başörtüsüne şartsız-sınırsız ve her yerde özgürlük talep etmekle mümkündür. Bu sebeple başörtüsü yasağı doğru bir zeminde tahlil edilmeli ve buna karşı somut hedefler çerçevesinde ilkeli ve tutarlı bir mücadele pratiği geliştirilmelidir.

Platform adına hazırladığımız bu çalışma, hem başörtüsü sorununun teorik arka planını tahlil etmeyi, hem de yasağın 2007 yılındaki seyrini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Başörtüsü gündemine ilişkin geniş bir alanın araştırıldığı raporda, birbirini tekrar eden olay ve yorumlardan tipik örnekler seçilerek, böylece konunun farklı yönleri öne çıkarılmıştır. Başörtüsü sorununda tarafları, hangi tarafın neyi savunduğunu, hangi iddiaları ortaya attığını, neler yaptığını merak edenler için bir başvuru kaynağı olmasını umduğumuz bu çalışmayla, ayrıca meydanlarda yürüttüğümüz şahitlik ve özgürlük mücadelemizi de kayıt altına almış bulunuyoruz.

Yaşadığımız sorunlar karşısında sorumluluk bilinciyle hareket eden ve çözümleri başka mercilere havale etmek yerine çözüm için inisiyatif alan öncü bir mücadelenin inşası için gayret göstermeyi bir sorumluluk telakki ediyoruz. Biliyoruz ki, bu çetin sorunun çözümü için hazır bir reçete yoktur. Öncelikle örgütlü ve sürekli bir mücadeleyi yürütebilme yeteneğini kazanabilmemiz, bunu yaparken ilkeliliği muhafaza etmekle ile birlikte reel-politiğe cevap üretebilmenin dengesini oluşturabilmemiz ve tüm bunlar için gerekli kitlesel refleksleri edinebilmemiz gerekmektedir.

İçine yaşadığımız ifsad ve zulüm düzenini her boyutuyla deşifre etmede kilit bir sembol gördüğümüz başörtüsü yasağına karşı sistemli ve uzun vadeli bir mücadele ihtiyacını vurgulayarak, herkesi bir kez daha başörtüsü mücadelesinde özgürlükçü bir dayanışmaya davet ediyoruz. Gayret bizden başarı ise elbette Rabb’imiz Allah’tandır.

SAKARYA BAŞÖRTÜSÜ PLATFORMU

GİRİŞ .

Başörtüsü, şüphesiz daha önceki yıllarda olduğu gibi, 2007 yılında da sosyal ve siyasal tartışmaların temel eksenini oluşturan en önemli ve öncelikli sorunlar arasındaki yerini aldı. 28 Şubat darbesinden bugüne silahlı bürokrasinin yasakçılık konusundaki öncü tavrı; yüzünü bu iktidara dönenlere, başörtülülere karşı her türlü kötü muameleyi yapma cesareti vermeye devam etti. Yasak savunuculuğu, başörtülü annelerin bebeklerinin ölüme terk edilmesine varacak kadar ilerledi. Acil bir hastaya kan vermek için gelen başörtülü hanımlar hakarete uğradı. Kompozisyon birincisi kız öğrenciler başörtülü oldukları için askeri erkan tarafından kürsüden indirtildi. Kimi belediyelerde, örtünme biçimlerinden dolayı su faturasını yatırmaya gelen hanımlar geri çevrildi. Belediye meclisi toplantısını izlemek isteyen bayan muhabir başörtüsünden ötürü hakarete uğradı. Beş kişilik bir gurup, başörtülü öğrenciye saldırarak, örtüsünü başından çekmeye çalıştı... 2007 yılı, bu olayların münferit çıkışlar değil, bilinçli ve sistemli bir politikanın ürünleri/sonuçları olduğunu göstermesi açısından önemliydi.

Başörtüsüne ve başörtülü hanımlara karşı giderek katılaşan uygulamalar, ‘kamusal alan’ maskesi altında uygulanan zulmün, insanlık adına hiçbir sınır tanınmadığını ortaya koyuyordu. Silahlı bürokrasinin ; Hz. Peygamber’i (sav) anma etkinliklerindeki kız öğrencilerin başörtüsü takmasını da kapsayan bazı gelişmelere muhtırayla verdiği yanıt; azınlık da olsa, belirli bir tabanda yankı uyandırıyordu. Nitekim ‘başörtülü eş’ ihtimali üzerinden paramiliter yapıların düzenlediği “cumhuriyet” mitinglerinde ortaya çıkan görüntüler, bu tabanın kendi değerlerini sahiplenmek adına nasıl bir faşist düzeni savunduklarını yeterince açıklıyordu. Kendi hayat tarzının tehlikede olduğu söyleminden hareketle, “öteki” gördüğü herkesi sindirmeyi, yıldırmayı ve mümkünse yok etmeyi meşru müdafaa sayan yasakçı zihniyet; 2007 yılı süresince ortaya koyduğu söylem ve eylemlerle, nasıl bir ülkede yaşadığımız gerçeğini tüm açıklığıyla gözler önüne seriyordu.

2007 yılında ‘başörtüsü yasakçılarının maskesi düştü ve sistemin çirkin yüzü tüm çıplaklığıyla meydanlara çıktı! Başörtüsünün anlam ve değerini bilmeyen bir bakış açısı, yaşananları açıklamakta güçlük yaşayabilir. Başörtüsünün dini ve siyasal bağlamını atlayarak, konuyu bir insan/kadın/eğitim hakkı sorununa indirgeyenler; yasağın çok sınırlı şartlar altında kaldırılmasına dahi gösterilen öfkeyi ve sert tepkileri ‘aşırı’ olarak nitelendirebilirler ama bu aşırılığın neden kaynakladığını tam olarak anlamlandıramaz. Başörtüsünü salt geleneksel bir örtünme biçimi algılayanlar ya da ona belirli bir hayat tarzının kısmi bir parçası gibi bakanlar, başörtüsünün hakiki anlamıyla neyin simgesi yada göstergesi olduğunu layıkla kavrayamayabilir. Böyle bir vasatta, kız öğrencilerin başındaki örtünün neden ve nasıl bir rejim sorunu haline gelebileceği şüphesiz tuhaf bir konu gibi değerlendirilecektir, fakat durum hiç de göründüğü gibi değildir.

Başörtüsüne karşı şartlı ve sınırlı bir özgürlüğe dahi soğuk bakan ve buna karşı direnç oluşturan yasakçı zihniyet; konuyu bir rejim bunalımına dönüştürmekte haklıdır. Çünkü ortada gerçekten böyle bir sorun vardır. Başörtüsü yasağının sebep olduğu durumu ortaya bu netlikte koyamadığımız sürece, tartışma; salt hak mücadelesi zemininde algılanacak ve çözüm yolları konusunda ortaya koyulan fikir ve öneriler de, nihai bir sonuca varmayacaktır. Mevcut durumu değiştirmek için sorunu her yönüyle ve cesaretle konuşmanın zamanı gelmiştir; zemini ise güçlendirilmeyi beklemektedir.

Başörtüsü sorununu anlamak, ülkedeki asker-iktidar ilişkisini tartışmayı, sistemin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le yüzleşmeyi kaçınılmaz olarak gerekli kılar. Aksi takdirde, sistemde iktidarı elinde tutma mücadelesi veren silahlı bürokrasinin, başörtüsü karşıtlığının nedenleri yeterince anlaşılamaz. Burada, askeri iktidar için başörtüsünün, darbelerle ve muhtıralarla ayakta tutmaya çalıştıkları düzenin ‘bir gün iflas edeceği kaygısının’ müşahhaslaştığı bir sembol olduğu ifade edilebilir.

* * *

Bilindiği gibi, yukarıdan dayatmacı politikalarla, toplumu kendi çizdiği kırmızı çizgiler ve kurallar içinde tutmaya çalışan mezkur yapı; askeri bir darbe sonucu kurduğu yeni düzenin kurtuluşunu; ‘ümmetten ulus yaratma’ projesine bağlamıştı. ‘Tek dil, tek bayrak, tek vatan, tek millet’ formülasyonunu hayata geçirme çabalarının önündeki en büyük engellerden biri ise elde kalan coğrafyadaki insanların çoğunluğunun kendilerini tanımlarken İslam’ı referans kabul etmesiydi. ‘Laik’ bir düzen için ‘dinin belirleyiciliği/egemenliği’ ciddi bir sorundu, özellikle de bu din, İslam gibi hayatın her alanına doğrudan nüfuz eden ve onu her yönüyle kuşatan bir Din ise...



Konu, ilk zamanlarda sistemin kurucu unsurları tarafından bir eğitim sorunu olarak telakki edildi. Toplumun kendisini dini referansla tanımlaması, ‘cahil bırakılmışlık’ ve ‘geri kalmışlık’ gibi kavramlar çerçevesinde değerlendirildi. Eğitimde laik ve pozitivist bir ‘aydınlanma’ projesini önemseyen cumhuriyet rejimi; bu vesileyle yeni kuşakların devletin resmi ideolojisi ışığında yetişmesini hedefliyordu. Beşeri bir ideoloji olarak Kemalizmi, kurulmak istenen ‘Türk ulusu’nun yeni dini kabul edenler, bunun toplum tarafından da benimsenebileceğini umuyordu.

Toplum ise rızası olmadığı anlaşıldığında kendisine karşı zora ve şiddete başvurmaktan çekinmeyen yeni düzene karşı mesafeliydi. Dini ya da kavmi kimliğini yok sayan, onu yasaklayan ve baskı altında tutan bir yönetim biçimini kabullenmesi kolay değildi. Bu sebeple, yeni düzen; kendisinde neye karşı çıktıysa, onu daha çok sahipleniyordu. Safların ve sınıfların ayrıştığı bu süreçte, İslami değerler ve bu değerlere atıf yapan tüm semboller, aslında rejimi savunmanın ya da rejime karşı çıkmanın argümanları olmaya başladı.

Kadınların kılık-kıyafeti, en başından beri bu tartışmaların odağındaydı. Batılılaşmaya ve sekülerleşmeye niyet edenler, bu öykünme projesinin hayata geçirilmesindeki en büyük engel gördükleri İslami aidiyeti çözebilmek için, özellikle kadınların örtüsünü çözmeyi gerekli/kaçınılmaz şart olarak görüyordu. Şüphesiz bu jakoben yaklaşım, izlenen politikaların yüzeyselliğini ve şekilciliğini ortaya koyması açısından manidardır.

‘Batılı kadın’ imajını, ‘başı açık olma hali’yle özdeşleştirenler; kendi kurguladıkları projenin bu imajı hayata taşımasını önemsiyordu. Fakat amaçları, çok dar bir çevrede hayata geçirilebildi. Böylece yeni düzeni sahiplenip, iktidarın imkanlarından/imtiyazlarından faydalanan seçkin kesimle, toplum arasındaki makas giderek açılmış oldu. Kadınların örtüsü veya örtüsüzlüğü ise ayrışmanın simgeselleşmesi kabul edildi. Başörtüsünün ayrıştırıcı özelliği bir bakıma bu zeminden beslendi; kendi hayat tarzını Kemalizm’e referansla şekillendirenler ve İslam’ı referans alanlar... Bu ayrım aynı zamanda yönetim sınıfını oluşturan iktidar seçkinleriyle, yönetilen sınıfını oluşturan ‘öteki’ unsurlar arasındaki farklılaşmaya da işaret ediyordu.

Başörtüsünü, yeni düzenden geriye dönüş niyetinin bir ifadesi kabul eden iktidar seçkinleri; kısa bir süre sonra, laik-pozitivist eğitimle, dinin hayattan uzaklaşması arasında doğru bir orantı kurmanın pek de geçerli olmadığı gerçeğini fark etmeye başladılar. Üstelik toplum, 1950’lerden sonra yayılan İmam-Hatip okullarıyla birlikte, eğitim sistemi içinde kendisine bir alan açma arayışına da girmişti. Bu kaygı verici bir gelişme kabul edildi ve eğitimle razı edilemeyen toplum, baskı ve yasaklarla kontrol altında tutulmak istendi. Fakat şehirleşme sürecinde, Kemalist ideolojinin geniş bir tabana yaslanamadığının emareleri ortaya çıkmaya başlıyordu.

Bu noktada, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın 1967 yılında başörtülü olarak İslam tarihi dersine girmesi anlamlı bir aşamaya işaret eder. O güne kadar başörtüsünü ‘cahil köylü kadın’ imajının değişmez unsuru kabul edenler, eğitimle bu imajın ortadan kaldırılacağı öngörürken, artık yüksek öğrenimde okuyan bir talebenin bunu başını açmadan gerçekleştirme talebiyle yüzleşilmek zorunda kalınır. Yaşanan olay başka bir açıdan, egemenlerin paradigmasının iflasına işaret etmektedir ve o dersin hocasının ağzından çıkan sözler; bu iflası geciktirmek isteyenlerin yıllar boyunca hangi yönteme başvuracağının da ifadesi olur: “Ya başını aç ya da dışarı çık!”

Babacan’ın ne başını açmak ne de dışarı çıkmak istememesi, belirli bir gerilimin konusu olur. Başörtüsü, yeni düzene kolayca ayak uyduranları germektedir; çünkü hayali bir modernlik projesinin köksüzlüğünü açığa vurmaktadır. Üniversiteye giren başörtüsü, toplumsal hayattan kovulmak istenen dinin “geri dönüşü”nü simgeler. Kemalizmin istediği kadın tipi yerine, İslam’ın inşa ettiği kadın kimliğinin baz alınmasını gösterir ve şüphesiz bu durum hem iktidar seçkinlerini hem de yeni düzene uyarak hak etmedikleri yerlere hızlıca varan zümreleri rahatsız eder.

Rahatsızlığın dışavurumu baskı ve şiddete başvurmadır. 60’lı yılların sonunda ve 70’li yıllarda, kimi okullarda, derse tesettürlü kız öğrencilerin başörtüleri ve mantolarını parçalanır ve öğrenciler okullardan kovulmaya başlanır. 1971’de Isparta İmam Hatip Okulu’nda Matematik öğretmeninin okul bahçesinde gördüğü tesettürlü öğrencinin başörtüsünü çekip yırtması, bu olayların tipik bir örneğidir.

80’li yılların üniversitelerdeki başörtülü öğrencilerin sayısında artışın yaşandığı bir dönem olması; askeri bir darbeyle toplumsal ve siyasal hayata bir kez daha fiili müdahalede bulunan silahlı bürokrasiyi endişelendirir. Despotik ve militer yönetim anlayışının ürünü olarak ortaya çıkan Yükseköğrenim Kurumu (YÖK); başörtüsünü dini bağlamından kopararak, kılık-kıyafet sorununa dönüştürmeyi ve kendi elleriyle ortaya çıkardığı bu sorunu; ‘türban’ gibi suni bir örtünme biçimine dayanarak çözmeye çalışır. Tesettürün gayesini ortadan kaldırarak, başörtüsüyle ‘din’ arasındaki ilişkiyi örtmeye yönelik bu hamle elbette sonuçsuz kalacaktır. Kemalist ideolojinin, Müslüman kadınlara kılık-kıyafet biçme çabası bir kez daha boşa çıkacaktır.

‘Türban’ı başörtüsüne tercih etmemenin karşılığı, rejimin klasik yaklaşımına maruz kalmak olur: Dönemin hükümeti tarafından YÖK Yasası'na getirilen “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir” değişikliği, 80 darbesini gerçekleştirenlerin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilir. Bu iptalin gerekçesi ise daha sonraki yıllarda hukuksuz bir biçimde, başörtüsü yasağının dayanağı kılınır.



I. ‘Din’ vs. ‘Kemalizm’

Anayasa Mahkemesi’nin yorumları, bir bakıma o güne kadar yaşanan tartışmaların hangi zeminde değerlendirildiğini göstermesi açısından kayda değerdir. Mahkeme, konuyu hukuki değil siyasi bir sorun olarak değerlendirmiş, konuyu kanuni görevi gereği teknik açıdan değil, ideolojik görevi gereği siyasal açıdan incelemiştir ve buna uygun davranarak, her defasında başörtüsünün yasaklanmasını savunmuştur. Mahkemenin kararında yer alan “Türkiye Cumhuriyetinde sadece belli bir dini inançta bulunan kesimin yıllardır oluşturmak istediği Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı yaşam biçimi benimsedikleri kılık ve kıyafetle simgelenmekte ve böylece toplumda ayrı bir yeri ve kamplaşmayı ortaya koymaktadır.” ifadeleri, başın dini bir gerekçeyle örtülmesinin Kemalizm’in hedeflediği ‘yaşam biçimi’ne aykırı olduğunun hukuki itirafı niteliğindedir.

Mahkeme kararında ‘başörtüsü’ ve ‘türban’ kelimelerinin beraber zikredilmesi; meselenin devlet mercilerince sembol olarak tanımlanan belirli bir örtü biçimiyle değil, örtünmeyi gerekli kılan ‘islam’ ile ilgili olduğuna işaret etmektedir. Nitekim, kararda yer alan şu ifadeler, meseleyi izah etmektedir: “Atatürk'çü lâiklik anlayışı, 1925 tarihli Kararnamede de yer aldığı gibi, çağdaş giyimi benimseyen, kapalı yerlerde başın örtülmemesini ve kapalı tutulmamasını öngören bir düşünce biçimini de ortaya koymaktadır. Yapılan düzenlemede, Yükseköğretim kurumlarında çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmanın zorunlu olduğu vurgulandıktan sonra, dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılmasının serbest bırakılması, çağdaş kıyafet ve görünümden duraksamada bulunmaksızın sapmadan başka bir şey olmayıp, bu dahi kendi içinde çelişki yaratmaktadır.

Çağdaş kıyafet ve görünüm, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin atıldığı ilk yıllarda belirlenmiş olup, bugüne değin Resmi Daireler yönünden başörtüsü ve türban çağdaş giyim olarak kabul edilmemiş ve değer görmemiştir. Bugün için, yukarıda açıklanan ilkelerden ayrılmayı ve laiklikten, çağdaş kılık ve kıyafetten dolayısıyla muasır medeniyetlerin benimsediği görüş ve düşünüş biçiminden ödün verilmesini gerektiren hiçbir haklı neden ve kamu yararı bulunmamaktadır.”

Karardan anlaşılacağı üzere; başörtüsü, basit bir kılık-kıyafet sorunu ya da eğitim hakkının ihlali değil, bizatihi devletin resmi ideoloji kabul ettiği Kemalist ideolojiye, bu ideoloji çervesinde kurmak istediği ‘görüş, düşünüş ve yaşam biçimine’ ilişkin temel bir sorundur. Kararın diğer bir boyutu ise, Kemalizm ve ‘Din’ kendi özelimizde “İslam” ilişkisine dair taşıdığı ifadelerle ortaya çıkmaktadır. Kemalist ideoloji, dine-islam’a karşı kendisini konumlandırırken, inkarcılıktan ziyade müdahaleciliğe daha yakın durur. Kendi hayat tarzını dayatma çabaları sonuç vermediğinde, dini-islami hayat tarzına müdahale ederek, onu tanımlamayı ve kontrol altında tutmayı tercih eder. Böylece “Din’in -İslam”ın tanımı da, nasıl yaşanacağı da bu ideolojiye göre şekillendirilmek istenir.

İktidar seçkinlerinin ideolojik aygıtı olan Anayasa Mahkemesi, verdiği kararda bu görevi ifa etmekten çekinmemiş ve başörtüsünün ne olması gerektiğine de hükmedebilmiştir. Buna göre, “Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki inanış olgusudur. Kişinin iç-inanç dünyasının düzenleyicisi olan dinin, devlet işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle, hukukun yerine geçerek yasal düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması düşünülemez.” Görüldüğü gibi, Mahkeme, ‘Din’in ne olması gerektiğini tanımlamakta beis görmemektedir. Kemalist ideoloji için ‘din’ ancak vicdanlarda kaldığında makbuldür. ‘Çağdaş değerlerin’ yerine geçmesi düşünülemez!

Mahkeme, kararda ‘Din’e ilişkin başka bir tanım daha vererek, ‘yasa koyucu’ olarak bir bakıma ‘tanrı’ya oynamaktadır: “Dinler, doğaları gereği lâik değillerdir. Ancak lâikliğe karşı olmaları da zorunlu değildir... Her tür aşırılık, bağnazlık ve zorlamaya uzak kalmayı, kolaylık ve ölçülülüğü öngören İslâm dini, zamanı gelişmeleri, koşulları gözetmeyen, akla dayanmayan yorum ve değerlendirmelerden kaçınmayı gerektirir.” Kemalist ideoloji, dini kendi amaçlarına uygun biçimde tanımlayarak, başörtüsünü ‘çağdışı’ olarak nitelendirmekte, böylece onun kendi tanımladığı haliyle dine de aykırı görmektedir.

Başörtüsü yasağı, Kemalist ideoloji ile Din arasındaki iktidar mücadelesinin sembolüdür. Nitekim konunun, özü itibariyle ‘egemenlik’ sorunu olduğu, Anayasa Mahkemesi’nce de kabul edilmektedir: “Din kurallarının kaynağı Tanrı'dır. "İlâhi istenç, (irade)" tanrı buyrukları, din kurallarının başlıca dayanağıdır. Hukukun kaynağı ise, hukuku yaratan istenç olarak kendi ulusunun istencidir. Din, ulustan kaynaklanan bir değer olmadığından temelini ulusal istencin oluşturduğu bir düzende hukuk kaynağı sayılması olanaksızdır. Egemenliğin ulusta oluşuna dayanan hukuk düzeniyle tanrısal buyruklara dayalı ilâhi istenç arasında ilişki kurulamaz. Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp hukukla sürdüren devlettir. Egemenlik insana dayalıdır.”

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararına dair sayfalar dolusu eleştiri yazılabilir, fakat tüm bu yazılanlar, nihai noktada aynı sonuca ulaşacaktır. O sonuç şudur ki, yasağın kaynağındaki temel çatışma; yeni düzene egemen olacak yönetim ve yaşam biçiminin Allah’ın gönderdiği dine göre mi, yoksa devletin resmi ideolojisine göre mi şekilleneceği sorusunun cevabından ileri gelmektedir. Devletin bu konudaki tercihi, karardan yapılan aşağıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi açık ve nettir:

Gelişmek ve ilerlemek için durağan din kurallarına değil insanlığa ayak uydurmak, akla ve bilime öncülük tanımak gerekir. Siyasal düzenlemelerin kaynağı hukuk, dayanağı Anayasa'dır. Başka kaynak ve dayanak aranamaz. Hukuksal düzenlemeler dünya işidir, din işi değildir. Bu nedenle incelenen madde, içeriği bakımından hukuk devleti ilkesine bağdaşmamaktadır. Yasalar dinsel temele oturtulamaz. Egemenliğin bağsız koşulsuz ulusta olması ilkesi, dinde olmadığının kanıtıdır. Cumhuriyet, ulusal egemenliğin hukuksal biçimi olduğundan dinsel olguların etkisi dışındadır...

Çağdaş bir görünüm taşımayan başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan ötede bir ayrım aracı niteliğindedir. Şimdiye kadar başörtüsü kullanmadan yükseköğretim kurumlarını bitirmiş bayanlarla şimdi yükseköğretim kurumlarında bulunan bayanları dine karşı ya da dinsiz göstermek için kullanılma olasılığı da kaçınılmazdır. Çağdışı bir görünüm veren bu durumun giderek yaygınlaşması Cumhuriyet, devrim ve lâiklik ilkesi yönünden sakıncalara da açıktır. Demokrasiden yararlanarak lâikliğe karşı çıkışlar din özgürlüğünün kötüye kullanılmasıdır. Dinin birleştiriciliğine, hoşgörüsüne, inandırarak benimsetme özenine aykırı yanlış yorum ve değerlendirmelere dayalı bölücülükler, dinden soğutmaya neden olacak tutumlar din saygısıyla da bağdaşmaz.

Türk Devrimi temeline oturan ve bu yapıda lâiklik ilkesine özel bir önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşın lâiklik ilkesini özenle korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamıştır. 174. maddede korunan lâiklik ilkesiyle bu madde kapsamındaki devrim yasalarının amaç, erek ve içeriklerinin öngördüğü nitelikleri göz ardı ederek dinsel inanç gereğine dayalı bir düzenleme getiren dava konusu kural, Anayasa'nın 174. maddesine de aykırıdır.”

* * *


Yasakçı zihniyetin ana hatlarını ortaya koyan bu bakış açısının halen geçerli olduğunu ortaya koyan somut bir örnek ise Meclis’te 411 oyla değiştirilen Anayasa’nın 10’uncu ve 42’nci maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne verilen dava dilekçesi oldu. Bu dilekçede, yasakçı zihniyetin siyasal simge olarak tanımladığı ‘türban’a değil, bizatihi dini amaçlı her türlü örtünmeye karşı çıkıldığı açıkça ifade edildi.

Dava dilekçesinde, düzenlemeyle yükseköğretimde her türlü kıyafetin "türban, dini amaçlı örtünme, dini ve siyasi üniforma dahil" serbest bırakılması eleştirilirken; dilekçede yer alan "Dinî inanca dayalı örtünme, benimsenen dini gösteren kıyafetler giyebilme özgürlüğü, benimsenen dinî inancı gösteren giysiler aracılığı ile toplumda ayrışmalara neden olabilir" gibi ifadeler, "başörtüsü-türban" gibi suni bir ayrımın gerçekte var olmadığı ve karşı çıkılanın Din'in bizatihi kendisi olduğuna somut bir kanıt teşkil etti. İtirazın özünü, başörtüsünün Kemalist ideolojiye aykırılığı tezi teşkil ediyordu.

Dava dilekçesinde, yapılan düzenlemeye yönelik itiraz gerekçeleri incelendiğinde; savunulan düşünceler ve ortaya atılan tezler, resmi ideoloji muhafızlarının başörtüsünün simgelediği İslam’a karşı bakış açılarını deşifre etmekte, kamuoyu önünde ‘laiklik, irtica, siyasal simge’ adı altında verilen mücadelenin temelde islam’a karşı yürütüldüğünü göstermektedir. Bu sebeple, Meclis’in yaptığı değişiklik ile başörtüsüne üniversitelerde getirmeyi amaçladığı kısmi serbestliğe karşı açılan iptal davasındaki başvuru dilekçesinde yer alan şu ifadelerin dikkatle incelenmesi gerekmektedir.

1) "Dinî örtünme amaçlı kıyafetlerin giyilmesinin sınırsız, koşulsuz serbest bırakılması halinde, bu tür kıyafetlerin giyilmesi, kamu yönetiminde ve toplumsal yaşamda ayırımcılığı davet edebilecek; bu tür kıyafetleri giyenlerin giymemeyi tercih edenlere yönelik bir etkileme, baskı, dayatma ve tehdit unsuru haline gelebilecek; örtünen–örtünmeyen, inançlı–inançsız, Müslüman olan–olmayan şeklinde din eksenli ayrışmalar, kutuplaşmalar ve bunlara bağlı olarak kamu düzenini ve huzurunu tehdit edecek gerginlikler ve çatışmalar ortaya çıkabilecektir."

2) "Dinî inanca dayalı örtünme, benimsenen dini gösteren kıyafetler giyebilme özgürlüğü, benimsenen dinî inancı gösteren giysiler aracılığı ile toplumda ayrışmalara neden olabilir ve toplum kesimlerinin ve bireylerin giysilerinden kendileri ile aynı inancı paylaşmadıklarını anladıkları kimseler üzerinde baskı kurmalarına; birbirlerinin din ve inanç özgürlüğünü zedeleyici, engelleyici davranışlarda bulunmalarına hatta kendi inançlarından olmayanları dışlamalarına yol açabilir."

3) "Lâiklik, Atatürk ilke ve inkılâplarının en önemlisidir… Türkiye için lâiklik anlayışı tarihsel gelişimi nedeniyle özellik taşımakta, Anayasa ile benimsenen yapısıyla, batıda ayrı biçimde ele alınsa da, özenle korunması zorunlu bir ilke olarak yaşatılmaktadır... Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, devlete dinsel hak ve özgürlükler üzerinde denetim yetkisi tanıma, lâiklik ilkesinin gereği olarak anlaşılmaktadır… Gerçekte lâiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye'nin modernleşme felsefesi, insanca yaşama yöntemidir, insanlık idealidir…

Başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi, bir ayrıcalıktan ötede bir ayrım aracı niteliğindedir. Şimdiye kadar başörtüsü kullanmadan yükseköğretim kurumlarını bitirmiş bayanlarla şimdi yükseköğretim kurumlarında bulunan bayanları dine karşı ya da dinsiz göstermek için kullanılma olasılığı da kaçınılmazdır. Çağdışı bir görünüm veren bu durumun giderek yaygınlaşması Cumhuriyet, devrim ve lâiklik ilkesi yönünden sakıncalara da açıktır...

Bu hususlar çerçevesinde, 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2'nci maddelerinde yapılan düzenlemeler incelendiğinde, "dinî gereğe dayalı" sözcükleri kullanılmasa ve dolaylı bir biçimde tanınmış olsa da, dinî amaçlı ve dinî gereğe dayalı örtünmeyi ve giysileri de kapsayacak biçimde getirilmiş olan kıyafet serbestisinin Anayasanın Başlangıcında yer alan lâiklik ilkesine aykırı düşeceği görülmektedir."

4) "1 ve 2'nci maddelerde yapılan düzenlemeler herhangi bir sınırlama ve koşul getirmeksizin her türlü kıyafete serbestî tanımakla, kamu düzenini, toplum huzur ve sükûnunu tehlikeye atmaktadır… 2596 sayılı Kanunun ve kıyafet devriminin amaçları ile bağdaşmayan böyle bir durumun da "Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılık" ve "çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma azmi" hususlarına aykırı düşeceği açıktır."

Dava dilekçesinde özetini sunduğumuz bu itiraz gerekçeleri, Anayasa Mahkemesi'nin 1989 yılında aldığı kararın gerekçesinden uzun alıntılarla desteklendi. Dilekçede, "1’inci ve 2’nci maddelerle dinî amaçlı örtünmeyi de kapsayan bir kıyafet özgürlüğü getirildiğinin ve bu düzenlemeden yararlanılarak türban, dinî kıyafet ve simgeler dahil her türlü kıyafet ilköğretimden yükseköğretime, öğretim hizmetlerinden yararlanma bağlamında herhangi bir engelle karşılaşmadan yayılabileceği"nin altı çizilerek, bunun ‘laikliğe ve Atatürk ilke ve devrimlerine’ aykırı olacağı vurgulandı.

İtiraz gerekçelerini değerlendirdiğimizde ortaya çıkan sonuç bellidir: Yasakçı zihniyet, kamuoyuna verdiği demeçlerdeki 'türban, siyasi simgedir' sözlerine rağmen, gerçekte 'dini amaçlı örtünmeye' de karşıdır, örtünme emrinin kaynağı olan İslam'ın kendisine de!

Tüm bunlar göstermektedir ki Kemalizm seçkinci silahlı - silahsız bürokrasi tarafından dogma olarak sahiplenilmiş, halkı yönetmede , adaleti ve insan mutluluğunu sağlamada bir yönetim biçimi olarak değil ,herkesin iman etmesi ,şefaatine sığınması , önünde eğilmesi ,gerekirse canını feda etmesi gereken bir “Din” haline getirilmiştir.

Tartışmanın bu denli keskin olmasının sebebi dönüp dolaşıp insanları İslam ile Kemalizm arasında bir tercih yapmaya zorlamasından kaynaklanmaktadır.

Dindar halk kesimi belki Kemalist bir islama rıza gösterebilecektir lakin ilginç olan Kemalistlerin kesinlikle kemalizme şirk kabul etmemeleridir!



II. 28 Şubat Sürecinde Başörtüsü Yasağı

28 Şubat süreci, toplumsal ve siyasal hayata yönelik askeri bir darbeydi ve etkisini eğitim alanında da somut olarak gösterdi. Bu sürecin en belirgin öğesi ise şüphesiz başörtüsü yasağıydı. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında alınan ‘tavsiye’ niteliğindeki kararlar, başörtüsü üzerinden İslam’a karşı “topyekün savaş”ın yeni bir aşamasıydı. MGK’nın “Kılık-Kıyafet Kanunu’na aykırı olarak ortaya çıkan uygulamalara kesinlikle mani olunmalı” şeklindeki tavsiyesi, ANASOL-D Hükümeti ve Yükseköğrenim Kurulu (YÖK) tarafından emir telakki edildi.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in atadığı Kemal Gürüz komutasındaki YÖK, 1998 Şubatında yayınladığı genelgeyle, başörtülü öğrencilerin kampüslere sokulmaması konusunda rektörleri tehditvari bir üslupla uyardı. Akabinde ise medya mensuplarına ve hukukçulara verilen askeri brifingler, üniversite rektörlerine de verildi. “İrtica” brifinglerinde “başörtüsünün rejime karşı büyük bir tehdit” olduğu vurgulanıyor ve yasağın tavizsiz biçimde uygulanması isteniyordu. Uyarıları derhal dikkate alan ve üniversitesinde başörtüsü yasağını 28 Şubat süreci boyunca en katı biçimde uygulayan rektörlerin başında İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu geldi. Kendisi, başörtüsü yasağının en faşizan uygulamalarında biri ikna odalarının da mucitlerindendi. Alemdaroğlu ve yardımcısı Nur Sertel'in icat ettiği bu zorba uygulamada, kayıt yaptırmaya gelen başörtülü öğrenciler, arkadaşları arasından ayrılarak, başlarını açmaları yönünde psikolojik işkenceye maruz kaldıkları “ikna odaları”na alındılar. İkna olmayanlar, üniversiteye kayıt yaptıramadı ya da eski öğrenciyseler, okuldan atıldılar.

Kariyerini bilimsel “intihal” suçuna borçlu olan Alemdaroğlu, 28 Şubat sürecinde başörtüsü yasağında rektörlerin fonksiyonunu gösteren tipik bir örnekti. Bilimsel açıdan yetersizliğini resmi ideolojinin savunuculuğunu yapmakla kapatmaya çalışan ve kampüsü kışlaya çevirmekle maruf rektör Alemdaroğlu, bu sayede yaptığı onca haksız, usulsüz ve hatta illegal uygulamadan ceza almadan kurtulabildi. Gürüz ve Alemdaroğlu ikilisinin, rektörleri “akademisyen” değil resmi ideolojinin “militan”ı olmaya zorlayan yaklaşımları, 28 şubat süreci içinde YÖK için bir temayül haline geldi ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de atamalarında bu temayülü pekiştirdi.

İstanbul Üniversitesi’ndeki baskıcı politikalar sadece öğrencilere yönelik değildi. Alemdaroğlu tarafından öğretim üyeleri içinde ciddi baskı mekanizmaları kuruldu. Rektörlük sıfatını krallıkla değiştiren ve işi öğretim görevlililerinin tırnaklarını kontrole kadar vardıran Alemdaroğlu, yönetimdeki kişilerin yetkileri ve akademik kariyerleri üzerinde keyfi uygulamalar yaparak, onları önce istifaya zorladı, daha sonrasında ise kendisinin baskıcı ve totoliter yönetimine muhalefet eden idareci ve akademisyenleri görevden uzaklaştırdı.

Beğenmediği kürsüyü kapatan, 220 bin kitabı kağıt yapılması için SEKA’ya gönderen, kendisini “cumhuriyeti, laikliği, Atatürkçülüğü savunan vatansever” bir rektör olarak tanıtarak tüm uygulamalarını meşru gibi gösteren, öğrenciler hakkında soruşturma açtırarak onları okuldan atan, öğretim üyelerinin sicilleriyle oynayan, kampüsteki kedileri zehirleten, kızdığı akademisyenlerin kitaplarını toplatan ve hatta internet bağlantılarını kesen, atamalarda yaptığı torpiller ayyuka çıkan Alemdaroğlu, 28 Şubat sürecindeki uygulamaları ile hakkında açılan onlarca davaya ve soruşturmaya rağmen, o dönemde herhangi bir cezaya uğramaması 28 Şubat hukukunun ne anlama geldiğini de özetlemiştir.

1998 yılındaki başlayan baskıcı ve yasakçı uygulamalar sadece İstanbul Üniversitesi ile sınırlı kalmadı. YÖK’ün 1998 yılına ilişkin değerlendirme raporu açıklandığında, darbenin akademideki ilk etkileri de anlaşılıyordu. Buna göre başörtüsü yasağına uymadıkları gerekçesiyle 637 öğrenci okuldan uzaklaştırılmış ve 1579 öğrenci uyarılmıştı. 1017 öğrenciye kınama cezası verilmiş, 1006 öğrenci hakkında sürdürülen soruşturmaların nihai kararları 1999 yılına sarkmıştı. Ayrıca disiplin yönetmeliğine aykırı davrandıkları gerekçesiyle de 25 öğretim görevlisi ve idari personel, üniversite öğretim üyeliği mesleğinden veya kamu görevinden çıkarılmış, 91 akademisyene aylıktan kesme, 140'ına kınama, 216’sına uyarma, 9'una da kademe ilerleme cezası verilmişti. 57 üniversite personeli hakkında açılan soruşturmalar ise 1999 yılına sarkmıştı.

28 Şubat sürecinde YÖK’ün başörtüsü yasağı konusundaki katı uygulamaları sadece öğrencilerin kampüslere başörtülü girmesini engellemeye yönelik değildi. YÖK, 1998 ÖSS ve ÖYS başvurularında, başörtülü fotoğrafı kabul etmeme kararını genişleterek, ÖSYM’nin yükseköğretim kurumlarına öğrenci alımıyla ilgili olarak yaptığı bütün sınavların başvurularında “başörtüsüz fotoğraf” koşulu getirdi. Bu Lisansüstü Eğitim Sınavı (LES), Tıpta Uzmanlık Sınavı (TUS), Yabancı Öğrenciler Sınavı’nda da geçerliydi. YÖK’ün 28 Şubat sürecinde “kılık-kıyafet yönetmeliği” vurgusuyla getirdiği bu uygulamanın gerçekte neye yönelik olduğu geçen yıl daha net ifade edildi. KPDS 2006 için hazırlanan kılavuzlarda doğrudan “başörtüsü” ibaresi yer aldı ve başörtülü adaylar için şu uyarı yapıldı: “Başı örtülü adaylar sınava alınmayacaktır, alınsa bile sınavları geçersiz sayılacaktır.”

YÖK’ün başörtüsü yasağını 28 Şubat ruhuyla sürdürmek istediğini gösteren diğer bir uygulama ise yine 2006’da başlatılan “kabinde fotoğraf” uygulamasıydı. Halen sürmekte olan bu uygulamayla; başvurularda, ÖSYM, adayların fotoğraflarının başvuru merkezi görevlilerince çekilmesine başladı. Alemdaroğlu’nun “ikna odaları”nı çağrıştıran uygulama için ÖSYM, başvuru merkezi görevlilerini 2 günlük eğitime tâbi tuttu ve görevlilileri “Öğrencilerin fotoğraflarını çekerken özellikle başlarının açık ve sakalsız olmalarına dikkat edin. Başörtülü veya sakallı olarak gelen öğrencilerin fotoğraflarını çekmeyin. Başörtülü öğrencilerden başlarını açarak fotoğraf çektirmelerini isteyin. Peruk takmak isteyen öğrencilerin de fotoğraflarını çekmeyin,” şeklinde uyararak, 28 Şubat sürecindeki hassasiyetlerini muhafaza ettiklerini ortaya koydu.

28 Şubat darbesi sonrasında askeri brifinglerle başlayan başörtüsü yasağı, süreç içinde tüm devlet ve vakıf üniversitelerinde uygulanmaya başladı. Yasağı uygulamaya yanaşmayan rektörler görevden alınırken, kılık-kıyafet genelgesine uymadığına inanılan özel üniversiteler kapatılma tehdidiyle karşılaştı. Öğrenciler ve öğretim görevlilileri bu süreçte bir çok soruşturma geçirdiler ve genellikle en ağır cezaları aldılar. Bu hukuksuz uygulamalara karşı açılan davalar ise brifinglendirilen yargı mensuplarınca geri çevrilmiş, davaları kabul edip mağdurlar lehinde karar veren hakimler ise genellikle soruşturma ve sürgün ile baskı altına alınmıştır.

Akademiyi tamamen resmi ideolojinin kışlakları haline getiren YÖK, 28 Şubat sürecinde eğitimi, öğrenci ve öğretim görevlilerini tamamen baskı altında tutarak, bugün yaşanan birçok sorunun kaynağı haline gelmiştir. Akademisyen başına yarım makalenin düştüğü, bilimsel projelerin yürütülemediği, hak ve özgürlük taleplerinin dillendirilmediği üniversiteler, devletin ideolojik aygıtı olma misyonunu en sert uygulamalarla yerine getirmiştir.

Anayasa’da yapılan değişiklikle yasağı üniversitelerde aşmaya yönelik adımların, rektörler tarafından ısrarla savunulması, 28 Şubat ruhunu yaşatma çabasından başka bir anlam ifade etmemektedir. YÖK Başkanı’nın değişmesiyle, sistem başka bir ideolojik aygıtı devreye sokmuş ve mücadelesini Üniversiteler Arası Kurulu aracılığıyla yürütmeye başlamıştır.

8 yıllık kesintisiz eğitim 28 Şubat sürecinin en önemli uygulamalarından biriydi. Zorunlu temel eğitimin 8 yıla çıkarılması Milli Güvenlik Kurulu kararlarının neticesiydi ve özellikle “irtica”ya karşı “laik” bir eğitimin ancak böyle bir temel eğitimle sağlanabileceği havası estiriliyordu. 17 Ağustos 1997’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilip 1997-98 döneminde yürürlüğe giren “8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu” eğitim sürecinde darbelerin yönlendiriciliğini bir kez daha ortaya koyarken, askeri vesayetin devam ettiğinin de somut bir göstergesiydi. Karar pedagojik araştırmaların ve bilimsel projelerin sonucunda, eğitime fayda getireceği gibi bir gerekçeyle alınmamıştı. Eğitim sisteminin böyle bir kararın sağlıklı biçimde uygulanabilmesine olanak tanıyan bir altyapısı yoktu, fakat emir açık ve netti, tartışma götürmezdi ve gereği yapıldı.

Amaç, eğitimde kaliteyi artırmak ve daha nitelikli bir eğitim sağlamak değil, imam-hatip okullarının ve din öğretiminin önüne geçmekti. Kesintisiz sekiz yıllık eğitim kararıyla imam-hatip okullarının orta kademesi kaldırıldı. Başörtüsü yasağı üniversite kampüslerinden imam-hatip liselerine taşındı. İmam-hatip öğrencilerine yönelik getirilen başörtüsü yasağıyla, 14-15 yaşındaki öğrenciler, okul kapılarında polis ile muhatap edildiler. Baskı oluşturmak amacıyla binlerce polis, okul kapılarını ve etraflarını kuşatmaya alarak, öğrencilerin başörtülü olarak okula yaklaşmalarına dahi izin vermedi.

Bu süreçte, okullara alınmayan öğrencilerin, kapı önündeki bekleyişlerine izinsiz gösteri yaptıkları gerekçesiyle müdahalelerde bulunuldu. Okul çatılarında konuşlandırılan keskin nişancılar; öğrenci ve veliler üzerinde psikolojik baskı oluşturdu. Başörtülü bir öğrencinin başını açmaya çalışan sivil polislerin fotoğraflandığı kare o dönemin baskıcı uygulamalarının en çarpıcı belgesi oldu.

Öğrenci ve öğrenci ailelerine yönelik çok sert ve küçük düşürücü muameleler, hakaretler ve haksız yere gözaltına almalar rutinleşirken, birçok gözaltı kayıtlara dahi geçirilmedi. 18 yaşına gelmemiş öğrenciler kelepçelenerek gözaltına alındı, polis araçlarına doldurularak okul etrafından uzaklaştırıldı ve bazen evlerinden, okullarından çok uzak yerlerde yol paraları dahi olmadan bırakıldı.

Yine bu süreçte, Milli Güvenlik Bilgisi derslerinin içeriği değiştirildi. MGB daha militer ve ideolojik bir ders haline getirildi. 28 Şubat ile birlikte, daha önce askerliğe ilişkin bazı bilgilerin aktarıldığı Milli Güvenlik derslerinin siyasal ve doktiriner öğeleri güçlendirildi. Derslere askeri üniformalarıyla giren subaylar, sosyal ve siyasal sorunlar karşısında öğrencilere resmi bakış açısını tek gerçekmiş gibi anlatmaya başladılar. Ders kitaplarında “iç güvenlik” ve “irtica” gibi konular, dönemin şartlarını yansıtan ifadelerle yer aldı.

Özellikle imam-hatip liselerinde bu derslere büyük önem verildi. İdareciler ve öğretmenler üzerinde baskı kuran subaylar, yasağın uygulanmaması halinde okulları kapatabileceklerini dahi söylediler; kız öğrencileri ise başlarını açmaya ya da okulu bırakmaya zorladılar. Bu durum bugün halen aynı sertlikte devam etmektedir.

28 Şubat sürecindeki askeri müdahalenin her alanda olduğu gibi eğitimde de ciddi sonuçları oldu. Eğitimde resmi ideoloji ve militarizm; ağırlığını daha şiddetli biçimde hissettirmeye başlarken, hukuksuz ve adaletsiz uygulamalar, on binlerce öğrenci, öğretmen, akademisyen ve ailelerinin haklarının gasp edilmesine yol açtı.

MGK kararları eğitimde, başörtüsü yasağı, imam-hatip liselerine yönelik katsayı engeli ve din öğretiminde yasaklar şeklinde ağır etkisini gösterdi. Bu sorunlar, birbirinden ayrıştırılamayacak kadar birbiriyle ilgiliydi ve süreç içindeki uygulamalar, darbe siyasetini takip edenlerin de duruma böyle yaklaştığını gösterdi.

Başörtülü öğrenciler üniversite kapılarından geri çevrildi, ikna odaları kuruldu. İkna edilemeyen öğrenciler okullardan uzaklaştırıldı. Başörtülü öğretmenler ya da eşleri başörtülü akademisyenler fişlendi, haklarında birçok soruşturma açıldı, müfettişlerin baskısına uğradı ve yıldırma operasyonlarından sonuç alınamadığı takdirde görevden atıldılar. Bu süreçte, öğrencilerin başörtülerine müdahale etmeyen, yasakçılıktan taraf olmayan akademisyenler de benzer haksızlıklara maruz kaldılar. Güvenlik güçleri, başörtüsü yasağını protesto eden öğrenci ve velilere çoğu zaman sert müdahalelerde bulundu. Kaç öğrenci, öğretmen ve akademisyenin başörtüsü yasakçılarının baskıcı uygulamaları neticesinde ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalındığı bugün dahi tam olarak bilinemiyor.

Yasak tüm şiddetiyle, tavizsiz bir biçimde sürdürülürken, her geçen gün yeni alanlara sıçradı. 28 Şubat sürecinin kuklaları, yasağı sürdürmek adına yaptıklarıyla, insan hayatını dahi önemsemediklerini ortaya koydu. İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun sağlık karnelerinde başörtülü fotoğrafları kabul etmeme genelgesi sonucu, 71 yaşındaki Medine Bircan’ın hayatını kaybetmesi, yasak vahşetinin en çirkin sahnelerinden biri oldu. Darbe kararlarıyla geçilen kesintisiz eğitim ile birlikte köy okullarının kapanması sonucu taşımalı eğitime başlandıktan sonra yollarda hayatını kaybeden öğrenci sayısı ise bilinmiyor...

Bilinen ise 28 Şubat sürecinin eğitimdeki sonuçlarının, bugünkü gerçeklerle yüzleşildiğinde daha net ortaya çıktığıdır. Okullarda ciddi bir dejenerasyon yaşanmaktadır. Suç işleme yaşı giderek düşmüş, okullar adeta birer şiddet yuvasına dönüşmüştür. Her geçen yıl artan şiddet oranları, her darbede adalet duygusunun daha fazla örselendiği bir ülkede neler yaşanabileceğini göstermektedir. Kimlik bunalımları ve yeni nesillerin uğradığı değerler kaybı, eğitim sisteminin iyileştirici bir vasfının kalmadığının izahı sayılmalıdır.

Resmi ideolojiyi belletmeyi ve bu coğrafyada mevcut farklı kimlikleri/inançları yok sayarak tek tip bir düşünce ve hayat biçimi inşa etmeye çalışan sistem, eğitime yüklediği ideolojik misyonu pekiştirmek adına her darbeden sonra gittiği değişiklikler ile eğitimin içeriğini daha fazla yozlaştırmıştır. Bu durum öğrenci ve öğretmenleri de baskısı altına almış ve okumayan, düşünmeyen, eleştirmeyen, ahlaki değerlerden yoksun, şiddete meyilli, kimliksiz ve kişiliksiz kayıp nesiller ortaya çıkmasında temel faktör olmuştur. 28 Şubat sürecinde toplumun kendi çocuklarını ilgilendiren eğitim konusunda taleplerinde ısrarcı olmaması, Müslümanların ise tevhidi bir bilinç ile direnç gösterememesi; bu süreçte yaşanan olumsuzlukların giderilememesiyle sonuçlanmıştır.



III. 2007 Yılında Başörtüsü Yasağı

Başörtüsü, 2007 yılı içinde tartışılan birçok önemli konunun odak noktasında kalarak, gündemin en çok tartışılan konusu oldu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, silahlı bürokrasinin muhtıralarla siyasete yaptığı müdahaleler, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, genel seçimler, ‘sivil’ anayasa yapma çabaları, Yükseköğrenim Kurulu’ndaki görev değişikliği vb. birçok konu, başörtüsünün oluşturduğu eksende tartışıldı. Bu gelişmeler, başörtüsü yasağını ‘yüzde bir buçuğun sorunu’ diyerek küçümseme gafletinde bulunanlara; sorunun gerçekte ne kadar büyük, köklü ve derin olduğu göstermesi açısından anlamlıydı. Başörtüsüne odaklanan tüm tartışmaların, yasakçı zihniyet tarafından aynı zamanda ciddi bir ‘rejim meselesi’ne dönüştürülmesi de, bu gerçeği pekiştirdi.

2007 yılındaki ilk tartışmalar, Çankaya Köşkü’ne çıkacak 11’inci cumhurbaşkanı adayının kendisinden ziyade eşinin başörtüsüne ilişkin yaşandığı görüldü. İsim açıklanmadan önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylık ihtimali varken de, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül aday gösterildikten sonra da, bu iki adayın liyakati, ehliyeti ya da sahip oldukları vasıflar değil; Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’ün başörtüleri tartışıldı.

1980 askeri darbesi sonrası sembolik bir değer kazanan; Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer dönemlerinde ideolojik aygıt olarak Kemalist sistem açısından önemi ve işlevselliği anlaşılan Cumhurbaşkanlığı makamına ‘eşi başörtülü’ birinin çıkması, bir ‘karşı-devrim’ çabası olarak değerlendirildi. Böylece Kemalist ideolojinin slogancılığını yapan bazı paramiliter örgütler, kitleleri mobilize ederek meydanlarda ‘başörtüsü’ üzerinden İslam karşıtlığı sergilediler.

27 Nisan 2007 gecesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden verilen e-muhtıra, tartışmaların askeri bir müdahale ile kontrol altına alınmak istenmesiydi. Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde, öğrencilerin başörtülü olmasının darbe sebebi sayılabileceğine işaret eden e-muhtıra; Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Genelkurmayın taraf olduğunu deklare ettiği gibi, Köşk seçimi için önemli bir karar aşamasında olan Anayasa Mahkemesi’ni nasıl bir sonuç istendiğini de gösteriyordu. Süreç, sistemin işleyiş mantığını kavrayanlar için şaşırtıcı olmadı ve 367 kararı ile Abdullah Gül’ün seçilmesine yönelik ilk girişim akamete uğradı.

Mezkur karar, 22 Temmuz’da yapılacak seçimleri genel bir seçim olmaktan ziyade, ‘eşi başörtülü’ bir adayın Köşk’e çıkmasının onaylanıp onaylanmadığı sonucunu çıkaracak bir referanduma dönüştürdü. Hükümet seçim bildirgesinde ve mitinglerde, başörtüsüne ilişkin hiçbir somut vaatte bulunmasa dahi, seçmen algısının, başörtüsü tartışmaları üzerinden oluştuğu anlaşıldı. Bir kez daha, Kemalist sisteme karşı sağlıklı, ilkeli ve kalıcı bir muhalif duruşu kitlesel olarak takınamayan toplum; mevcut düzenden hoşnutsuzluğu seçimlerdeki oyunun rengiyle ifade etmiş oldu.

22 Temmuz seçimi sonrası tablodan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na bir nevi toplumsal onay çıktı. Bu, aslında Abdullah Gül’ün sahip olduğu vasıfları onaylamaktan ziyade ‘eşi başörtülü’ bir adaya yapılan haksızlığa gösterilen tepkiydi. Başörtüsü yasağına karşıtlığı her ankette ortaya çıkan toplum, görüşünü bir de bu vesile ile ortaya koydu ve sonucunda Abdullah Gül, 11’inci cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçim, özellikle Kemalist ideolojinin taraftarlarını, başörtüsüne açıktan hakaret ettirecek kadar öfkelendirdi. Başörtülü Hayrünnisa Gül’ün ‘cumhuriyet kadınları’nı temsil edemeyeceği itirazı dile getirilirken söylenilenler, iktidar seçkinlerinin ve taraftarlarının Din’e karşı problemli bakış açılarının hiç değişmediğini ortaya koyuyordu.

Bu bakış açısı askeri erkan için de hiç değişmemişti. Başbakan ve Cumhurbaşkanı, askeri resepsiyonlara ‘eşsiz’ davet edilerek, başörtüsüne karşıtlık alenen sergilendi. ‘Birinci hanımefendi’ sayılan Hayrünnisa Gül’e, ‘başörtülü bir kadına asker hizmet’ anlayışından ötürü askeri yaver verilmedi. Cumhurbaşkanının geliş gidişlerindeki merasimlerde görevli bulunan komutanlar, başörtülü Hayrünnisa Gül’ü karşılamaktan imtina etti. Tüm bu davranışlar, Hayrünnisa Gül’ün şahsından ziyade, başında taşıdığı örtüsünü, Kemalist sistemin kendisine karşıtlığın sembolü kabul etmesinden ileri geliyordu.

Başörtüsüne karşıtlık, özellikle merkez medya eliyle sürekli sıcak tutuldu. Köşk seçimleri öncesi ve sonrasında, laik ve Kemalist ideolojiyi benimseyen insanlara karşı yoğun bir psikolojik harekat düzenlenerek; başörtüsü karşısında safları sıklaştırmaları sağlandı. Kaygıları ve korkuları, haberlerle ve yorumlarla beslenerek, ‘hayat tarzlarına müdahale edileceği’ endişesi her vesileyle pekiştirildi. Böylece, bireysel, toplumsal, ekonomik ve siyasal hayatın ‘Din’e göre şekillenmesine yönelik itirazı olanlar; bu itirazlarını başörtüsü tartışmaları zemininde dile getirdiler. Üstelik tonu her geçen gün yükselen bu sesler, adeta İslami hayat tarzını tamamen yok etme niyetini belli eder mahiyetteydi. Başörtüsünün ayrıştırıcı etkisi giderek kuvvetlendi ve bu tartışmalar, kimin neyi, nereden ve neden söylediğini açığa çıkardı.

Kemalist sistem, toplum tabanında geniş ve ciddiye alınacak derecede karşılığı olmayan ‘başörtülü-başı açık’ kamplaşmasını körükleyerek, sahip olduğu tüm imkanları seferber ederek; adeta karşı Din’e karşı kendi ideolojisinin mücadelesini verdi. Sorunun, hükümet üyelerinin ya da Cumhurbaşkanı’nın başörtülü eşleriyle sınırlı olmadığı, ortada çok daha derin bir çatışmanın yaşandığı bulunduğu görüldü. İktidar seçkinleri, laik ve batıcı hayat tarzını, Kemalist toplum ve yönetim modelini savunuyordu; başörtüsü ise buna karşı İslami hayat tarzına gönderme yapıyordu. Her ikisinin bir arada bulunması ise doğal değildi. Resmi ideoloji ve Din arasındaki kan uyuşmazlığı, artık yasakçılığın arkasında gizlenemeyecek kadar aşikardı.

Askeri darbe ürünü olan 1982 Anayasası’nın değiştirilmesi tartışmaları da bu gerçeği bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Anayasanın değiştirilmesine itiraz edenler, bunu tek bir gerekçeye indirgediler ve tüm savunularını bu gerekçe üzerinden yaptılar: “Başörtüsüne serbestlik ihtimali” Resmi ideolojinin muhafızlığını yapanlar, Kemalist sistemin tahakkümünü pekiştiren pek çok uygulamanın kaynağına müdahale edilmesini istemiyordu.

Yükseköğrenim Kurulu’na başörtüsü yasağına tavır alan bir başkanın getirilmesi de, diğer bir gündem maddesi oldu. Bugüne kadar üniversiteleri, despotik uygulamaların kaleleri görenler; akademide yaşanan bilimsel sefaleti, kadrolaşma ve soygun düzenini savunmak için başörtüsüne saldırıyordu. Bu sebeple, üniversitelerde özgür bir ortamın sağlanmasında önemli bir engel teşkil eden başörtüsü yasağının kaldırılmasına şiddetle karşı çıktılar. Rektörlerin yasağı savunmak adına ortaya attıkları iddialar ise yaşanan sefaletin kendisini ifşa etmesiydi...



III. a. Toplumsal Alanda Başörtüsü Zulmü

Başörtüsü zulmü, 2007 yılında da tüm hukuksuzluğu, adaletsizliği ve haksızlığıyla devam etti. Siyasal alanda başörtüsü tartışmaları gündemin en üst sırasındaki yerini korurken, toplumsal alanda da ‘kamusal alan’ ve ‘kılık-kıyafet yönetmelikleri’ adı altında çok ciddi baskılar uygulandı. Okullarda, hastanelerde, belediyelerde, halk eğitim merkezlerinde, tören salonlarında, panellerde, söyleşilerde, sergilerde, konferanslarda ve daha birçok yerde, başörtülülere karşı acımasız bir ayrımcılık yapıldı. Şüphesiz bu uygulamalar, toplumdaki hak ve adalet duygusunu derinden yaralamış ve toplumsal bellekte acı izler bırakmıştır.

Aşağıda farklı örneklerini özetle sunacağımız bu uygulamalar, yasakçı zihniyetin başörtüsü karşıtlığının hangi boyutlara vardığını göstermesi açısından dikkatle incelenmelidir. Çünkü bu yaşanmışlıklar; toplumu kamplaştıran, toplumsal barışın, huzurun ve adaletin tesis edilmesini engelleyen kesimin yasakçılar olduğunu ortaya koymaktadır. ‘Mahalle baskısı’nın başörtüsü yasağına maruz kalanlardan değil, başörtüsünü yasaklayanlardan geldiğini göstermektedir.


Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin