Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə5/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

Hempler, her türlü İslâmî kültürü kendi memleketinde aldıktan sonra, İstanbul’a gelip, şüphe uyandırmamak için bir cami imamının yanına sığınmış, Müslü-manlığa ilgi duyduğunu, onun öğretilerinden daha fazla istifade edebilmek için, kendisine yardımcı olunmasını istemişti. Bu isteği kabul edilen Hempler, cami içinde yatıp kalkarak ve devamlı çalışarak, Müslümanlığı en ince noktasına ka-dar öğrenmişti. Kendisini kanıkladıktan ve inandırdıktan sonra da karşı saldırıya geçip, kendisine verilen görevleri ifa etmeye başlamıştı.

Burada bir parantez açmak gerekliliğine inanmaktayım. Dinin egemen olduğu topraklarda, önceleri devlet işleri ölçülü bir şekilde devam etmiş, ancak, bir süre sonra, çıkar ve güç zehirlenmesine maruz kalan yetkililerce, dini telkinlerle insanların akıl ve hafızaları esir alınmış ve bu suretle kendi özel amaçlarına din sayesinde ulaşılmıştır. Bu uygulamalarla, hiç risk taşımadan ve hiçbir emek sar-fetmeden kendi devranlarını sürdürmüşlerdir. Kendi maddi ve siyasi durumla-rını güçlendiren bu yetkililer, tam aksine devlet gücünün tükenmekte olduğu-nun farkında değildirler. Farkında bile olsalar umurlarında bile değildir. İşte bunun bilincine varan güçlü devletler, gelişmemiş ve az gelişmiş ülkelerde din-dar kesimden ya da kullanabilecekleri maddi ve siyasi hırs sahibi insanların iktidara gelmeleri için çaba sarfetmişler ve de amaçlarına ulaşmışlardır. O ül-kelerde her istediklerini yaptırdıkları gibi, onların milli gelirlerini ipotek de altı-na almışlardır. Bu düzen günümüz dünyasında acımasızca sürdürülmektedir.

İngilizler, sadece dini konularda değil, siyasi konularda da casusluk hare-ketlerine önem ve ağırlık vermişler ve bu konularda etkili de olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında; Osmanlı tebaası arap ülkelerini ayaklandırıp, Osman- lıya arkadan vurmalarını ve sonunda emellerine kavuşmalarını sağlayan casus Lavrens’in marifetleri unutulmamalıdır …

O, zamanında çok güçlü, üç kıtaya hükmeden büyük bir dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun neden durakladığı, gerilediği ve sonunda tarihe ka- rıştığını işte buralarda aramak gerekir. Madem ki, Osmanlı’nın neden bu kadar aciz durumlara düştüğünü merak ediyoruz, o halde onu bu mecraya sürükleyen nedenleri, zamanında bizzat yaşanmış ilginç olaylarla açıklığa kavuşturalım.

I - Osmanlının büyük gelişmesinde; bilgisiyle, görgüsüyle, büyük iradesiyle büyük pay sahibi olan Fatih Sultan Mehmet’in ölümü üzerine, iki oğlu Cem Sul-tan ile Beyazıt arasındaki taht kavgası sonucunda, II. Beyazıt’ın sarayın dindar geçinen takımını arkasına alarak, tahta geçmeye en layık ve namzet olan Cem Sultan’ı alt etmesi ve tahta geçer geçmez de babası Fatih Sultan Mehmet’in, tüm olumlu çalışmalarını sekteye uğratması, (Zamanla hatalarından arınmıştır.)

2 - Osmanlı’nın en zirveye çıkmasına vesile olan Kanuni Sultan Süleyman’ın; tahta çıkmaya layık ve namzet olan oğullarından, önce Mustafa’yı daha sonra da Beyazıt’ı, çeşitli hezeyan ve tahrikler sonucu boğdurtarak, kendisinin ölümü üzerine de tahtın, içki müptelası oğlu II. Selim’e altın bir tepsi içinde sunulması,

3- I.Ahmet’in, İngiltere elçisi Henry Lello’nun 1599 yılında babası Sultan III. Mehmet’e hediye ettiği Dallam ustanın yapıtı bir sanat harikası saatli orgu’nu; çanları, melek ve kuş figürleri nedeniyle “ Bunu yapan Tanrılık taslamış” diye-rek parçalatıp yaktırması,

4- III.Murat’ın, ilim adamı Takiyeddin’in gök bilimlerini incelemek üzere bir rasathane kurması yönünde yaptığı müracaata, hocasının da cevaz vermesi üze- rine; binlerce altın harcayarak rasathaneyi kurdurması, ancak, cahil halkın “ Ra- sathanede gökteki meleklerin bacaklarına bakıyorlardır, başka ne ola ki” deyip tahrik edilmesi sonucunda, çıkacak isyan hareketlerinden çekinerek rasathaneyi ortadan kaldırması, Ayrıca, zamanında, ordunun asıl nüvesini oluşturan yeniçeri ocağına çeşitli yollarla ehliyetsiz ve lüzumsuz insanların doldurulması.

5 - III.Ahmet zamanında 28 Çelebizade Sayit Mehmet Efendi ile İbrahim Mütef- ferrika’nın Avrupa’daki ilmi gelişmelerden etkilenerek, ülkede de matbaanın kurulmasına cevaz verilmesi üzerine, cahil halkın “ Bu bir gavur icadıdır bize gerekmez” diye ortaya atılan içki müptelası ve serden geçti olan Patrona Halil tarafından tahrik edilerek, büyük bir isyan hareketinin başlatılması sonucunda; Sultan III.Ahmet’in görevden çekilmeye mecbur bırakılması,

6 - III.Mustafa’nın, başarılarından ve gücünden dolayı hayranlık duyduğu, bu başarı ve güce, müneccimler sayesinde ulaştığına inandığı Prusya kralı II. Friedriche’den üç müneccim talep etmesi, kralın da Sultan Mustafa’ya “ Benim müneccimlerle işim olmaz.Yalnız, mademki bu konuda benden yardım istiyor-sun, sana üç tavsiyede bulunayım: 1- Ordunu her an için harbe hazır tut. 2- Hazineni daima dolu tut. 3- Tarihsel olayları incele ve etkilerini aklının bir kö-şesinde tut, demesi.

7 - III.Selimin, artık dejenere olmuş olan yeniçeri ocağını kaldırarak, yerine “Nizam-ı Cedid” adında yeni, tam teşekküllü bir ordu kurmaya çalışması üzeri-ne, yeniçerilerin “ Biz Moskof askeri oluruz da, cedid askeri olmazız” diyerek kazan kaldırması, ayrıca o sıralar ülkede meydana gelen yangınlar, hastalıklar ve tabii afetleri, bu girişimin uğursuzluğuna bağlayan cahil halkın; Kabakçı Musta-fa denen bir serdengeçtinin tahrikiyle, büyük bir isyana dönüştürülerek, tahtın-dan indirilip canına kıyılması,

8 - 1.Ahmet’in erken ölümü üzerine oğlu genç II.Osman’ın tahta geçirilmesi gerekirken, ekberiyet uygulaması yürürlüğe sokularak, sırf kendi çıkarları doğ- rultusunda hareket eden bir kesim tarafından, akıl fukarası I.Mustafa’nın tahta geçirilmesi, işlerin kötüye gitmesi üzerine de, istemeden II.Osman’ın tahta geçi-rilmesinin sağlanması. Ancak, genç olmasına rağmen, dirayetli bir padişah gö-rüntüsü veren II.Osman’ın hüküm sürdüğü süreç içerisinde ilişkileri bozulan çıkarcılar tarafından boğturturularak ortadan kaldırılması, aynı soygun düzeninin devamı için çok uygun olan I.Mustafa’nın tekrardan tahta oturtulması.

9 - Çocuk yaşta ve sistem gereği uzun süre “ Şimşirlik Kasrı” nda tutuklu bu-lunduruldukları ve ölüm korkusu içinde yaşadıklarından akıl ve ruh sağlığı bo-zuk durumda olan şehzadelerin tahta geçirilmesi.

Anormal hareketlerinden ötürü Deli İbrahim olarak anılan padişahın, görevden uzaklaştırılması ve bilahare ortadan kaldırılması üzerine, yerine çocuk yaşta tah-ta oturtulan 1V.Mehmet’in belli bir yaşa geldikten sonra bile memleket mesele-leriyle pek ilgilenmeden, tüm günlerini avlanmakla geçiriyor olması. Bu neden-den ötürüdür ki Avcı Mehmet diye anılır olmuştur. Dolayısı ile devlette düzen kalmamış, yenilemez sanılan ve inanılan Osmanlı Ordusu, eski özelliklerini kay-betmiş, kazanılan parlak zaferler gerilerde kalmıştı. Bu durum halkın da tepki-sini çekmeye başlamıştı. Camilerde vaaz veren hocalar bile padişahı halka şika-yet eder duruma gelmişlerdi. Bir hocanın, Cuma selamlığında cemaate söyle-dikleri çok ilginçtir. “ Memleket elden gidiyor. Avlanmaktan niye vazgeçmez? Hiç Allah’tan korkmaz, halktan utanmaz mı? Nedir bu başımıza gelenler? Ba-bası (I.İbrahim) .. delisiydi. Oğlu da oldu av delisi!...” demesi.

1V. Mehmet’in de tahttan indirilmesi üzerine, kural gereği (Evlad-ı Ekber) en büyük padişah evladının tahta geçirilmesi gerekmekteydi. Padişah evlatları Şimşirlik Kasrında hapis hayatına tabi tutuluyorlardı. Şayet taht değişikliği gerektiğinde; hemen Şimşirlik Kasrına girilerek, kurbanlik koyun seçer gibi, en yaşlı olanı koltuklanarak tahta oturtuluyordu. 6 yaşından beri 39 sene Şimşirlik Kasrında gözlerden ırak, dünyadan bihaber, her an öldürülmek korkusu ile ya-şayan 2. Süleyman’ın tahta davet edilmesi ilginçtir.

* ( Darüssaade Ağası, Süleyman’ı tahta davet etmek üzere Şimşirlik Kasrı’na girdiğinde; Süleyman, öldürüleceğini sanarak çıkmak istemedi.Yaşlı ve bitkin gözüken şehzade; “ İzalemiz emr olundu ise, şöyle iki rikat namaz kılayım, andan emri yerine getirün. Sabavetimden beri 40 yıldır hapis çekerim. Her gün ölmektense, bir gün evvel ölmek yeğdür. Bir can içün ne bu çektiğimiz korku! “ diyerek ağlamaya başlamıştı. Darüssaade Ağasının ; “ Estağfurullah, haşa ki size kast oluna. Taht kurulmuş cümle kulunuz seni beklemekte”… Bu sözler üzerine Süleyman biraz toparlanırsa da yine de endişe ve korku içerisinde, zelil ve sefil bir durumdadır. Yürümeye takatı bulunmayan Süleyman, kendisi ile birlikte ha-pis hayatı çeken kardeşi Ahmet’in ki, o da kendisinden sonra aynı koşullarda tahta geçirilecektir, cesaret vermesi üzerine koltuklarından tutularak zorla götü-rülüp tahta oturtulacaktır. * ( Bu Mülkün Sultanları- Necdet Sakaoğlu ).

Verilen bu örneklerden dinin ne denli istismar edildiği, yahut da ne denli yanlış yorumlandığı, ilmin, bilginin, kültürün olmadığı ya da önemsenmediği ve halkının cahil kaldığı toplumlarda; cehaletin, devlet idare tarzının ehliyetsiz ve psikolojisi bozuk padişahlarca dejenere edilmesinin, duyarsızlığın ve en önem-lisi çıkarcılığın halk üzerinde yarattığı korkunç etkiyi görünce, Osmanlı’nın neden çöktüğünü anlamak hiç de zor gelmiyor insana … Hiçbir ilahi din ve özellikle de İslam, bilimi göz ardı etmemiş üstelikte teşfik etmiştir. Yüce Pey-gamberimiz “ İlim Çinde de olsa gidin alın getirin” derken, çok uzaklarda bir ülke olmasına ve de ilahi bir dine mensup olunmamasına rağmen, ilim adına değer bulmuştur. “ Bir alimin ilim yaparaken harcadığı zaman, bir müminin iba-det yaparken harcadığı zamandan daha kıymetlidir” derken de ilme ve alimlerin önemine vurgu yapılmıştır. Bunun dışında, “ İki günü aynı olan ziyandadır” demekle de, hem ibadet açısından, hem de toplumsal açıdan daha çok çalışmayı, ileri hamleler yapmayı, çıtayı yükseltmeyi salık vermiştir. Nitekim İslam’ın ilk yıllarında bir çok ilim adamı, ilmi çalışmaları sonucunda hemen hemen her konuda yararlı buluşları ile insanlığa hizmet etmişler, o devirde ortaçağ karan-lığını yaşamakta olan bu gününün devlet-i muazzamaları, bu İslam alimlerinin ( Harezmi- Fergani- Kindi- Cahiz- Battani-Farabi-Buzcani- İbn-i Sina- İbn-i Heysem- El Buruni-Yusuf Has Hacip-İbn Rüşt-Şirazi- İbn-i Haldun- Uluğ Bey- Ali Kuşçu- Takiyüddin) gibi daha nicelerinin bigilerinden yararlanılmış, kitapları okullarında ders kitabı olarak okutularak bugünkü seviyelere ulaşmış- lardır. İslam ülkeleri ise, belli zaman sonra, ilme ve alimlere sırtını dönerek, Hı- rıstiyan ülkelerin orta çağda yaşamış olduğu karanlığa gömülüvermiştir. İslamı kendi anladıkları şekilde yaşamaya çalışanlar, İslam Ülkelerinin geri kalmışlığı-nı boş yere başka yerlerde aramaya çalışmasınlar.

Her şeyi Allah’a havale etmek kaderciliktir. Her şeyi Allah’tan beklemek be-davacılıktır. Allah, insana akıl vermiş, güç vermiş, ayrıca yol göstermiştir. İnsa-nın sahip olmak istediği her şey evrende mevcuttur. Onu arayıp bulmak, insanın aklını çalıştırıp, çaba göstermesine bağlıdır. Durup dururken Allah hiç kimseye bir şey nasip etmez …

İslâm dinini tam olarak yaşamak, sadece İslâm’ın beş şartını uygulamakla mümkün değildir. İslâmı bu şekilde sınırlandırmak, İslâm’a en büyük kötülük-tür. Elbetteki biz Müslümanlar olarak, İslâm’ın bu beş şartını yerine getirmekle mükellefiz. Bu beş şart, İslâm’ın kişisel yanını oluşturur. Herkes kendi yaptığın-dan sorumludur. Oysaki İslâm’ın bir de toplumsal ve bilimsel yanı vardır ki ben-ce bu özellikleri daha çok önemsenmelidir. Zira bu özellikler, kişilerden ziyade tüm insan kesimini ilgilendirmektedir. İlime sırt çeviren ve toplumsal değerleri hiçe sayan bir devlette insanlar; ne kadar çok ibadet etseler de Yüce Allah’ın yardımına mazhar olamazlar. Nitekim bu günkü koşullarda tüm İslâm ülkele-rinin, diğer Hıristiyan ülkelerinin tahakkümü altında kaldıklarını, onlar tarafın-dan sömürüldüklerini, kışkırtmalariyle de hem kendi içlerinde ve hem de diğer ülkelerle kaotik bir ortam içinde kalarak, büyük insanî ve ekonomik zararlara maruz kaldıklarını görerek hayıflanmakta ve üzüntü duymaktayız… Diğer ülke-lerle her konuda mücadele verebilmek için, en azından onların seviyesine ulaş-ma gayreti içerisinde olunmalıdır. Bu da ancak, akılla, ilimle, bilimle, teknoloji ile mümkün olabilir. Aksi durumda ezilmeye ve sömürülmeye mahkum oluruz demektir.

*(Matbaayı Osmanlıya ilk getiren mütefekkir İbrahim Müteferrika, Osman-lı’nın geri kalmışlığını ve çöküşünü, daha o zamanlar şu nedenlere dayandırı-yordu: “ Kanunların uygulanmaması, adaletsizlik, devlet işlerinin ehil ellere ve-rilmemesi, bilginlerin düşüncelerine tahammülsüzlük, askerlik alanında teknik bilgilerden yoksunluk, orduda disiplinsizlik, rüşvet almak, devlet parasını kötü-ye kullanmak ve nihayet dış dünyadan habersizlik. * ( Bu Mülkün Sultanları- Necdet Solakoğlu )… Müteferrika bu tespitleri, Sultan III.Ahmet zamanında yapmıştır. Demek ki Osmanlı’da bir düzelme olmadığı gibi bu olumsuzluklar artarak devam etmiş ve Osmanlı’nın sonunu getirmiştir …

Aslında hatalar zinciri, çok daha önceden başlıyordu.Türki Cumhuriyetleri organize edilebilseydi, Ruslara karşı uzun yıllardan beri mücadele veren Şeyh Şamil önderliğindeki Dağıstanlılar, Osmanlı’dan yana olmalarına rağmen, yar- dım taleplerine cevap verilebilseydi, Ruslar bu kadar etkili olamazlardı. Ruslar, bütün bunların farkında oldukları için,Türki Cumhuriyetlerini susturarak, ileride Osmanlı ile olabilecek bağlantılarını kesmiştir. Diğer yandan kendilerine karşı tek başına uzunca bir zaman mücadele veren Şeyh Şamil’in, Osmanlıdan yardım görememesi üzerine, 1854 de mücadeleden vazgeçip karargahına çekilmesi üze-rine de, Rusya’nın eli çok daha güçlenmiştir …

Çok kısa olarak, Osmanlı’nın yıkılması ve İslâm Ülkelerinin geri kalmışlığı; yüce İslâm dininin siyasi ve çıkar hesaplarına kurban edilmesi, derinlemesine değil, yüzeysel olarak değerlendirilmesi ve ilme, bilgiye sırt dönülmesi, bazı konuların ihmal edilmesi ve önemsenmemesi ve dünyadaki gelişmelerden ha-berdar olunmamasından ve önemsenmemesinden kaynaklanmaktadır.

Osmanlı Tarihi Ansiklopedisinden aldığım şu alıntı, bütün anlatmaya çalış- tığımın bir özeti şeklindedir. Lütfen dikkatle okuyalım ve iyice düşünelim. “ Osmanlı Devleti’nin Viyana’ya kadar ilerlemesinden çok korkup, başarısının sırrını aradıkları halde bulamayan Avrupa’ya; İstanbuldaki İngiliz sefiri şunları anlatarak, büyük bir sevinçle şu mealdeki şifreli mektubu yazıyordu: “ Buldum, buldum!... Osmanlı’ların zaferden zafere koşmalarının sebebini ve bunları dur- durmanın çaresini buldum!… Osmanlılar; aldıkları esirlere ve tebaası altında bu-lunan gayri müslimlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekalarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saray mektepleri ve sonra da Enderun Mekte-binde değerli öğretmenler tarafından okutuluyorlar. İslâm bilimleri, İslâm ah-lakı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli ve başarılı birer Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Bunların arasından da Osmanlı Ordularını zaferden zafere koş- turan değerli kumandanlar, Sokollular, Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları çıkıyor. Osmanlı Ordularını durdurmak için bu mektepleri ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, müslümanları ilim ve fende geri bırakmak lazımdır”…

- G Ö Ç L E R

Ruslar’ın I.Abdülhamit ve II.Mahmut zamanında yapılan savaşları rahatlıkla kazanması, kendilerine olan özgüvenlerini artırmış, basit bahanelerle saldırıları-nı cesaretle sürdürmelerini sağlamıştı. Rus’ların her defasında Osmanlıya galip gelip güç kazanması, diğer Avrupa ülkeleri, özellikle İngiliz ve Fransızları te-dirgin etmişti. Karşılarında güçlü bir Rusya görmektense, zayıflamış ve hasta-lıklı Osmanlı ile idare etmek daha avantajlı olacaktı. Üstelik onların da aslında, geniş Osmanlı topraklarında menfaatleri bulunmakta idi. I.Abdülmecit zamanın-da yapılan Kırım Harbinde, hem faizli borç verip maddi yönden yardım etmişler, hem de ordularıyla destek vermişlerdi. Sonuçta, iki buçuk yıl süren Kırım Harbi, bağlaşıkları İngiliz ve Fransızların katılımıyla, Osmanlı’nın galibiyetiyle son bulmuştu. Bu sonuç, Osmanlı’yı daha da rehavete sokarken, Rusya’yı aksine daha bir kamçılamıştı. Büyük bir hazırlık döneminden sonra yapılan 93 harbi, Osmanlı’nın büyük bir yenilgisiyle sonuçlanmış, büyük toprak kayıplarına, ge-rek doğuda ve gerekse batıda büyük göçlere neden olmuştu.

Osmanlı’nın Kırım Harbinde, İngiliz ve Fransızlarla bir olup kendilerini ye-nilgiye uğratması, onları daha da hırslandırmış, öç alma duygularını kin ve nef-rete dönüştürmüştü. Bunun sonucu olarak, kuzey Kafkasya’da yaşamakta olan Türk asıllı insanlara büyük baskı ve zulümlerde bulunulmuştur. İnsanların çoğu katledilmiş, sağ kalanların büyük bir kısmını da Sibirya içlerine sürülerek ölü-me terk edilmişlerdi. Canlarını kurtarabilen diğer insanlar da güneye inerek, Osmanlı hakimiyetinde bulunan sınırdaki, Artvin, Ardahan ve Kars’ın sınır köy-lerine yerleşmişlerdi. -Yeri gelmişken bu dönemle ilgili Dr.Cengiz Kuday adı ile Hürriyet Gazetesinde yayınlanan şu bilgi notunu aktarayım. “- 21Mayıs 1864, Çerkezlerin; Ruslarla, özgürlüklerini ve yaşadıkları vatanlarını savunmak için, canlarını verdikleri ve 300 yıla yakın süren savaşlarını kaybettikleri gündür. Bu tarih aynı zamanda, Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı toprakları ve diğer ülkelere kitleler halinde sürüldüğü bir tarihtir. 1864 yılında göçe zorlanan insan sayısı 400 bindir. Sadece o yıl göç sırasında ölen insan sayısı 55 bindir. Osmanlı top-raklarına göç sırasında, bindikleri derme çatma teknelerin kaçının, Karadeniz’in azgın sularına gömüldüğü bilinmiyor. Balkanlardan sürülen Çerkez sayısı 70 bindir. 1862-1870 yılları arasında sürülen toplam insan sayısı 2 milyondur. Göç-menlerin büyük bir kısmı canlarını deniz yolu ile kurtarmaya çalıştı. Ölüm kor-kusu ile kendilerini attıkları derme çatma teknelerin çoğu, Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanamayıp batıverdi. Hastalar, zayıf çocuklar ve yaşlılar, gemi sa-hipleri tarafından yük olmasınlar diye denize atılıyorlardı. Kucağındaki ölü hal-deki çocuğunun denize atılmasını önlemeye çalışan bir Çerkez annenin, son-radan şiirlere, şarkılara konu edilen ninnisi, vahşi kıyımın acımasızlığını ortaya sermektedir.

“ Uyu yavrum uyu… Kabaran denizin dalgaları beşiğin olmuş sallıyor seni- Rüzgar vuruyor yağmacıların ak renkli yelkenlerine- Beşiğin olan gemiye- Uyu yavrum uyu… Artık babanın evinde değilsin, Karadeniz’in koynundasın- Rüz-gar hızla vurduğunda- Küçük vatanlarına geri dönmek için, hatırla denizin tuz-landığını- Göç edenlerin gözyaşları ile büyüdüğünde tekrar geç Karadeniz’i- Bul evinden geri kalanları, temizle ocağını saran sarmaşıklardan- Tekrar yak sönen evin ateşini”… Oysa o yavru, bir daha uyanamayacak, Karadeniz’i ve sar-maşıkların sardığı evini hiç göremeyecek ve evin ateşini sönmemek üzere yaka-mayacaktı …

* (Meşhur Rus yazarı Lev TOLSTOY’un Kafkas trajedisi ile ilgili olarak kale-me aldığı yazıda, aynen şunları dile getirilmektedir: “ Köylere gece karanlığında dalıvermek adet haline gelmişti. Rus askerlerinin ikişer-üçer evlere girmesini iz-leyen dehşet sahneleri, öylesine idi ki, bunları hiç bir rapor görevlisi aktarmaya yürekleri elvermezdi”. * ( Dünden bu güne Doğanşehir – Yaşar Yaman )

Ruslar, bu insanları burada da rahat bırakmamışlardı. Nitekim en son yapı- lan 93 Harbi esnası ve sonrasında zulümlerine devam etmişlerdi. İnsanlarımızın acı-tatlı çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerine ait tüm anılarının yaşandığı bu topraklar; harbin sonunda yapılan antlaşma gereği ödenmesi gereken harp tazminatının ödenemeyen büyük bir bölümüne mahsuben Ruslara verilmiş, öde-nebilen küçük miktarıyla da Ruslar buralarda, malikaneler, saraylar, ordugah- lar ve konutlar yapmaya başlamışlardı. Bu da göstermiştir ki, Ruslar buraya ge-çici olarak değil, sürekli olarak yerleşmek istidadındadırlar. Artık kendilerine ait olmayan bu topraklarda kalmanın ve üzerinde yaşam sürmenin bir anlamı kal-madığına inanan ve Rusların zulmünden ve baskısından bunalan, artık dayanma gücünü tamamen yitiren yöre halkı; 93 harbinin başladığı 1877 yılından itibaren peyderpey, Rusların zulmünden uzaklaşmak adına, onların erişemeyeceği kadar uzaklara, bir meçhule doğru göç etmeye başlamışlardı …

*(İnsanlarının yaşadığı Rus zulmünü ve bu zulme karşı onurlu direnişini, biz-zat Rus generali Kropaktin ağzından ve insanların yaşadığı hissiyatı da, o ma-hallin şairleri Zihni ve Güftari’nin ağzınan dinleyelim.

İkinci Mahmut zamanında yapılan Osmanlı-Rus harbi (1828-29) sırasında, Ahıska’lıların yiğitçe savunmasını kırmak için, şehrin yakılmasını emreden Rus generali Kropaktin, gelişen olayları şu şekilde izah etmektedir: “Ahıska’nın muhafızları ile halkın erkeklerinin seceat ve kahramanlığı tasvire muhtaç de-ğildi. Ancak, Ahıska’nın hiçbir yerde misli ve menendi görülmemiş bir tarzda ateşe atılan kadınlarını da hatırlamak gerekir. Türk kadınları ellerinde kılınç bulunduğu halde, Rusların üzerine aslanlar gibi hücum ve savlet ederek, muha-rebede sebat ediyorlardı. Çaresiz kaldıklarında ise, kendilerini diri diri yangın alevlerinin içine atıyorlardı. Cesetleri küle dönerken ruhlarını Cenab-ı Hakka teslim ediyorlardı.” * ( Dünden bu güne Doğanşehir- Yaşar Yaman )

Ruslarla yapılan her savaş esnasında; yöre insanları, mücadelelerini, yapılan her türlü zulme karşı güçleri yettiğince devam ettirmişlerdi. Her türlü sıkıntılara katlanmışlardı. Bunlar hiç de kolay olan şeyler değildi. Yaşanan acılar, hissedi-len duygular her zaman canlılığını muhafaza etmişti. Çekilen acı ve sıkıntılar yeri geldiğinde türkülere ve şiirlere konu olmuştur.

*( Mahallin hassas halk şairlerinden Zihni’nin, o günlere ait duygularını ifade eden şu dizelere kulak verelim.

-1- -2-


Vardım ki, yurdumdan ayak göçürmüş, Sümbül, Şebboyu, gülü har almış,

Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı, Süleyman tahtını şimdi mar almış,

Camlar sikeşt olmuş meyler dökülmüş, Zevk-ü şevk ehlini ah-u zar almış,

Sakiler meclisten çekmiş ayağı. Gama tebdil olmuş ülfetin çağı,

-3- -4-

Kangı dağda bulsam ben o merali, Sümbüller perişan, güller kan ağlar,



Kangı ile sorsam çeşmi gazali, Zihni, dehr elinden her zaman ağlar

Leyla’sını yitirmiş mecnun misali, Vardım ki bağ ağlar, bağıban ağlar

Gezmiş dağdan dağa yoktur durağı. Şeyda bülbül, terk edeli bu bağı.

Posoflu araştırmacı yazar Fehmi Bayraktaroğlunun anlatımıyla, 1878 yılında Posof’un Rusların eline geçmesinden sonra, çoğu Posof’lu, topraklarını terk ederek, yurdun çeşitli yörelerine doğru göç etmeye başlamışlardı. Caborya (gün-lüce) köyünden şair Güftari, Doğanşehir muhacirlerinin Malatya’ya göçerken, Ulgar dağında, kendini uğurlayanlara hitaben dile getirdiği şu ağıta yer verme-den edemeyiz.

-1- -2-

Saz sohbet eylerim dinleguş ilen, Kafir galip geldi, yerimiz aldi,



Doldu didelerim kanlı yaş ilen, Selatin camiler, hep esir kaldi,

Elveda eyledik eş yoldaş ilen, Vade tekmil oldi, tarihler doldi,

Gurbet ele düştü işim, ağlarım. Ahır şerre kaldı, başım ağlarım.

-3- -4-


Posof’tan da gitti hayır bereket, Güftari söylerim, bu doğru rahım

Görünmez albayrak, kalındı hasret, Arşa direk oldu, dayandı ahım,

Düzdük katar göçü eder hareket, Senden ayrılmışım, gül yüzlü şahım,

Zehir oldu ekmek, aşım ağlarım. Yoktur senden ayrı, eşim ağlarım

Aşık Güftari, başka bir deyişinde de şunları dile getirmektedir:

Zapteyledi beni, asfer cihanı, Kuramadım, düşman ile savaşı,

Şimdiki hal meydan, küffara kaldı. Akıttı gözlerim, kan ile yaşı,

Beyan etti, türlü türlü emanet, Daim içimde, sönmez ataşı,

İslâm olan, gama efkara kaldı. Sevdiğim vatanım ağyara kaldı.

* ( Dünden bu güne Doğanşehir- Yaşar Yaman)

93 Osmanlı- Rus Harbinin Kafkas ve Rumeli olmak üzere iki cephede cere- yan ettiğini biliyoruz. Harp sonunda göç etmek zorunda kalan Kafkas Cephesi halkların (Kars- Ardahan- Artvin) göç serüvenini, konumuz olduğu için anlat-maya geçmezden önce, Rumeli halklarının da göç serüveninden kısaca da olsa bahsetmemiz gerekmektedir. Zira bu iki olay bir bütün olarak ele alınmalıdır. Rumeli Cephesinde olanlar, Kafkas Cephesinde olanlara göre daha çetrefilli, daha zorlu ve daha yürek yakıcı idi. Kafkas Cephesinde halk ve ordu, sadece Ruslara ve onların destekleyerek tahrik ettikleri Ermenilere karşı mücadele verirken, Rumeli Cephesinde ise, hem Ruslara hem de Slav ülküsü nedeniyle birlikte hareket ettiği Romen, Bulgar, Yunan, Sırp ve Karadağlılara karşı veri-liyordu. Dolayısı ile harbin etkisi daha yoğun yaşanıyor ve oralarda yaşam sür-mekte olan halklar daha çok zulme uğruyorlardı. Rus ordusunun yaptığı zu-lümler yetmediği gibi, Ruslarla birlikte hareket eden, eskiden Osmanlı haki-miyetinde iken birlikte yaşadıkları ecnebi halklar tarafından da kıyıma ve teca-vüze maruz kalıyorlardı. Buralarda yaşamakta olan Müslüman halk daha kala-balık olduğu için de, göç’ün boyutu daha büyüktü. Resmi rakamlara göre Ru-meli’den göç etmek zorunda kalan insan sayısı 767.339 idi. Göç esnasında çeki-len sıkıntılar da çok daha büyüktü.


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin