Önceleri köy ya da nahiye konumunda olan Doğanşehir, muhacirler buraya ayak bastıkları sırada tamamen boştu. Sur içinde sadece bir ailenin yaşadığı, hemen yakınındaki dere içlerinin aşiret kesiminden birkaç aile tarafından tarım amaçlı kullanıldığı, zamanla bu yerlerin sahipleri tarafından satın alındığı ve bu yerlerin şimdilerde bile, satın alınan kişilerin isimleri ile anıldığı bilinmektedir. ( Kuso ve Simo deresi gibi) Muhacirlerle birlikte köy konumuna gelen Doğan-şehir, zamanla gelişerek 1924 yılında nahiye,1946 yılında da daha önceden de belirtildiği üzere kaza merkezi olmuştur.
DOĞANŞEHİRDE YAŞANMIŞ TABİİ AFETLER
Çok eski dönemlerde burada mutlaka deprem ve sel gibi tabii afetler ya- şanmıştır. Hatta muhacirler Doğanşehir topraklarına ilk geldikleri 1885 yılında burasını tamamen ıssız harabe halinde etrafı surlarla çevrili bir alan olduğu, içerisinde ve etrafında sadece bir ailenin yaşamakta olduğunu vurgulamıştık. Biliyoruz ki tarihi belgelere göre, surlarla çevrili bu kalenin Roma ve Bizans döneminde bir ileri karakolu, bilahare Selçuklular ve Osmanlı dönemlerinde bir yerleşim alanı olarak kullanılmıştır. Tabii olarak da burada belli bir insan nesli-nin yaşamış olacağını da kabul etmemiz gerekmektedir. Zira arşiv kayıtlarında nüfusun azalıp çoğalmasına göre de köy ve nahiye konumunda olduğu anlaşıl-maktadır. 1885 yılında muhacirler buraya geldiklerinde kimselerin bulunmadığı bir harabe ve ıssız bir alan konumunda olması, burada önemli bir felaketin ya-şanmış olduğunu göstermektedir. Ne derece doğru olduğu bilinmemekle birlikte, burada Viranlar adında bir aşiret yaşamakta iken, çok ağır bir deprem olayı ya-şandığı, tamamen harabeye döndüğünü, burada depremden sağ kurtulan insan-ların da burasını terkederek Urfa’nın Viranşehir ilçesine yerleştiğini daha önce belirtmiştik. Şimdi, resmi olarak kayıtlara geçen felaketleri ele alalım.
I)ÇELİKHAN DEPREMİ ( 3 Mart 1893 )- Mevsimin kış, havaların soğuk oldu- ğu ve yağmurla karışık karın olanca hızıyle düştüğü bir dönemde meydana gel- miştir. Merkez üssü Çelikhan olan bu depremin Doğanşehiri de etkisi altına aldı- ğı bir gerçektir. Zira mesafe çok yakındır. Havanın soğuk ve etrafın yaş ve ça- mur altında olması insanlara çok zor anlar yaşatmıştır. Bu depremde bu civarda tam 8 köy haritadan silinmiştir. 125 kişi hayatını kaybetmiştir. 1200 ev, 3 ha- mam, bir cami, 5 dükkan ve 4 fırın büyük ölçüde zarar görmüştür. O zamanın sultanı II.Abdülhamit Han belli bir miktarda para göndererek zararların bir ölçüde giderilmesini sağlamıştır. O zamanki adı ile Viranşehirde yaşam sürmeye devam etmekte olan muhacir kesim de, bu depremden çok etkilenmiş, 3 ay kadar bir zaman zarfında kimse evlerine girememiştir. O günlerde doğan çocuklar da deprem çocukları olarak anılmışlardır. Bunlardan biri, merkez cami imamlığını da yapmış olan Hafız Hüseyin Tekin’dir.
II)ŞİRO ÇAYI DEPREMİ ( 2 Aralık 1905 )- Merkez üssü Şiro Çayı olan bu deprem sonucu Pötürge ile Sürgü arasında kalan köylerde 500 insan kaybı ya- şanmıştır. Kozluk, Aldulharap ve Erkenek Kasabası viraneye dönmüştür. Sırf bu yerlerde 85 kişi hayatını kaybetmiştir.
III)KAPIDERE DEPREMİ (5 Mayıs 1986 )- Merkez üssü Kapıdere olan bu deprem 5.8 şiddetinde olup ilçenin tüm kesiminde korku yaratmıştır. 2 kişi haya- tını kaybetmiş 603 ev ağır hasar görmüştür. Artçı küçük sarsıntılar aylarca sür- müş insanlar evlerine girememişler, çadır veya alel usul yapılmış barakalarda yaşam sürmüşlerdir.
IV)SÜRGÜ DEPREMİ (6 Haziran 1986 )- Merkez üssü Sürgü Kasabası olan bu deprem 5.6 şiddetinde olup, özellikle Sürgü Kasabasında çok hasar yapmıştır. 832 evin ağır ya da hafif hasar gördüğü tesbit olunmuştur.
V)3 Ağustos 1986 DEPREMİ- 4.1 şiddetinde olan bu hafif şiddetdeki depremde 1 kişi hayatını kaybetmiş 824 ev yıkılmıştır. Bu hafif depremde bu kadar evin hasar görmesi, diğer iki yakın zamanda gelen büyük deprem ve sık sık olan artçı sarsıntıları sonucundandır.
Son bu üç depremi bizatihi yaşamış olan ben ve Doğanşehir halkı, korku ve dehşet anlar yaşadık. Psikolojik olarak pek etkilendik. Bunu, şimdiye kadar böy- lesine büyük bir sarsıntı yaşamamış olmamıza bağlamak gerek. Zira, gerek Dün-yanın ve gerekse ülkemizin farklı yerlerinde daha şiddetli depremler yaşanmış ve binlerce ev yıkılmış ve binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Bu dönemlerde Başbakan Turgut Özal ve Reis-i cumhur Kenan Evren ilçemize teşrif etmiş, yerinde incelemeler yaparak, halkın zararının karşılanması hususunda maddi ve manevi yardımlarda bulunmuşlardır.
Doğanşehir ve havalisi 1. Derecede risk taşıyan Güney Anadolu fay hattında bu- lunmakta olup, bu gibi felaketlere hazırlıklı olmak gerek. Bu havalilerde çok sık olmasa da bazen sel felaketine de maruz kalınmaktadır. Doğanşehirde 3 defa böyle bir olaya bizzat şahit olmuşumdur. Birinde, ilçenin tam ortasından geçen derenin, üst kısımdaki demiryolu köprüsünün tıkanması sonucu etrafa taşan sel sularının geçit bulamadığı için aşağı mahalledeki yollar ve evler sel sularına maruz kalmıştı. Sular çekildiğinde sokaklara saçılan balıkları topladığımızı ha-tırlarım. İkinci sel felaketi Sürgü deresinde meydana gelmişti. Burada da köprü ağzı tıkandığından sel suları etrafa saçılmıştı. Santral deresinde sele kapılan küçük bir kızcağız hayatını kaybetmişti. Diğer bir olay da ilçeye bağlı Polat Kasabasında 1950 yılında yaşanmış, onlarca kişi boğularak hayatını kaybet- mişti. Bu felaket üzerine kasaba halkı şu ağıtı yakmıştır.
Adatepe, Adatepe- Yağmur yağar sere serpe.- Asiye’yi sele verdik- Yavruları daha körpe. Bu Vali de ağır Vali- Kumandanı çağır Vali- Gelinleri su götürmüş- Askerleri goyur Vali.
Bir başka felaket de, kuraklık ve buna bağlı olarak kıtlıktır. 1935 senesinde meydana gelen kuraklık, beraberinde kıtlığı da getirmiş, insanlar çok zor anlar yaşamışlardır. Bu durum karşısında insanların çok büyük bir kısmı başka yöre- lere göç etmiştir. Bu göç eden insanlar arasında, muhacir kesimden insanların da bulunabileceği ihtimal dahilindedir. Zira bu yıllarda Viranşehir altın yıllarını ya- şamış, demiryolu inşaat şantiyesinin burada kurulması, civar köy ve kasaba in-sanlarınca cazip hale gelmiş ve yoğun göç alarak büyük bir nüfus yoğunluğu- na ulaşmıştı. Şantiyenin dağılması ve ülkede meydana gelen kuraklık ve kıtlık netincesinde, bu sefer tersine büyük bir göç olayı yaşanmıştır. Şu örnek, bu ola- yın büyüklüğünü göstermesi açısından önem arzetmektedir. 1935 yılında yapı- lan nüfus sayımında Viranşehir’in nüfusu 14 979, 1940 yılında yapılan sayımda nüfus 843’e düşmüştür. Kuraklık ve kıtlık, yalnız bu havali ile sınırlı değildir. 18.yüzyıl, Osmanlı için afetlerin yoğun olduğu bir dönem olmuştur. Bir yandan savaşlarda alınan yenilgiler, isyan ve eşkiyalık hareketleri, bir yandan da sel, yangın, kuraklık, deprem, salgın hastalıklar ve çekirge istilası insanlara çok güç anlar yaşatmıştır.
Kıtlık sadece sıcak ve kuraklık nedeniyle olmamış, ülke topraklarını bir anda istila eden çekirge sürüleri ile de olmuştur. 1901, 1905 ve 1910 yıllarında mey-dana gelen afetler sonucu insanlar çaresiz kalmış Sadaret’ ten yardım talep edilmiştir. 1950 li yılların sonlarına doğru Doğanşehir çekirge istilasına uğra-mıştır. Bu olaya bizzat şahit olmuşumdur. O sıralar ortaokulda öğrenci idim. Birden hava karardı. Milyonlarca çekirge bir bulut gibi göğü kapladı. Bir süre sonra yere inen çekirge sürüleri, ekinleri yiyip yutuyorlardı. Bu durum karşı-sında halk çekirge ile mücadeleye çağrıldı. İnsanlar ellerine geçirdikleri sopa, süpürge ve küreklerle çekirgelere hücuma geçtiler. O kadar çekirge öldürmekle biter mi? O zamanlar ekinlere büyük zarar vermişlerdi. Onlarla mücedeleye ben ve tüm öğrenciler olarak katılmıştık…
Ülke genelinde ve aynı zamanda Doğanşehirde, 1940- 1945 yılları arasında da kıtlık ve buna bağlı olarak açlık ve sıkıntılı bir yaşam sürülmüştür. 2.Dünya Harbi ile birlikte, Almanların, Hitler liderliğinde baskı ve istilasına maruz kalan ve de bu tehlikeyi hisseden ülkeler, panik ve kaos içinde bulunuyorlardı. Dola- yısı ile Türkiye de tedbirlerini almış, ileride çok daha fazla sıkıntı çekilme- mesi adına önemli gıda ürünlerini stoklamıştı. İnsanlar bir süre ekmeğe muhtaç hale gelmişti. Bu sıralar devletin başında bulunan İsmet İnönü için sitemde bu- lunularak “ Geldi İsmet, kesildi kısmet “ sözü slogan haline getirilmiştir. Harbin sona ermesi ile birlikte normal düzene geçilmiştir.
DOĞANŞEHİR VE ÇEVRESİNDEKİ AŞİRET VE OYMAKLAR
Türklerin, 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi sonucu Anadoluya ayak bas- masiyle birlikte, değişik zaman aralıkları ile Türkman taifesinden birçok aşiret oymak, değişik adlar altında Anadolu topraklarına yayılmışlardır. Bu aşiret ve oymaklar konar- göçer olup, taa Selçuklulardan itibaren varlıklarını şu veya bu şekilde devam ettire gelmişlerdir. Önce Subatra, sonra Gülşehir, daha sonra Vi-ranşehir ve nihayetinde Doğanşehir adını alan bu bölgede de bu aşiret ve oymak-ların varlığından haberdarız. Önceleri konar- göçer konumunda olan bu aşiret ve oymaklar, Cumhuriyet dönemi ile birlikte, göçerlikten vazgeçerek devamlı kala-bilecekleri köyler oluşturmuşlardır.
Doğanşehir ve çevresinde yaşam sürmüş aşiret ve oymaklar:
1)Konar- göçer Türkman Yörükleri: BALYANLI- CANBEĞLİ- CERİTLER- DEDE KARKIN- HARBENDELU- KARALAR- MANDALI- MİHMANLI. 2)Konar- göçer Ekrat Yörükleri : DALYANLI- DİRANLI- DIMIŞIKLI- MAHYANLI- RİŞVAN.
Hali hazırda varlıklarını devam ettirmekte olan BALYAN aşiretine mensup insanlar şu köylerde varlıklarını sürdürmektedirler: Beğre- Çığlık- Çömlekoba- Eskiköy- Gövdeli- Gürobası- Günedoğru- Hudut- Kelhalil- Koçdere- Polatdere- Suçatı- Şatıroba ve Yuvalı’dır. Balyan; Alevi- Türkmen ve Kürt karışımı bir aşi- rettir. Malatya’nın Akçadağ- Yeşilyurt ve Doğanşehir ilçelerinin belli sayıda bir nüfusunu oluşturmaktadır. Bu aşirete mensup insanlar, Elazığ’ın Keban Made- nindeki Seydanlılar(Sıtanlılar )aşireti ile Tunceli bölgesinde yaşayan Dersimliler aşiretlerine bağlı oymakların birleşmesinden meydana gelmiştir. Balyan Aşireti, konar-göçer Türkman Ekradı taifesinden olup, yerleşik düzene geçerek Balyan köyünü oluşturmuştur. Bir zamanlar Hısn-ı Mansur (Adıyaman) bağlı olan Bal- yan köyü, nahiye merkezi de olmuştur. - (Orhan Şen’in Doğanşehir ile ilgili araştırmalarından alınmıştır. Kendisi Pötürgeli araştırmacı akademisyendir.)
Eşkiyalık hareketlerinin, Aşiretler, Leventler, Yeniçeriler ve bazı art niyetli idareciler tarafından organize edildiği bilinmektedir. Bu gibi olumsuz hareketler; ya eşkiyalık, yol kesme, yağmalama maksadiyle, ya da idarecilerin halka göster- dikleri zulüm ve haksızlıklara bir tepki olarak yapıla gelmiştir.
Bahsi geçen aşiretlerden birkaçı, eşkıya olarak milleti haraca kesmişlerdir. Savaş yıllarında otorite eksikliğinden yararlanan bu eşkiyalar, Doğanşehir’in güneyin- den geçen Halep Yolunu kontrol altına almış, bu yoldan geçmekte olan kervan- lara ve aynı zamanda civarda bulunan köylere saldırarak korku salmışlardır. Devlete ait askerler de bu eşkiyaların peşine düşmüşlerdir. Balkan Savaşı ve akabinde I.Dünya Savaşı sırasında otorite boşluğundan yararlanan bu eşkıya-lardan en meşhuru Baliyan Aşiretinden Bozo ve kardeşi Seydo’dur. Eşkiyalıkla ilgili muhacir kesimi ilgilendiren iki menkibe vardır.
I)Muhacirlerin 1885 yılında gelip Viranşehir’e yerleşmelerinden itibaren devam- lı eşkıya saldırılarına maruz kalınmıştır. Her gece elde silah nöbet tutmak zo-runda kalan ve bu durumdan bunalan muhacir kesim, çare bulunması hususu ile ilgili olarak lider durumunda bulunan kişileri sıkıştırmışlardır. Gerek Sadık Ağa ve gerekse nahiye müdürlüğü görevini de üstlenmiş olan oğlu Molla Refet, bu soruna kesin bir çözüm bulamamıştır. Onların ölümünden sonra bu görevi üst-lenen Esat Doğan, kesin bir çözüm bulmak üzere yakındaki Polat kasabasının etkin ve saygın kişisi Abdullah Kurukafa’nın kapısını çalmıştır. Muhacirlerin içinde bulundukları bu durumdan kurtulması için, yardımda bulunmasını rica etmiştir. Abdullah Kurukafa gerek kendi kasabasında ve gerekse civar aşiret köylerinde sözü geçen itibarlı bir kişidir. Esat Doğan’a şu cevabı verir: “ Ben bu hususla ilgili olarak üzerime düşeni yapar, aşiret mensuplarını ikna ederim. Ancak, benim eşkiyaya sözüm geçmez. Yapacağınız tek şey, aranızda para top- layarak eşkiyayı razı etmenizdir”… Bunun üzerine muhacir halktan 60 altın top-lanarak eşkiyaya ulaştırılır. Böylece Abdullah Kurukafa’nın halkı ikna etmesi ve toplanan 60 altınla da eşkiyanın ikna edilmesi üzerine, sorun kesinlikte çözüme ulaştırılmış olur. Esat Doğan, Abdullah Kurakafa ile olan yakınlığı perçinlemek için oğlu Yaşar’a kızı Kudret’i almıştır.
II) İnsanlara korku salan eşkıya Bozo, bazen Viranşehir’e gelip Keçeci Yakup’a misafir olmaktadır. Eşkıya Bozo’nun misafir olduğu bir gün, onu takiple görev- lendirilen birkaç asker de Keçeci Yakup’un evine gelerek eşkıya hakkında bilgi almak isterler. Keçeci Yakup, bir bilgisi bulunmadığını söyleyerek askerlere iz- zet ikramda bulunur. Oysa diğer bir odada da eşkıya Bozo bulunmaktadır. As- kerler yiyip içtikten sonra çekilip gidince, duruma vakıf olan muhacir halk, Ke- çeci Yakup’ a “ Yahu sen aklını mı oynattın. Bir odada eşkiyayı, diğer odada as- kerleri ağırlıyorsun! Hiç ateşle barut bir arada bulunur mu ? ikazları üzerine Ya- kup “ Ne yani, bıraksam da birbirlerini mi öldürseler” demiştir.
Eşkıya Bozo ve kardeşi Seydo, en sonunda ölü olarak ele geçirilirler. Onları ölü olarak ele geçiren Hısn-ı Mansur ( Adyaman’ın o zamanlardaki adıdır.) Jan-darma bölük komutanı Yüzbaşı Hafız Dursun ve onbaşı’lardan Hacı Hamdi Hasan ve er Ali ödülledirilmişlerdir. Bu yörede doğan, belli bir süre Kur’an eği-timi alarak Molla sıfatı kazanan, bilahare Pazarcık ilçesine yerleşen, etrafına topladığı atlı milis güçleri ile yurdun çeşitli yörelerinde devlet adına düşmanla mücadele eden, özellikle Antep’in kurtuluşunda büyük yararlılıklar göstererek Atatürk’ün takdirine mazhar olan Karayılan adı ile ün salan Molla Mehmet, Eşkıya Bozo’nun yakalanmasında ve öldürülmesi sırasında etkin rol almıştır.
Eşkıya Bozo ve kardeşi Seydo, Polatdere köyü dere kenarında tarımla uğraşan bir gariban köylünün 5 çocuğundan ikisidir. İki erkek kardeş ve bir kız kardeş- leri daha vardır. Geçim sıkıntısı, askere alınma korkusu ve kız kardeşlerine yapı-lan eziyet ve sarkıntılık nedenleri ile dağa çıkmışlar, kısa zamanda diğer kar-deşlerin ve civardan birçok kimsenin katılımı ile güçlü bir çete oluşturarak, yağ-malama hareketlerine girişmişler, devletin kolluk güçlerini uzunca bir zaman meşgul etmişlerdir. Bozo’nun kardeşi Seydo ile birlikte öldürülmeleri üzerine ağıt yakılmıştır.
Araban düzünde atlayamadım- Fişengin döküldü toplayamadım.- Kemal Beyin elinden kurtulamadın- Di yürü yürü, Boza’nım yürü- Askerin dağılmış uğrunca yürü… Sarıların üstü bir yüce dağdır- Bozan ölmemiştir, yaralı sağdır- Bozan vurulmuşsa, kardaşı sağdır- Di yürü yürü, Boza’nım yürü- Askerin dağılmış uğrunca yürü…Şambayat üstünde kaldı mezarım- Kardaşlarım gitti, sersem gezerim- Kemal beyi görsem başın ezerim- Di yürü yürü, Bozan’ım yürü- Aske- rin dağılmış uğrunca yürü..
Bozo ve çetesinin haricinde, yine bu havaliden Balyan Aşiretinden Kelhalil’li Hasan ve Nesim kardeşler de bir süre eşkiyalık hareketlerinde bulunmuşlardır.
VİRANŞEHİR NAHİYE OLUYOR
Viranşehir 1855 yılına kadar Besni’ye bağlı bir sipahizade iken, bu tarihten sonra Sürgü nahiyesine bağlı bir köy konumundadır. Kazası Besni mutassar- rıflığı Malatya, vilayeti ise Harput’tur. 23 nisan 1924 yılında Malatya il statü- süne kavuşunca, Viranşehir Malatya’ya bağlanıyor. Aynı yıl Viranşehir, Sürgü nahiyesinden ayrılarak müstakil bir nahiye oluyor. 1946 yılına kadar nahiye olan Viranşehir’de sırası ile Molla Rafet Doğan, Tevfik Arpacı, Mustafa Karaköylü, Fahri Esin ve Hacıbektaşlı ……. Bey nahiye müdürü olarak görev yapmışlardır.
Muhacirler ilk geldiğinde burası Besni’ye bağlı olup, toprakları Besni beyinin mülküdür. Zamanla bu topraklar para ile satın alınmış sonunda Besni beyinin burayla ilişkisi kalmamıştır. Yeri gelmişken şu ilginç olayı anlatmadan geçeme- yeceğim. O zamanlar, bu civarda yaşayan insanlar her sene geçimlik için hazır- ladıkları yiyeceklerden bir kısmını, Besni beyine götürüp vermekle yüküm- lüdür. Zira buralar resmiyette Besni Bey’inin mülküdür. Millet aç ve perişandır. Bir gün toplanıp acaba Besni beyine durumu açıklarsak, bizlere anlayış gösterir mi? diye tartışırlar. Bu hususla ilgili görevlendirilen birkaç kişi Besni’ye gidip, bey’e ricada bulunacaklardır. Besni’ye varan heyet, beyle görüşmek için kapı önünde beklemektedir. Bu sırada, bir şeye kızmış olan bey, gür sesiyle esip gür-lemektedir. Bir süre sonra içeri alınan heyet, beyin azameti ve öfkesinden kork-muş ve sinmiştir. Ezile büzüle beyin huzuruna çıkan heyete, bey sert bir şekilde “Söyleyin bakayım ne içün geldünüz, derdünüz nedür?” diye sorunca, heyet-tekiler birbirinin gözünün içine bakar ve birisi söz alarak “ Size her sene tere-yağı getiriyoruz ya bey, ernik mi olsun yoksa kere mi olsun? fikrinizi almak istedik” deyince, bey daha da hiddetlenir ve “ Bunu söylemek için mü geldünüz buraya? Getürün de nasıl getürsenüz getürün” dedikten sonra, yanındaki hizmet-kârlarına dönerek “ Sizce hangisi daha eyüdür? diye sorunca “Erniğü daha eyü-cedür bey” der hizmetkârlar. Bu durum üzerine, daha bir şey demeye cesaret edemeden, ellerindekini oraya bırakarak, süklüm püklüm bir vaziyette Viranşe-hir’e dönerler.
Köylerine yorgun ve perişan bir vaziyette dönen heyete, köylüler merakla “Söyleyin bakayım vaziyet nedir?” diye sorunca, biraz ezik ve biraz da mahçup bir vaziyette “ Kere’yi ernik ettik de geldik”derler. Bu söz uzun süre, halk ara- sında dolaşmış, yapılan beceriksizliklere izafeten kullanılmıştır.
DOĞANŞEHİR KAZA MERKEZİ OLUYOR
08/03/1944 tarih ve 114/3383 sayılı meclis kararıyla ilçe yapılan Doğan- şehir, 1946 yılından itibaren de resmen ilçe teşkilatı ve belediyelik olarak hizmet vermeye başlamıştır. İlçenin ilk belediye başkanı Esat Doğan, ilk kaymakamı Osman Akçalı, o devirde bağlı olduğu il Malatya’nın valisi de Ahmet Kınık’ tır. Aynı yıl merkez Atatürk ilkokulu ve Ziraat Bankası hizmete girmiştir. Doğan-şehir ilçesine şimdilerede bağlı olan Belediyelikler : 1) Polat 2) Sürgü 3) Er-kenek 4) Söğüt 5) Kurucaova 6) Gövdeli. Doğanşehir ilçesine bağlı köyler : Altıntop- Berge- Çavuşlu- Çığlık- Çömlekoba- Dedeyazı- Eskiköy- Fındık- Günedoğru- Gürobası- Güzelköy- Hudut- Kadılı- Kapıdere- Karaterzi- Karanlıkdere- Kelhalil- Koçdere- Küçüklü- Örencik- Polatdere- Reşadiye- Savaklı- Suçatı- Şatıroba- Topraktepe- Yolkoru- Yuvalı.
MUHACİRLERİN YAŞAM ALANLARI
Muhacir ailelerde içinde yaşanılan evler, genellikle iki katlı olup, bazen, az da olsa tek katlı evlere rastlamak mümkündü. Evlerin temeli su basmanına kadar, surların temelinden sökülen yontma taşlarla çevrilir ve ondan sonraki duvar kısmı kerpiçlerle örülürdü. Tabii bu arada kerpiçten bahsetmeden olmayacak. Kerpiçle ev yapmak yasaklandığından, kerpiç’in tarihe karıştığından bahsede-biliriz. Sonraki nesillere yabancı gelebilir ve önemsenmeyebilir. Ancak, önceleri insan yaşamında çok önemli bir yeri vardı. Kerpiçsiz bir evden bahsetmek müm-kün değildi. Evin ana unsurunu teşkil ederdi kerpiç. Kerpiçle yapılan evler gayet sağlıklı olmaktadır. Zira, yazları gayet serin, kışları ise oldukça sıcakdır ve aynı zamanda ekonomiktir.
Kerpiç; belirli yerlerden getirilen toprakların ki her yerin toprağı kullanılmaz, mutlaka kerpiç yapımına uygun toprak tercih edilirdi. Bu toprak da genellikle Sıtma mevkiinde, danalığın deresinde “Gojor “ denilen bir tepeden temin edilir- di. Burasının tarihi bir yerleşim yeri olduğu, eşelendiğinde toprak altından çıkan çanak çömleklerden anlaşılıyordu. Burasının toprağı kerpiç yapımına çok elve- rişli idi. Taşınan bu topraklar geniş bir düzlükte saman ve su ile karıştırılarak çamur harç elde edilirdi. Harca mutlaka saman karıştırmak zorunlu idi. O adeta çimento görevi yapar ve kerpiçin dağılmamasını ve sağlam olmasını sağlardı. Yapılan çamur harç bir süre dinlendirilir ve sonra keckerelerle taşınarak, anaç ve kuzulardan oluşan tahta kalıplara dökülürdü. İhtiyaç oranında kalıplara dö-külen çamur harç, kurumaya terk edilirdi. Bir kaç gün sonra, üst yüzeyi kuru- yan kerpiçler, ters yüz edilerek alt yüzeylerinin de kuruması sağlanır ve böylece işlenecek hale gelmiş olurdu. Daha sonra kurutulmuş olan bu kerpiçler, inşaat alanına taşınarak, ustası tarafından duvarlar örülmeye başlanırdı. Çok öncelerini bilmiyorum ancak, benim gördüğüm ve bildiğim kadarı ile meşhur duvar ve sıva ustaları: Faik Şahin, Hasan Şahin, Porgalı Abuzer Göltaş ve oğlu bizlerin can dostu Memet Göltaş ki, kendisi çok genç yaşta aramızdan ayrıldı, Hak’kın rah- metine kavuştu. Kendisini sevgi ve rahmetle anıyorum. Derviş Osman, Memet Akbuğa, Mustafa Tokgöz gibi daha anımsayamadığım bir çok isim, Doğanşe-hir’deki evlerin yapımında katkıları büyük olmuştur.
Evlerin yapım aşamasında insanların birbirleriyle yardımlaşması, bu çalışma- ların bir eğlence havasında sürdürülmesi, işlerin kolaylaşması açısından önem kazanmaktadır. Bu konu ile ilgili olarak halk arasında alaylı ve küçümser bir havada söylenen şu söz ilgi çekicidir: “ Anaç ver, kuzu ver, harç çamur ver, hooop kaçın duvar geliyor !...” Bu espri, duvarı ören ustanın beceriksizliğine izafeten, ya da onunla dalga geçmek adına yapılırdı daha ziyade.
Duvarlar örülüp bittikten sonra, üzerinin örtülmesine sıra gelir. Öncelikle tam ortadan kalın bir hezen atılır ki bu genellikle dayanıklı olduğundan ardıçtandır. Üzerine karşılıklı olarak normal kalınlıkta düzgün ağaçlar sıralanır. Bunların da üzeri çamur serilmek üzere küçük ağaç parçacıkları ve dallarla örtülür. Aslında tahtalarla kaplansa daha sağlıklı olur ama, o zamanlar şimdiki gibi hızar atöl- yeleri yoktu.Tahta biçmek çok zordu. Biçilecek ağaç, yüksekçe bir yere yerleş- tirilir. Bir kişi yukarıdan, bir kişi de aşağıdan olmak üzere “Gidebil “ denen takriben 1,5 metre boyundaki bıçkı, aşağı yukarı çekilirdi. Düzgün çıkmasına dikkat edilerek, bin bir zorlukla ve uzun bir zaman harcanarak bir tahtanın or-taya çıkması sağlanırdı. Bu sistem pek ekonomik ve kolay olmadığı için cazip gelmezdi. Ancak çok zaruri hallerde bu sisteme başvurulurdu.
Önceden özel su sızdırmaz toprakla hazırlanmış olan çamurdan harç, damın üzerine bastırılarak serilir. Bu kadarla iş biter mi? Tabiiki hayır.Yağmur yağdı- ğında loğlanması, kar yağdığında da kürünmesi lazımdır. Aksi halde yağmur yağdığında damın akması, kar çok çok yağdığında da çökmesi muhtemeldir. Loğ; takriben yarım metre uzunluğunda, iki tarafı delik, kalınca yuvarlak bir taş parçasıdır. Deliklerine takılan ağaçtan özel yapılmış bir kolcak yardımı ile, dam üzerinde gidip gelinerek, üzerine serilmiş olan kalın çamur tabakası iyice pekiş- tirilir, yağmur suyunun sızması önlenmiş olurdu.Yağmur yağmağa başlar baş- lamaz, herkes damın başına çıkmış olurdu. Loğların aynen kağnılar gibi çıkar- dıkları gıcırtılı sesler, insana ninni gibi gelirdi. Kış aylarında, eskiden benim çocukluk yıllarımda çok çok kar yağardı. Şayet yağan kar damın üzerinden sıy- rılıp atılmaz ise, biriken kar kütlesinin damı çökertme tehlikesi vardı. Bunun bilincinde olan ilçe halkı, kar yağdığında, aynen yağmur yağdığında olduğu gibi, hemen damın üzerine çıkıp, özel olarak yapılmış tahta küreklerle karlar kürü- nerek aşağı atılırdı. Kürünüp aşağı atılan karların, bir zaman sonra yığılarak dam boyuna ulaştığı çok görülmüştür. Bu durum ülkenin özellikle doğu ve yüksek kesimlerinde kendini pek hissettirirdi. Şimdi bakıyorum, eski kış ve karlardan eser kalmamış. Düşünüyorum da, insanların sorumsuzca davranmaları sonucu meydana gelen küresel ısınmanın, insanlık için ne büyük bir tehlike yaratacağını şimdiden görebiliyorum. Atalarımız “ Kar yılı, var yılı” diye boşuna söyleme- mişler …
Damların özelliklerinden bahsederken, süyükleri es geçmeyelim. Bizim mu- hacirler, damların dört bir yanını çevreleyen kenar kısımlarına“ Süyük-(Sivik)“ demektedirler. Süyükler dam kenarlarında, yağmur sularının ve de kürünen ka- rın dışarı atılmasında, aşağı doğru yatay vaziyette olduğu için, kolaylık sağla- maktadır. Süyüklerin de bakımına dikkat edilmesi, tahtadan yapılmış özel tokaç- larla tapuçlanması yani vurularak sıkıştırılması gerekmektedir. Aksi halde bah- settiğimiz özelliğini kaybeder ve dağılır gider. Bütün bunları detayları ile anlat- mam, bilenler için sıkıcı ve gereksiz olarak kabul edilebilir. Ancak bu, eskiler için bir nostalji, yeniler için bir bilgi akışıdır. Zamanla önem arzedebilir.
Dostları ilə paylaş: |