Bibliyografya : 9 Modern Fizikte Madde



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə17/50
tarix11.09.2018
ölçüsü1,32 Mb.
#80852
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   50

MAHK

MAHKEME

Mahv kavramının daha ileri şeklini ifade eden bir tasavvuf terimi.225

Arapça'da hükm kökünden mekân ismi olan mahkeme (çoğulu mehâkim) keli­mesi sözlükte "hüküm verilen yer, yargı­lama yeri" anlamındadır. Fıkıh terimi ola­rak kadıların içinde davalara baktıkları daire ve makamı, daha teknik bir ifade ile kamu hizmeti niteliğindeki yargılama yetkisinin kullanılması için kurulmuş res­mî makam ve kurumu ifade eder.

Terimleşme Süreci. Kur'an ve Sünnet­te hüküm kelimesi ve türevleri çok sayı­da geçmekle birlikte mahkeme kelimesi yer almamakta, yargılama / muhakeme hukukuyla ilgili olarak daha ziyade kazaî tasarrufta bulunacak kişilerin nitelik ve şartlarına ve bunların yargılama esna­sında uymaları gereken kurallara temas edilmektedir. İslâm'ın ilk devirlerinde de mahkeme terimi kullanılmayıp yargı ku­rumunu temsil eden kadı ve "yargı kara­rı" mânasındaki kaza / hüküm kelimeleri esas alınarak mahkemeyi karşılayan kav­ramların üretildiği görülür. Meselâ "bâ-bü'1-kâdî/ebvâbü'l-kudât, meclisü'1-kâdî/ kadâ, bâbü meclisi'I-kâdî/kadâ, mecli-sü'1-hükm" mahkemeleri, "dîvânü'l-kâdî, dîvânü'l-hükm" mahkeme sicil defterleri­ni, "kâtibü'l-kâdî" mahkeme kâtibini, "ve-lâyetü'l-kâdî kadâ" yargı gücünü, mah­kemelerin görev ve yetkisini, "nasbü'l-kâdr mahkemelerin kuruluşunu, "man-sıbü'1-kâdî" yargı makamını ifade etmek üzere ortaya çıkmış tabirlerdir. Bunlar arasında meclisü'1-kadâ terkibinin hem "yargılama mekânı" hem de "mahkeme kurumu ve makamı" anlamına gelecek şekilde daha sık bir kullanımı vardır. Mah­keme kelimesinin terim anlamıyla Kâsânî ve Kâdîhân gibi VI. (XII.) yüzyıl fıkıh âlim­lerinin eserlerinde görülmeye başlandığı 226 ve da­ha sonraki dönemlerde bu kullanımın gi­derek arttığı, özellikle XIX. yüzyıldan iti­baren mahkeme/mehâkim, mahkeme kâtibi, mahkeme sicil defteri gibi tabir­lerin geçtiği görülür. Böylece kadı kadâ merkezli olarak oluşturulan terimler ye­rini tarihî bir süreç içinde hâkim hüküm merkezli terimlere bırakmıştır.

Tarihî Gelişimi. Eski İslâm devletle­rinde hukuk ve adalet işlerine bakan ad­liye teşkilâtı kâdılkudâtlık, mezâlim mah­kemeleri, kadı mahkemeleri ve bunlara bağlı kuruluşlardan oluşmakta olup za­man içinde bu teşkilât yapılanmasında bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. İslâm'ın ilk döneminden itibaren mahkemeler ge­nelde tek hâkim usulüyle ve tek dereceli olarak kazâî faaliyette bulunmuş, bu ge­lenek çağdaşı diğer komşu devletler gibi İslâm devletlerinde de asırlarca varlığını korumuştur. Bununla birlikte tarihî kay­naklar az da olsa bazı mahkemelerin çok hakimli mahkeme esasına göre çalıştığını kaydetmektedir. İslâm toplumlarının adliye teşkilâtına dair ilk kaynaklardan bi­rinin müellifi olan VekT (ö. 306/918), 137 (754-55) yılında Basra kadılığına tayin edi­len Ömer b. Âmir es-Sülemî ile Sevvâr b. Abdullah'ın birlikte davalara baktıklarını, Ömer b. Âmir'in mahkeme başkanı ola­rak taraflarla konuştuğunu, Sevvâr'ın duruşmayı sessizce takip ettiğini kaydet­mektedir.227 Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071) kendi dönemine kadar mahkemelerin tek hakimli olduğu­nu, sadece Abbasî Halifesi Mansûr devrin­de (754-775) beraber görev yapmak üzere Basra kadılıklarına tayin edilen Ubeydul-lah b. Hasan el-Enbârî ile Ömer b. Âmir'in davalara birlikte baktıklarını söyler.228 Kaynaklarda ayrıca dört mezhep kâdılkudâtlarının bulunduğu devletlerde karmaşık davalara bu kâdılkudâtlardan meydana gelen bir heyet tarafından bakıldığı kaydedilmektedir.229

Hz. Peygamber Medine'de bizzat ken­disi davalara bakıyor, bazan da sahâbîleri-ni görevlendiriyor, Medine dışındaki dava­lara ise yargı göreviyle gönderdiği kim­seler bakıyordu. Davayı kaybeden kişiler kadıların verdiği kararlara bir itirazları olduğunda bunu Resûl-i Ekrem'e arzede-biliyor ve o da bu vesileyle verilen karan inceliyordu. Nitekim Hz. Ali'nin Yemen'de kadı olarak görev yaptığı esnada verdiği bir karan davayı kaybedenler incelenmek üzere Hz. Peygamber'e getirmiş, Resû-lullah da kararı inceledikten sonra isabetli bulup tasdik etmiştir.230 Hz. Peygamber'den sonra halifeler de ka­dıların verdikleri kararlara itiraz vukuun­da onları inceliyorlardı. Hz. Ömer'in hilâ­feti döneminde Medine'de kadı olarak gö­rev yapan Hz. Ali ve Zeyd b. Sâbit'in ver­dikleri bir karara davayı kaybeden kişi ha­life nezdinde itiraz ettiğinde Hz. Ömer kararı incelemiş ve, "Ben senin davana kadı olarak baksaydım senin lehine hü­küm verirdim" demiştir. Bu kişi, "Senin benim lehimde hüküm vermeni engelle­yecek ne var? Üstelik yetki sende" deyin­ce Hz. Ömer, "Eğer bu kanaate Kur'an ve Resûlullah'ın sünnetinde bulunan açık naslarla ulaşmış olsaydım o kararı bozar ve senin lehine hüküm verirdim; ancak ben bu kanaate re'yimle ulaştım, re'y ise müşterektir" cevabını vermiş, Hz. Ali ve Zeyd'in re'y içtihadına dayanarak verdik­leri hükmü bozmamıştır.231

İslâm tarihinde sistematik olarak oluş­turulmuş bir temyiz veya istînaf kuru­mundan söz etmek mümkün olmamakla birlikte kaynaklar, Hz. Ömer ve Osman'ın hilâfetlerinde her yıl hac mevsiminde Mekke'de bu tür bir mahkemenin kurul­duğunu kaydetmektedir. Abbâsîler'den başlamak üzere kâdilkudâtlann mahke­me kararlarını inceleme yetkisine sahip oldukları ve Dîvân-ı Mezâlim'in temyiz mahkemesi görevi de ifa ettiği bilinmek­tedir. Endülüs'te kâdılcemâa makamının ve "hıttatu'r-red" adıyla bilinen bir kuru­mun bir bakıma temyiz mahkemesi gibi görev yaptığı ifade edilmektedir.232

İlk dönemlerde kadı genel olarak her çeşit davaya bakma yetkisine sahipti. An­cak bazı kaynaklar, Hz. Ömer'in maddî kıymeti az olan basit davaları Yezîd b. Uh-tünnemir'e. karmaşık davaları ise Hz. Ali'­ye havale ettiğini, orduya ayrıca kadı tayin ettiğini 233 Emevîler devrinde mescidlerde 20 dinarı geçmeyen davala­ra bakmak üzere kâdfl-mescîd unvanıyla kadıların görevlendirildiğini, istisnaî ola­rak da bazı kadılara belli davalara bakma görevi verildiğini kaydetmektedir.234

İslâm'ın klasik dönemine ait literatürde mahkemelerin kuruluş ve işleyişi, mahke­me çalışanları, yargılama yeri ve usulüne dair şekil şartları gibi konularda farklı açılardan zengin bilgiler mevcuttur. An­cak bunların yazıldığı dönemin bilgi ve tecrübelerini yansıtan kaynaklar olarak görülmesi, İslâm toplumlarında adliye teşkilâtının I. (VII.) yüzyıldan günümüze kadar geniş bir coğrafyada dönem ve bölgelere, devlet ve mezheplere göre yer yer önemli farklılıklara sahip olduğunun da dikkate alınması gerekir.

Teori. Hz. Peygamber devrinden itiba­ren ülke topraklarının genişleyip devletin teşkilâtlanmasına paralel olarak İslâm toplumunda adliye teşkilâtının giderek belirginleştiği, mezheplerin oluşumu ile birlikte İslâm hukukçuları tarafından yar­gının işleyişi ve mahkemelere ilişkin teo­rik ve doktriner tartışmaların yapılmaya başlandığı görülür. Bu konudaki klasik teorinin oluşumunda, naslarda mevcut ilke ve özel hükümlerin yanı sıra o dönem fakihlerinin içinde bulundukları şartların, devraldıkları geleneğin ve tecrübe biriki­minin de önemii payı vardır. Onların mah­kemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, dereceleri, tek ve toplu mahkeme usulleri gibi konularda yaptıkları tesbitler ve dile getirdikleri görüş ve öneriler böyledir.

Hanefî fıkıh âlimleri, önceleri sadece şehirlerde mahkeme kurulabileceğini ifa­de ederken daha sonra kasaba ve köyler­de de küçük çaptaki davalara bakan mah­kemelerin bulunabileceğini kabul etmiş­lerdir.235 Şafiîfakihleri ise bir günlük mesafe­deki, yani davacı, davalı ve şahitlerin sa­bah erkenden yola çıkıp akşamleyin evle­rine dönebilecekleri her yerleşim birimin­de İhtiyaca cevap verecek sayıda mahke­me kurulmasının gerektiği görüşündedir.236 Hanbelîler "iklim" adını verdikleri Şam, Mısır, Bâbil, Hicaz gibi bölgelerde en azından birer mahkemenin bulunması gerektiğini ifade etmişlerdir.237 Bir şehirde yargı bölgeleri veya dava türleri ayrılarak mu­ayyen davalara, meselâ sadece hukuk da­valarına veya ceza davalarına ya da maddî kıymeti belirli bir miktarı geçmeyen da­valara bakmak üzere birden fazla mahke­menin kurulması da mümkündür 238Kaynaklarda, davaya baka­cak mahkemeyi belirlerken tarafların ika­metgâhlarının veya dava konusunun bu­lunduğu yerin esas alınacağı gibi açıkla­malar, özellikle büyük şehirlere birden fazla kadı tayin edilmesi halinde görevli ve yetkili mahkemeyi tayin etmeye ve kargaşayı önlemeye yarayacak bir ölçüt geliştirme anlamı taşır.

Klasik dönem İslâm hukukçuları, yar­gının işleyişine dair görüş ve önerilerini tek hakimli mahkeme sistemini esas ala­rak geliştirmişlerdir. Mâlikîler ve bazı Şa­fiî fakihlerinin çok hakimli mahkeme sis­temine sıcak bakmayışı, hâkimlerin özel­likle içtihada dayalı olarak çözümlenme­si gereken davaları karara bağlarken her zaman ittifak edemeyeceği ve bu sebeple bazı davaların sürüncemede kalacağı en­dişesinden kaynaklanır.239 Hanefî ve Hanbelî-ler'le bazı Şafiî fakihleri ise kadıların hali­fenin birer vekili olduğunu, vekâlet akdi hükümlerine göre birden fazla kişinin ve­kil olarak tayin edilebileceğini belirtip içtihada dayalı olarak çözümlenmesi ge­reken davalarda mahkemenin çalışma şartlarıyla ilgili önceden tesbit edilecek kuralların uygulanması ile davaların çö­zümünde bir sıkıntı yaşanmayacağını ifa­de ederek bu sistemin lehinde bir görüş ileri sürmüşlerdir.

Mahkemenin tek dereceli olması ve ve­rilen kararın taraflar için kazıyye-i muh­keme sayılması kural ise de hâkimin ya-nılabileceği veya kasıtlı davranabileceği hesaba katılarak ilgili tarafın verilen karara belirli esaslar çerçevesinde itiraz edebilmesi ilkesi benimsenmiştir. Fıkıh kitaplarında yer alan bilgilere göre davayı kaybeden kişi üst derecede bulunan bir kadıdan mahkeme kararının incelenme­sini isteyebilir. Kadı inceleme sonucunda verilen kararı şer*î delillere ve genel ku­rallara uygun bulursa onaylar, değilse ka­rarı bozar ve o davaya yeni baştan bakılır. İctihadlar eşit değerde olduğu ve içtiha­dın ictihadla naklolunmayacağı genel bir ilke olarak kabul edildiğinden inceleme yapan kadının içtihadının farklı olması alt mahkemede içtihada dayalı olarak veri­len bir kararı bozma sebebi olamaz. İlk içtihada öncelik verilmesinin amacı, hu­kukî çekişmenin onunla sonuçlandırılarak davaların uzayıp gitmesinin önüne ge­çilmesi ve adaletin en kısa zamanda te­celli etmesidir.240

Mahkeme Çalışanları. Mahkemenin birinci derecede ve en vazgeçilmez insan unsuru kadıdır. Mahkeme kurumunu kadı temsil ettiği için fıkıh âlimleri eserlerin­de mahkemeden ziyade kadıdan bahset­mişler, kadı kelimesini mahkemeyi de kapsayacak bir genişlikte kullanmışlardır. Kadının asıl görevi ihtilâflara bakmak ve onları karara bağlayıp icra ve infaz et­mektir. Kadılara onları tayin eden ma­kam, yaptıkları görev, dereceleri, görev yaptıkları yerleşim birimleri dikkate alı­narak çeşitli unvanlar verilmiştir. Halife tarafından tayin edilen kadıya "kâdı'I-ha-lîfe". kadı tarafından tayin edilene "halife, nâib, vekil", mescidlerde belirli bir miktar parayı geçmeyen davalara bakmak üzere tayin edilen kadıya "kâdı'l-mescid", ordu mensupları arasında çıkan ihtilâflara ba­kan kadıya "kâdı'1-cünd. kâdı'l-asker", ev­lenme ve boşanmayla ilgili davalara ba­kan kadıya "kâdfl-menâkih, kâdı'l-enki-ha", kadıların tayin ve azilleriyle yetkili ka­dıya "kâdfl-kudât, kâdfl-cemâa", temyiz mahkemesi kadısına "kâdı'r-red", yüksek dereceli kadıya "el-kâdî el-a'lâ", alt derecedeki kadıya "el-kâdî el-esfel", şehirlerde görev yapan kadılara "kadı'l-mısr, kâdı"l-medîne", kasabalarda görev yapanlara "kâdı'r-rusdâk", köylerde görev yapanlara "kâdı'I-karye" gibi unvanlar verilmiştir.

İlk dönemlerde kadılar İctihad derece­sine ulaşan âlimler arasından tayin edili­yordu. Emevîler'den itibaren genel olarak meslekî tecrübe de dikkate alınıp kadılık mesleğinin ilk basamağı olarak mahkeme zabıt kâtipliği esas alınmış, kadı kâtipli­ğinden nâibliğe, oradan da kadılığa yük­selmeyi sağlayan bir yol izlenmiştir. Yargı­lama yapmak ve karar vermekle görev­lendirilen kadılarla nâibler arasında tayin esnasında aranan nitelik ve şartlar bakı­mından bir fark bulunmamaktadır. An­cak sadece sorgulama yapmak üzere gö­revlendirilen naibin İctihad derecesinde bir âlim olması gerekmeyip sorgulama yaptığı konularda bilgiye sahip bulunma­sı yeterli kabul edilmektedir.241

İslâm'ın ilk devirlerinde yargılama usu­lü basit ve sade idi, hatta tahkim usulü­ne çok yakındı. Davacı ve davalı birlikte kadının huzuruna geliyor, iddia ve savun­malarını ona arzediyor, kadı tarafların serdettikleri delillere bağlı kalarak dava­ları hükme bağlıyordu. İlk dönemlerde had ve kısası gerektiren ağır ceza dava­larına halife ve valiler bakmışsa da Eme­vîler'den itibaren kadılara hukuk davala­rı yanında ceza davalarına bakma görevi de verilmeye başlanmıştır. Bununla bir­likte bazı yerlerde ve dönemlerde kadı­ların yargı görevlerinden bir kısmının Dî-vân-ı Mezâlim'e, hisbe ve şurta kurumla­rına devredildiği bilinmektedir. Zamanla şehirlerin nüfusu artıp dava sayısı ve tü­rünün çoğalması, toplumsal hayatın ve ilişkilerin daha karmaşık hale gelmesi ka­dıların tek başlarına yargı görevlerini ifa etmelerini zorlaştırmış, kâtip, muhzır ve müzekkî gibi memurların tayinine ihtiyaç duyulmuştur.

Kâtip. Mahkemede zabıt kâtibi kadının en önemli yardımcısıdır. Görevi taraflar­dan dava dilekçelerini alıp kadıya arzet-mek, yargılama esnasında tarafların ve şahitlerin ifadelerini yazıya geçirmek, da­va dosyalarını ve tutanakları muhafaza etmektir. Hz. Peygamber ve dört halife devrinde davalar az olduğu için mahke­me kararlan yazılmamışsa da şifahî ge­lenek içinde nesilden nesile aktarılarak daha sonraki dönemlerde yazılan kitap­lara kadar gelmiştir. Bununla birlikte Hz. Ömer ve Ali dönemlerinde kadı kâtipleri bulunduğuna dair kaynaklarda bazı bilgilere rastlanmaktadır.242 Kindî. Mısır'da mahkeme kararlarının tescilinin Muâviye'-nin ilk kadısı Süleym b. Itr et-Tücîbî ile (ö. 75/694-95) başladığını söyler.243 Bu tarihten itibaren Mısır'­da mahkeme teşkilâtında kâtipler yer al­mış ve bu kâtiplerden pek çoğu sonradan kadı olarak tayin edilmiştir. Sadrüşşehîd de 120-122 (738-740) yılları arasında Kû-fe'de kadılık yapan İbn Şübrüme'nin, "İlk defa tarafların ve şahitlerin ifadelerini zaptedip yazan benim ki benden sonra da bu uygulamayı hiç kimse terketmedi" sö­zünü nakledip bundan böyle bölgede mah­keme kararlarının yazılmaya başlandığını ifade etmiştir.244 Fıkıh âlimleri kâtibin kadının yardımcısı ve mahkemede cereyan eden işlerin şa­hidi olduğunu, dolayısıyla onun güvenilir, dürüst, kavrayış sahibi ve resmî yazıları yazmayı, resmî belgeleri tanzim etmeyi bilen bir kişi olması gerektiğini ifade ede­rek kâtipliğin bilgi, sanat ve yüksek bir karakter işi olduğunu belirtmişlerdir.

Sâhibü'l-meclis (mübaşir). Mahkemede sırası gelen tarafları ve şahitleri yargıla­ma salonuna almak, yargılama esnasında asayiş ve güvenliği sağlamak üzere mü­başirler bulundurulur. Klasik fıkıh kitap­larında "sâhibü'l-meclis, cilvâz, nakîb, bevvâb, hâcîb, arif" gibi terimler mübaşir karşılığı olarak kullanılmıştır.

Muhzır. Mahkemelerde davacı, davalı ve şahitlere ikametgâhlarında tebligatta bulunmak, gerektiğinde onları mahke­meye celbetmek üzere muhzır bulundu­rulur. Klasik fıkıh kitaplarında "a'vân, muhzır, müşhıs, ecriya" gibi terimler "ad­lî zabıta ve tebligat memuru" anlamında geçmektedir. Hanefî fıkıh bilgini Kâsânî muhzırların tabiîn döneminden sonra mahkeme teşkilâtında yer almaya başla­dığını söyler.245

MüzekUî. İlk devirlerde kadılar şahitle­rin güvenilir (âdil) kimse olup olmadığını alenî olarak soruşturuyor ve bu soruştur­madan olumlu sonuç alırsa onunla yeti­nerek şahitliklerini kabul ediyorlardı. An­cak alenî soruşturmalarda kendilerine şahidin durumu sorulan kişilerin baskı altında kalarak kanaat belirtebilecekleri endişesini taşıyan bazı kadılar şahit hak­kında ayrıca komşuları ve çalışma arka­daşları nezdinde de gizlice araştırma yap­maya yöneldiler. Kaynaklar, şahitlerle il­gili ilk gizli soruşturmayı başlatan kadılar arasında Kûfe'de Şüreyh ile (ö. 78/697) İbn Şübrüme (ö. 144/761) ve Mısır'da Gavs b. Süleyman'ı (ö. 168/785) zikreder. Davaların ve şahitlerin sayısındaki artış dola­yısıyla kadılar şahitlerin tamamının duru­munun araştırılması konusunda güçlük çekince bunu araştırmak üzere "müzekkT (sâhibü'l-mesâi I) adıyla memurlar tayin et­meye başladılar. Kindî'nin verdiği bilgiye göre Mısır'da 168 (784-85) yılında sâhi-bü'1-mesâili ilk defa tayin eden Kadı Mu-faddal b. Fedâle'di.246 Kâsânî, önceki kadıların şahitlerin durumunu bizzat kendilerinin soruştur­duklarını, kendi zamanında İse böyle bir soruşturma ile müzekkîleri görevlen­dirdiklerini ifade etmektedir.247

Tercüman. Ülke topraklarının farklı dil­leri konuşan yeni toplulukları da içine ala­rak genişlemesi mahkemelerde tercü­man bulundurma ihtiyacını doğurmuş­tur. Zamanla mahkeme teşkilâtı içinde bu unvanla bir memur yer almaya başla­mıştır. Kadının, dilsiz ve sağırlarla anla­şamadığı takdirde onların işaretlerini anlayan bir kişinin (müsemmi', müsmi') yardımını alması da böyledir.248

Kasım. Hisse-i şayiayı mirasçılar ve or­taklar arasında kanunî paylarına göre tak­sim eden memura "kasım" (çoğulu kas­sam) denir. Kasımın emin olması, fıkıh ve matematik bilgisine sahip bulunması gerekir. İlk devirlerden itibaren kadıların belli davaların karara bağlanmasında ka­sımın yardımına başvurduğu bilinmekte­dir. Kaynaklar, Hz. Ali zamanında Abdul­lah b. Yahya'nın mahkemede kasım ola­rak görev yaptığını kaydetmektedir.249

Seccân. Kaynaklarda, şehirlerde ağır hapis cezasına mahkûm olan suçluların valilerin hapishanelerine, hafif hapis ce­zasına mahkûm olanların ise kadıların ha­pishanelerine kapatıldığı kaydedilmekte­dir. Kadı kendi yönetiminde bulunan ha­pishanenin idari işlerini görmek ve mah­kûmların durumları hakkında bilgi ver­mek üzere "seccân" (sâhibü's-sicn) adıyla memur tayin ediyordu. Kadılar mahkeme personelinin idarî bakımdan âmiri olduk­larından denetimleri de onlara aitti.

Mahkeme Yeri ve Faaliyeti, Duruşma­nın yapılacağı yer hakkında kesin ve bağ­layıcı bir şer'î hüküm mevcut olmayıp konu geleneğe ve devletin teşkilâtlanma aşamalarına göre belli bir gelişim seyri izlemiştir. İlk devirlerden itibaren kadılar camilerde, camilere bitişik yerlerde (batî-ha, rahbetü'l-mescid, sahnü'l-mescid) ve­ya evlerde davalara bakıyorlardı. Kaynaklar, ilk defa Hz. Osman zamanında bir evin adlî duruşmaların yapılmasına tahsis edil­diğini kaydetmektedir.250 Sonraki dönemlerde zaman zaman cami ve evlerde davalara bakılma­sı idareciler tarafından yasaklanmışsa da uzunca bir süre bu mekânlar yargılama yeri olarak kullanılmaya devam etmiştir. Kadıların tayin kararnameleri de (ahd, menşur] camilerde düzenlenen törenler­de okunmakta, böylece kadının görev ala­nına giren konular ve yargı çevresi halka duyurulmaktaydı. Doktrinde de klasik dö­nem fakihlerinin çoğunluğu camilerin ay­nı zamanda mahkeme salonu olarak kul­lanılmasına karşı çıkmaz. Ancak bazı Mâ­liki fakihleri cami dışındaki bir mekânın yargılama yeri olarak kullanılmasının maksada daha uygun olduğunu ifade et­mişler, Şafiî fakihleri ise dava sebebiyle gelenlerin ibadet amacıyla yaptırılan ca­milerin âdabı ve temizliğiyle bağdaşma­yacak davranışlarda bulunacaklarını ileri sürerek camilerin yargılama yeri olarak kullanılmasını doğru bulmamış, yargı ma­kamının işlev ve ihtişamına uygun ayrı bi­naların seçilmesini önermişlerdir. İslâm tarihinde ilk devirlerden itibaren kadı mahkemelerinden ayrı olarak idarî ve adlî yargı ve denetim görevlerini yürüten me­zâlim mahkemeleri kurulmuştur. Bu tür davalara cami, medrese ve saray gibi umumî ve resmî yerlerde bakılmış oldu­ğu gibi dönemlere ve devletlere göre de­ğişen "dîvân-ı mezâlim, dârü'l-mezâlim, dârü'l-âmme, dârü'1-adl" gibi adlar taşı­yan özel mekânlar da tahsis edilmiştir.251

İslâm'ın ilk dönemlerinde duruşmalar için belirlenmiş bir gün veya saat söz ko­nusu değildi; mahkemeler haftanın her gününde ve her saatinde davalara bakı­yordu. Daha sonra davalar çoğalınca ka­dılar, haftanın belirli gün ve saatlerini davalara ayırıp özel ihtiyaçlarını karşıla­mak ve ilmî araştırma yapmak için haf­tanın bir gününü mahkemenin tatil günü olarak kabul etmişlerdir. Sadrüşşehîd, II. (VIII.) yüzyılda kadıların müderrisler gibi cumartesi günü, III. (IX.) yüzyılda pazar­tesi veya salı günü, VI. (XII.) yüzyılda res­mî görevliler gibi salı günü tatil yaptıkları­nı ifade etmektedir.252 Emile Tyan, bazı kadıların rama­zan ayında davalara bakmadığını dikkate alıp bu uygulamayı adlî tatil olarak değer­lendirmiştir.253 Fakihler, yargılamanın gündüz saatlerinde yapılmasının isabet ve verimliliği arttıracağını belirterek bir zaruret bulunma­dıkça geceleri yargılama yapılmamasını önermiş, ayrıca ibadet vakitlerinde, kur­ban ve ramazan gibi dinî bayramlarda, toplum için özel bir anlamı olan günlerde, aşırı sıcak ve aşın soğuk günlerde mah­kemelerin tatil edilmesinin uygun olaca­ğını ifade etmişlerdir.

Geçmiş İslâm devletlerinde mahke­melerde riayet edilen muhakeme usulü, Kur'an ve Sünnet'te bu yönde getirilen bazı açıklamalara, aynı zamanda müslü-man toplumların kendi bilgi ve tecrübe­lerine göre şekillenmiştir. Kadı, yargıla­ma esnasında taraflara eşit muamele edebilmek için onları önünde oturtur, mübaşir kadının yanı başında taraflardan biraz uzak bir mesafede ayakta dururdu. İstişare için çağrılan ilim ehli kadının ya­nında otururdu. Kadı mahkeme sicil def­terini sağ tarafına koyar, kâtip de ifade­leri zaptedip yazarken görebileceği yere otururdu. Abbasîler döneminde Kâdılkudât Ebû Yûsuf kadılar için özel elbise ih­das etmişti. Fıkıh literatüründe yargıla­ma salonunun yargının ihtişamına lâyık bir şekilde tefriş edilmesi ve kadının yar­gılama esnasında Diraz yüksek bir yerde oturması gereğinden söz edilir.

İslâm tarihinde yargılamanın alenîliği genel bir ilke olarak benimsendiğinden camilerin yargılama yeri olarak seçilme­siyle bu amaç kolayca gerçekleşiyor, du­ruşmaları evinde yapan kadılar ise evleri­nin kapılarını herkese açık bulundurmaya özen gösteriyordu. Duruşmaları taraflar ve şahitler dışında dinleyiciler de izleye­biliyordu. Kadı genel ahlâk ve âdaba uy­gun olmayan durumlarda kapalı oturum­lar düzenliyor, bu durumda sadece ilgili­ler duruşma salonuna alınıyordu. Duruş­ma oturumunun yönetimi kadının yetki-sindeydi. Kadı, mahkemenin âdabına ve saygınlığına uygun olmayan davranışlar­da bulunanları uyarır, bundan bir sonuç alamazsa onları mübaşir aracılığı ile sa­londan çıkarır ve gerektiğinde ta'zîr ce­zası verirdi. Duruşmaları alenî yürüten kadı ilim erbabıyla gizli olaraK istişare edip hükmünü tek başına verir ve hük­mü ilgililere açıkça tefhim ederdi.

Bibliyografya :

Müsned, I, 77, 152; Şafiî. et-Üm, VI, 209, 216, 221;Ve«î\ Ahbârü'l-kudât,l, 105; II, 55; Kindî. el-Vülât oe'l-kudât, s. 309, 340, 343, 355, 385, 394, 395, 397, 399; Mâverdî. el-Ahkâmü's-sul-tûniyye, Beyrut 1405/1985, s. 60-61; Hatîb, Târihu Bağdad, X, 307; Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 352;"serahsî, el-Mebsül, XVI, 77-86, 90,93,94, 98, 102; Sadrüşşehîd. Şerhu Edebi'L-kâdî{nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1397-98/1977-78,1, 243-244, 250-251, 295-317; II, 79-83; III, 332; IV, 72; Kâsânî, Bedâ1/', VII,10-14; Kâdîhan, et-Fetâuâ,\\l, 423; \bnü'l-Cevzl KİLâbü't-Ezkiyâ, Kahire 1304, s. 51, 55; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 46, 52-54, 58, 95, 107-108, 109, 134; İbn Ebü'd-Dem. Edebıı'l-kazâ*(nşr. MuhyîHilâl es-Serhân), Bağdad 1404/1984, I, 3] 1, 312, 319, 326, 327, 332; Karâfî, ez-Zahire (nşr. Muhanv med Bû Hubze), Beyrut 1994, X, 35, 60, 74, 75, 77; İbn Kayyim el-Cevziyye. İ'-lâmü't-muuak-kı'în, I, 65; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyîniı't-hakâ'İk, Bulak 1314, IV, 188; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebşıratü'l-hükkâm (nşr. Tâhâ Abdür-raÛfSa'd). Kahire 1406/1986,1,27,35-38,40, 42; Molla Hüsrev, Dürerü'l-hükkâm, İstanbul 1310, il, 404; İbn Nüceym, el-Bahrü'r-râ'ik.V, 81; VII, 18, 145; Hatîb eş-Şirbînî, Muğni'l-muh-tac, Beyrut 1933, IV, 373, 379-380, 387, 388, 389, 391, 396; Şemseddin er-Remlî, Nİhayetü'l-muhtaç, Mısır 1898, VIII, 224, 23); et-Fetâoa't-Hİndiyye, V, 320-325; Hayreddin b. Ahmed er-Remlî. ei-Fetâoa'l-hayriyye li-nefci'l-beriyye. Bulak 1300, III, 213, 324; IV, 156-158; Ahmed b. Muhammed el-Hamevî, ûamzü 'uyûni'l-be-şâ'ir, Beyrut 1405/1985, II, 214, 402; Muham­med b. Abdullah ei-Haraşî, Şerhu Muhtasarı iia-l'ıl, Bulak 1318, VII, 143,144, 349, 163; İbn Ebû Tağlİb. Neylü'l-me'ârib, Kahire 1325, II, 263, 265; Muhammed b. Ahmed ed-Desûki, hiâşiye cale'ş-Şerhi't-kebİr, Kahire 1328, II, 258; III, 345; İbn Âbidîn. Reddü'l-muhtâr, III, 780; IV, 322; V, 362; a.mlf., el-'üküdü'd-dürriyye fi tenkihi't-Felâua'l-Hâmidiyye, Bulak 1300, II, 36, 198; Mece//e,md. 1791, 1801, 1814, 1825, 1827, 1833, 1834, 1836; Abdülhay el-Kettânî, et-Te-râübü'l-idâriyye, I, 271; E. Tyan. L'histoire de l'organisation judiciaire en pays d'lslam, Paris 1938,1, 418-419; Ahmed Muhammed Müleycî, en-Nizâmü'l-kazâ'iyyü'l-klâmt, Mısır 1984, s. 148-149; Abdülkerîm Zeydân, Nizâmü'l-kazâ' ft'ş-şen'ati'L-İslâmiyye, Bağdad 1984, s. 52-54, 55-61; Zâfir el-Kâsımî. Nizâmü'l-hükm fı'ş-şe-rfa ve't-târîhi'l-İslâmİ, Beyrut 1407/1987, II, 235-237, 395-427; Abdurrahman b. İbrahim. el-Kazâ' ue nizâmühû fİ'l-Kİtâb ue's-Sünne, Mekke 1989, s. 282; Mahmûd b. Muhammed Urnüs, Tânha'l-kaza1 fî'l-İslam, Kahire, ts., tür.yer.; Muhammed ez-Zühaylî, Târihu'I-kaza p'l-İslam, Dımaşk-Beyrut 1415/1995, s. 160, 246, 267, 332, 344, 346; Fahrettin Atar. İslâm Adliye Teşkilâtı, Ankara 1991, s. 139,142-165; J. Scnacht, "Mahkama", £F(ing), VI, 1-3.

M Fahrettin Atar

Osmanlı Devletî'nde Mahkeme.

Osmanlı Devletİ'nde mahkemeler, İslâmiyet sonrasında oluşan Türk- İslâm adlî yapı geleneğinin devrine nisbetle gelişmiş bir örneğini teşkil eder. Osmanlı hukuk tari­hinin Batılılaşma modernleşme döne­mine kadar devam eden sürecinde klasik yapı büyük ölçüde korunmuştur. Daha çok "meclis-i şer", mahfil-i şer'" olarak ad­landırılan klasik Osmanlı mahkemesi bu devirde tek hakimli ve esas itibariyle tek derecelidir. Çok hakimli mahkeme yapısı İslâm hukuk teorisine uygun olmakla bir­likte 254 bir İki istisna dıve özellikle Osman­lı dönemi uygulamasına yabancıdır. O ka­dar ki çok üyeli bir yapısı olan Dîvân-ı Hü­mâyun bir yüksek mahkeme olarak işlev gördüğünde yargılama sadece Rumeli ka­zaskeri tarafından yapılmakta, yanında oturan Anadolu kazaskeri yalnız izleyici konumunda bulunmaktaydı. Davaların yoğun olması durumunda sadrazamın is­teği üzerine Anadolu kazaskeri de yargı­lamaya yardım eder ve divanda tek başı­na yargılama yapardı. Böyle bir geleneğin oluşmasında, hüküm vermede önemli bir yer işgal eden içtihadın hem mahiyeti hem tarihî uygulaması itibariyle münferit bir faaliyet şeklinde görülmesinin önemli rolü olmalıdır. Öte yandan Dîvân-ı Hümâ-yun'un bir yüksek mahkeme olarak varlığı ve gerektiğinde mahallî mahkemelerin kararlarına yapılan itirazları gözden ge­çirmesi, Osmanlı mahkeme yapısının esas itibariyle tek dereceli olma özelliğine ay­kırılık teşkil etmez. Mahallî mahkeme ka­rarları, bir kısım ceza davaları hariç veril­diği andan itibaren bir üst mahkemenin tasdikine gerek olmaksızın işlerlik kaza­nırdı.

Osmanlı mahkemesi, daha önceki ve çağdaşı İslâm devletlerinde görülen ör­neklere nisbetle gelişmiş bir yapı arzeder. Her şeyden önce Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanı genişlemiştir; hem şerî hem örfî davalarda tek yetkili mah­keme konumundadır. Gayri müslimlerle ve bilhassa gayri müslim din adamlarıyla ilgili bazı davalar ve hazineye intikal et­miş mirasçısız terekeye yönelik bir kısım istihkak davaları bir tarafa bırakılacak olursa Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanına girmeyen herhangi bir hu­kukî ihtilâf yok gibidir. Diğer İslâm devlet­lerinde görev yapan mezâlim divanları Osmanlı Devleti'nde yerini kısmen mahal­lî mahkemelere, kısmen Dîvân-ı Hümâ-yun'a bırakmıştır. Ancak yine de meclis-i şer' dışında Osmanlı Devleti'nde yetkili başka hiçbir yargı kurumunun bulunma­dığını düşünmemek gerekir. Dîvân-ı Hü-mâyun'un yanı sıra sadrazamın başkan­lığında Rumeli ve Anadolu kazaskerleri­nin katılımıyla toplanan cuma divanı, İs­tanbul ve bilâd-ı selâse (Üsküdar, Galata, Eyüp) kadılarının iştirakiyle toplanan çar­şamba divanı Dîvân-ı Hümâyun'un yargı yükünü hafifleten yüksek mahkemeler görünümündedir. Mısır divanı buradaki mahkemelerce verilen kararların itiraz makamı olması açısından merkezdeki Dî­vân-ı Hümâyun'un İşlevini üstlenmekte­dir. Öte yandan Rumeli kazaskerlik mah-

kemesinin imparatorluk dahilinde yaşa­yanların davalarına bakmakla yetkili kılı­nan, ancak yine de sınırlı bir faaliyet ala­nı bulunan bir mahkeme olduğu anlaşıl­maktadır. Beylerbeyilerin başkanlığında toplanan eyalet meclislerinin zaman za­man bölge kadısının iştirakiyle bir yargı kurumu gibi çalışması, sefere çıkan bir vezirin geçtiği bölgelerde yine o bölge ka­dısının (toprak kadısı) katıldığı bir top­lantı akdedip idarî şikâyetler yanında adlî şikâyetleri de dinlemesi diğer yargılama örneklerindendir. Bu mahkeme listesine, gayri müslimlerin ahvâM şahsiyyeleriyle ilgili ihtilâflarına isteğe bağlı olarak ba­kan ve kilise ile sinagoglar bünyesinde kurulan cemaat mahkemelerini de ekle­mek gerekir. Ancak gayri müslimler ceza, borçlar, ticaret hukuku gibi hukukun di­ğer alanlarında ve cemaat mahkemesine gitme konusunda aralarında anlaşmaz­lık çıktığı takdirde ahvâl-i şahsiyye saha­sında da Osmanlı mahkemesine başvurmak durumundadır. Ayrıca Osmanlı Devleti'nde geçici bir statü ile bu­lunan yabancıların (müste'men) kendi ara­larındaki ihtilâflara kapitülasyonlar gere­ği olarak bakan ve onlara kendi hukukla­rını uygulayan konsolosluk mahkemeleri de bu arada sayılmalıdır. Öte yandan tari­kat, esnaf teşkilâtı, yeniçeri ortası, kabile, boy, Hz. Peygamber soyundan gelen seyyid şerifler gibi bir kısım teşkilât ve top­lulukların hukukî ihtilâfları, mahkemeye başvurulmadan yürürlükteki hukukî ku­ral ve mahallî teamüller ışığında şeyh. kâhya, ağa, kethüda, nakîbüleşraf olarak anılan başkanlarının veya İleri gelenleri­nin kararıyla çözüldüğü de sıkça rastla­nan uygulamalardandır. Ancak bütün bu mahkemeler sınırlı görev alanı ve yetki­leri olan kurumlardır; Osmanlı Devleti ge­nelinde yetkili yargı kurumu, klasik Os­manlı mahkemesidir.

Bu mahkemelerin hem şer'î hem örfî hukuku uygulayan bir yargı kurumu ol­ması bazı İslâm devletlerinde var olan mezâlim, ihtisab, şurta gibi farklı yargı kurumlarının sebep olabileceği karmaşayı önlemiştir. Hâkimü'ş-şer' de denilen ka­dılar önlerine gelen şer'î davalara fıkıh ki­taplarında, örfî davalara da kanunnâme­lerde yer alan kuralları uygulamışlardır. Medreselerde okutulan Hanefî fıkıh ki­tapları ve bunlar arasında özellikle Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Molla Hüsrev'in Dürerü'l-hükkâm, Ka­nunî Sultan Süleyman devrinden itibaren İbrahim el-Halebînin Mülteka'l-ebhur adlı eserleri mahkemelerin kullandığı bilgi kaynakları olarak dikkati çekmektedir.

Resmî ve özel kanunnâme derlemeleri, başşehirden gönderilen münferit fer­manlar da kadılara örfî hukuk uygulama­larında yardımcı olan kaynakların başında gelmektedir. Sert ve örfî hukukun aynı mahkeme tarafından uygulanması bu iki hukuk sisteminin uyumlu beraberliğini sağladığı gibi adlî hayata da güven ve is­tikrar getirmiş, bütün adlî ve belirli ölçü­de idarî yapının merkezine kadıyı yer­leştirmiştir. Bu bakımdan Osmanlı yönetiminin şerl ve örfî kuralları yan yana ahenkli bîr biçimde uygulama hususun­da diğer İslâm devletlerinden daha başa­rılı olduğunu söylemek mümkündür. Yine bu uygulama, yetkili adlî merci belirsizli­ğinin doğuracağı keyfî uygulamalara im­kân vermediğinden yönetici kesimin (ehl-i örf) reayaya yönelik keyfî uygulamalarını da en aza indirmiştir. Öte yandan hangi hukuk alanına (şer'î-örfî) ait olursa olsun bir hukuk uygulamasının kadının izni ol­madan yapılması da yasaklanmıştır. Sa­dece hukukuygulamalarının değil vergi toplanması, tahrir yapılması gibi idarî ta­sarrufların da hâkimin bilgisi (kadı mari­feti) olmadan gerçekleştirilmemesi ka­nunnâmelerde ve adaletnâmelerde sıkça vurgulanmıştır.255 Bu da bir yandan merkezî otoritenin kamu görev­lilerinin keyfî uygulamalarına karşı ne ka­dar hassas olduğunu, diğer yandan ehl-i örfün fırsat buldukça bu tür uygulama­lara yatkın bulunduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Osmanlı mahkemeleri esas İtibariyle Anadolu ve Rumeli olmak üzere İki bölge­ye ayrılmış, Anadolu'daki kadılar Anadolu kazaskerliği, Rumeli'de, Kırım ve Kuzey Afrika'daki kadılar da Rumeli kazaskerliği bünyesinde mevleviyet, sancak ve kaza kadılıkları olarak teşkilâtlanmıştır.256 Bu iki bölgeden birinde kadılık gö­revine başlayan hâkimlerin yer değiştir­mesi, terfi etmesi yine kendi grubu içinde mümkün olurdu. Kazaskerler, XVI. yüzyı­lın ortalarına kadar kendi bölgelerindeki, günlük 150 akçeye kadar geliri olan kadı­lıkları divan günlerinde bizzat padişaha arzedip tayinlerini yaparken 150 akçeden fazla geliri olan kadıları sadrazam kanalı ve onayıyla padişaha sunarlardı. Fakat XVI. yüzyılın ortalarından itibaren mevleviyet denilen büyük kadılıklara tayinler kazasker tarafından değil şeyhülislâm tarafından sadrazam kanalıyla padişaha sunularak yapılmıştır. Daha az geliri olan kadı tayinlerini kazaskerler yapmaya de­vam etmiş, ancak bunlar da şeyhülislâm kanalıyla padişaha arzedilmiştir.

Kadılar ilk kuruluş yıllarında süresiz olarak göreve getirilirken taliplerin ço­ğalması ve herkese yetecek sayıda kadı­lığın bulunmaması sebebiyle zamanla bu usulden vazgeçilmiş, kadıların görev sü­releri XVI. yüzyılın sonlarında üç yıla, XVII. yüzyıl içinde iki yıla indirilmiş, ardından bu süre biraz daha kısaltılarak büyük ka­dılıklara bir yıl, diğerlerine yirmi ay süre ile tayinler yapılmıştır. Ancak kadıların fiilî görev süreleri bitip yeni bir göreve ta­yinlerine kadar İstanbul'a dönerek bağlı bulundukları kazaskerlikte sıra bekleme­leri 257 ve bu sırada herhan­gi bir maaş almamaları bunları mahru­miyet içinde bırakmış, dolayısıyla görev yaptıkları dönemde bazılarının meslek ah­lâkına olumsuz etki yapmıştır. Kadıların gelirlerini arttırmak için zaman zaman bölgelerinde teftişe (devre) çıktıkları, me­selâ kendilerince uygun yapılmayan miras taksimlerine itiraz ettikleri ve -kanun­nâmelerde aksi emredilmesine rağmen-zorla tereke taksimine yönelerek harç al­dıkları zaman zaman şikâyete konu olan suistimallerdendir. Kadılıkların sürekli ha­le getirilmesi Tanzimat sonrasında ger­çekleşmiş ve 1876 Kânûn-i Esâsîsiyle de hâkimlerin azledilmezliği anayasal bir statüye kavuşmuştur.258

Osmanlı Devleti'nde mahkemeler için özel bir binanın hangi tarihten itibaren ayrılmaya başlandığı kesin olarak bilin­memektedir. Osman Nuri Ergin, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine bunların mekânı olan Ağakapısf nın şeyhülislâmlı­ğa devredilmesinden sonra 1836'da Ana­dolu ve Rumeli kazaskerliklerime İstanbul kadılığının buraya nakledildiğini, böylece resmî bir binaya kavuşulmuş olduğunu söylemekteyse de 259 bu uygulamanın gerek İs­tanbul'da gerekse diğer şehirlerde daha önce başladığını düşünmek gerekir. Zira bir kısım mahkemelerde sayısı yüzleri bu­lan sicil defterlerinin kadıların özel konak­larında muhafaza edildiğini ve herhangi bir kurumsal yapı olmadan yeni gelen ka­dıya devredilerek günümüze kadar umu­miyetle zayi olmadan geldiğini düşünmek çok mâkul olmasa gerektir. Şeyhülislâmlığın ve mahkemelerin Ağakapısı'nda toplanmasının kazaskerliğin ve İstanbul mahkemelerinin kurumsallaşmasında ileri bir aşamayı temsil etmiş olması muhte­meldir; mahkemelerin resmî bir yapıya kavuşması ise bundan çok daha önce ger­çekleşmiş olmalıdır.

Başlangıç yıllarında kadıların düzenli ve yeterli gelirlerinin olmaması ve bunun çe­şitli problemler doğurması üzerine Yıldı­rım Bayezid devrinde Veziriazam Çandar-lızâde Ali Paşa'nın teklifi üzerine mah­kemede görülen davalar, yapılan miras taksimleri ve hazırlanan hüccetler İçin belli oranda harç alınmaya, böylece kadı ve yardımcıları için sürekli bir gelir sağ­lanmaya başlanmıştır. Harç miktarları da kanunnâmelerle belirlenmiş ve değişen şartlar altında zaman zaman yeniden dü­zenlenmiştir.260

Kadılar yargı işlevini tek başlarına yap­makla birlikte mahkemede sayıları deği­şen yardımcıları da vardı. Bunların ba­şında bizzat kadı tarafından tayin edilen nâibler gelir. İşin mahiyetine veya tayinin şekline göre kadı naibi, mevâlî naibi, bab naibi, arpalık naibi gibi farklı İsimler alan bu yardımcılar kendilerini görevlendiren kadı adına yargılamada bulunur ve onun işini önemli ölçüde kolaylaştırırlardı. XVII. yüzyılda Eyüp kadılığında yirmi ye­di. Galata kadılığında kırk dört naibin gö­rev yaptığı bilinmektedir. Bu sayı Kahire'-deon birdir.261 Za­manla bu usul bazı mahkemeler için sü­rekli bir uygulamaya dönüşmüş ve mah­kemelere tayin edilen bir kısım kadılar görev yerine gitmeyip yargı görevini ta­yin ettiği nâiblerle yürütür olmuştur. An­cak bu uygulamanın Osmanlı hukuku açı­sından bazı sakıncalar doğurduğu da bir gerçektir.262 Bunun yanı sıra yargılamanın alenî ola­rak yapıldığını gözlemleyen ve mahkeme defterine isimleri yazılan şühûdü'l-hâl ka­dıların önemli yardımcılarındandir. Mah­kemeye gelen tarafların yakınlarından, sosyal veya meslekî çevresinden oluşan, bu sebeple görülen davaya bağlı olarak İsimleri sürekli değişebilen şühûdü'l-hâ-lin sadece yargılamanın aleniliği bakımın­dan değil birçok durumda yargılamanın âdil yapılması açısından da etkin olduğu söylenebilir. Mirasla ilgili problemleri çö­zen ve tereke taksimleriyle ilgilenen kassâmlar, mahkeme kayıtlarını zaman için­de geleneği oluşmuş yazım usulleri çerçe­vesinde tutan, hüccet ve nâmları kaleme alan kâtipler, defterdarlıkla halk arasın­daki malî anlaşmazlıklara bakan mîrî kâ­tipleri, sanıkların mahkemeye celbinde hizmetleri olan muhzırlar mahkemede kadının diğer önemli yardımcılanndandır. Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla so­na ermesinde isimleri hemen hiç zikre­dilmeyen, ancak yaygın olarak devreye girdikleri ve olumlu rol oynadıkları görü­len ara bulucular da (muslihûn) bu arada sayılmalıdır. Çarşı ve pazarların denetlen­mesinde, gerek narhların gerekse kulla­nılan ölçülerin standartlara uygunluğu­nun sağlanmasında rol alan muhtesibler, sanıkların mahkemeye celbinde, verilen cezanın uygulanmasında görevleri olan subaşı, sancak beyi, beylerbeyi gibi ehl-i örfün de Osmanlı hukuk uygulanmasında önemli roller üstlendiği belirtilmelidir.

Osmanlı mahkemelerinin işleyişinde di­ğer İslâm devletlerinde olduğu gibi fetva kurumunun ve müftülerin önemli bir yeri vardır. Kendilerine sorulan dinî- hukukî sorulara somut olayla ilgilenmeden sa­dece teorik temelde cevap veren müftü­ler, bir taraftan bazı ihtilâfların mahke­melere intikal etmeden barış yoluyla çö­zülmesini sağlarken diğer taraftan mah­kemelerin uygulamalarını dolaylı yoldan etkilemiş ve onlara belirli ölçüde yön ver­miştir. Her ne kadar fetvalar kadıyı bağla-mamaktaysa da mahkemeye intikal eden ihtilâfla sunulan fetva vakıa olarak birbi­riyle uyuşuyorsa kadının fetvaya aykırı ka­rar vermesi yanlış karar vermiş olduğuna kuvvetli bir karine teşkil eder ve bozul­masına sebep olurdu. Bundan dolayı kadıların genelde mahkemeye sunulan fetvalara uygun karar verdikleri görül­mektedir.

Taraflar mahkemede ya bizzat hazır bulunur veya bir vekille temsil edilirdi. Ve­kâlet kurumunun varlığına ve İslâm hu­kuk tarihinde köklü bir geçmişi olmasına karşılık profesyonel vekâlet kurumu avu­katlık Osmanlı adlî hayatında mevcut de­ğildir.

Eyalet, sancak ve kazalardaki mahke­melerde ancak bu İdari birimlerde ikamet edenler yargılanır, bunun dışına çıkıldı­ğında verilen hüküm geçersiz olurdu. Fa­kat padişahın izin vermesi durumunda mahkemelerin yargı sınırının genişlemesi mümkün olabilirdi. Dîvân-ı Hümâyun, cu­ma divanı ve Rumeli Kazaskerlik Mahke­mesi buna örnek gösterilebilir; bu mah­kemeler bütün Osmanlı tebaasının başvurabildiği genel mahkemeler görünümündedir.

Mahkeme kararları sicil defterine ya­zılır, taraflara bununla ilgili bir belge ve­rilirdi. Sicil defterine sadece hukukî ihti­lâflar ve kararlar değil mahkemede dü­zenlenen çeşitli belgelerin, merkezden gelen emir ve fermanların birer sureti de kaydedilirdi.263 Mahkeme karar­ları, içtihadın içtihadı nakzetmeyeceği prensibi gereği Anglo-Sakson hukukun­da olduğu gibi sonraki davalar için emsal oluşturmasa da bu kayıtlar o mahkeme­de görev yapan kadılar için önemli bir bil­gi ve yürürlük kaynağı olmuştur. Dolayı­sıyla kadılar görev yaptıkları dönemin sicil kayıtlarını yanlarında götürmez, mahal­linde bırakırlardı.

Anadolu ve Rumeli'de bulunan mahke­melerde esas itibariyle Hanefî mezhebi ictihadları uygulanmış, bu uygulama XVI. yüzyılın ortalarından itibaren daha katı bir tarzda takip edilmiştir. Tarafların baş­ka bir mezhebe mensup bulunması veya diğer bir mezhep görüşünün uygulan­masını talep etmeleri Anadolu ve Rumeli mahkemeleri söz konusu olduğunda dik­kate alınmazdı. Diğer mezhep mensupla­rının yoğun biçimde yaşadığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde ise Hanefî baş-kadısının başkanlığında diğer üç Sünnî mezhepten de nâibler tayin edilerek mensupları için bu mezhep görüşlerinin uygulanmasına imkân tanınmıştır. Ancak 1805'te Mısır'da Mehmed Ali Paşa, diğer mezheplerden kadı tayinini ve bu mez­hep görüşlerinin uygulanmasını yasakla­dığından Anadolu ve Rumeli'deki uygula­ma Mısır'ı da kapsamına almıştır. Bu uy­gulama XX. yüzyılın başlarında yumuşa­mış ve Hukük-ı Aile Kararnamesi diğer Sünnî mezhep görüşleri de dikkate alına­rak hazırlanmıştır.

Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme yapısındaki en köklü değişiklik Tanzimat sonrasında meydana gelmiştir. Bu dö­nemde tek hakimli klasik Osmanlı mah­kemesi yerini giderek toplu hakimli mah­kemelere bırakmaya başlamıştır. Bu hu­sustaki ilk değişiklik ticaret hukuku ala­nında görülmüştür. 1840'ta Ticaret Nezâ-reti'ne bağlı olarak İstanbul'da kurulan ticaret meclisi 1847 ve 1848 yıllarında ya­yımlanan iki nizâmnâmeyle ticaret mah­kemesine dönüşmüş, 1850 tarihli Kânun-nâme-i Ticaret'e 1860'ta yapılan bir ze-yiile bütün imparatorluk bünyesinde bir başkan, iki daimî ve iki geçici üyeden olu­şan karma ticaret mahkemeleri kurulma­ya başlanmıştır; bu mahkemeler daha sonra nizamiye mahkemeleri bünyesine alınmıştır. Klasik mahkemelerin yanı sıra toplu hakimli ilk ceza mahkemesinin or­taya çıkışı da İstanbul'da Tanzimat sonra­sında bir meclis-i tahkikatın kurulmasıy­la başlar. Bunu 1847'de, yabancılarla Os­manlı vatandaşlarının dahii olduğu ceza davalarına bakan karma bir mahkemenin kurulması izler. Bu alandaki en köklü de­ğişiklik, 1864 Vilâyât Nizamnâmesi'yle bü­tün imparatorluk dahilinde ceza ve hu­kuk mahkemelerinin kurulmasıyla ger­çekleşmiştir. Yine sancak ve vilâyetlerde kurulan ve bir başkanla altı ile yedi üye­den oluşan meclis-i deâvî, meclis-i tem­yiz ve dîvân-ı temyizler, hem ilk derece hem istînaf mahkemesi olarak hukuk ve ceza yargılaması alanında görev yapmış­tır. 1879 yılında çıkarılan Mehâkim-i Ni-zâmiyyenin Teşkilât Kanunu ile bu mah­kemelere yeni bir yapı kazandırılmış, üye sayıları azaltılmış ve ilk defa bu kanunla savcılık kurumu Osmanlı ceza yargılama­sına dahil olmuştur. Bu mahkemelerin kurulmasıyla klasik Osmanlı mahkeme­leri, görev alanı daha çok ahvâl-i şahsiyye ile sınırlı hale gelen şer'iyye mahkemele­rine dönüşmüştür. Aynı dönemde kuru­lan nizamiye mahkemeleri Adliye Nezâ-reti'ne bağlanmış, şer'iyye mahkemeleri ise şeyhülislâmlığa bağlı kalmayı sürdür­müştür. 1917'de İttihat ve Terakkî hü­kümeti, gerçekleştirdiği bir dizi reform çerçevesinde bu mahkemeleri şeyhülis­lâmlıktan alıp Adliye Nezâreti'ne bağlamışsa da 1919 yılında şer'iyye mahkeme­leri şeyhülislâmlık bünyesine iade edil­miştir.

Tanzimat döneminde Dîvân-ı Hümâ-yun'un artık işlevsel olmaktan bütünüyle çıkmasının doğurduğu boşluğu doldura­cak üst mahkemelerin birbiri peşi sıra ku­rulduğu görülmektedir. Önce 1838 yılın­da Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, ar­dından 1868'de oluşturulan Dîvân-ı Ah­kâm-ı Adliyye ve Şûrâ-yı Devlet, bir süre­dir şeyhülislâmlıkta yapılan huzur mura­faalarının yerini alan Meclis-i Tetkîkât-ı Şer'iyye bu döneme damgasını vurmuş yüksek yargı kurumlarıdır. Meclis-i Vâlâ aslında Dîvân-ı Hümâyun örneğinde gö­rüldüğü gibi çok fonksiyonlu bir kurum­dur. Devletin muhtaç olduğu ıslahat pro­jelerini ve kanun tasarılarını hazırlaması­nın yanı sıra özellikle mahallî mahkeme­lerce verilmiş ağır cezaî kararların tekrar gözden geçirildiği bir yüksek mahkeme olarak da Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye'nin ku­ruluşuna kadar görev yapmıştır. 1868'de Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ikiye ayrılarak bir kısmı kanun tasarılarını hazırlamak ve idarî yargı organı olarak görev yapmak üzere Şûrâ-yı Devlet'e, diğer kısmı, ceza ve hukuk mahkemelerinin temyiz mah­kemesi olarak teşkilâtlanmış bulunan Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye'ye dönüşmüştür. Huzur murafaalarının şeyhülislâmlığa nakledilmesinden sonra bu uygulama şeyhülislâmın başkanlığında bir süre de­vam etmiş ve meclis-i şer'lerden gelen dosyaları incelemeyi sürdürmüştür. An­cak gelen dosyaların çoğalıp şeyhülislâm­lık bünyesinde ayrı bir kurum oluşturul­masına ihtiyaç duyulması üzerine 1862 yılında şer'iyye mahkemelerinden gelen dosyaları bir üst mahkeme olarak istînaf veya temyizen incelemek üzere Meclis-i Tedkîkât-ı Şer'iyye kurulmuştur. Burada 1873'te yeni bir düzenleme yapılmıştır. 1917yılında şer'iyye mahkemelerinin Ad­liye Nezâreti'ne bağlanması üzerine bu kurum devreden çıkmış ve yerini Adliye Nezâreti'ne bağlı olarak çalışan Mahke-me-i Temyîz Şer'iyye Dairesi almıştır. Fa­kat daha sonra şer'iyye mahkemelerinin tekrar şeyhülislâmlığa bağlanmasıyla Meclis-i Tedkîkât-ı Şer'iyye yine işlevsel hale getirilmiş ve bu durum Osmanlı Dev-leti'nin sonuna kadar devam etmiştir.


Bibliyografya :

D'Ohsson, Tableau general, II, 271; Mecelle, md. 1802; Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 273-274; H. A. R. Gibb - H. Bowen. Islamİc Socİety andthe West, Oxford 1950, II. 114-138; E. Tyan, L'histoire de l'organisaüonjudiciaire en pays d''islam, Paris 1960, s. 212-213; Uzunçar-şılı. İlmiye Teşkilâtı, s. 83-143; a.mlf.. Merkez-Bahriye, s. 228-241; Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özettikle Adli Rüşvet), An­kara 1969, tür.yer.; Mustafa Akdağ, Türk Hal­kının Dirlik ue Düzenlik Kavgası: Celâli isyan-/an (Ankara 1975), İstanbul 1995, s. 86-93; Ah­met Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri üe Hu­kukî Tahlilleri, İstanbul 1990-92, I, 330, 586; II, 60, 74, 183, 258, 289, 348; 111, 329-330; IV, 330, 384, 679; M. Akif Aydın, "Osmanlı'da Hu­kuk", Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi [nşr. Feridun Emecen v.dğr.), İstanbul 1994, 1, 375-438; a.mlf.. "Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye", DİA, IX, 387-388; İlber Ortaylı, Hukuk ue İdare Adamı Olarak Osmanlı Devletinde Kadı, An­kara 1994, s. 49-69; R. C. Jennings, Studies on Ottoman Social History in the Sixteenth and Seventeenth Centuries, İstanbul 1999, s. 247-276, 295-326; Ekrem Buğra Ekinci, Ateş İstida­sı: İslam-Osmank Hukukunda Mahkeme Ka­rarlarının Kontrolü, İstanbul 2001, s. 83-160, 223-233; Halil İnalcık, "Adalemameler", TTK Belgeler, 11/3-4 (1967), s. 49-145; a.mlf., "Mah-kama", E!2{\n%), VI, 3; a.mlf., "Mahkeme", M, VII, 149-151; a.mlf., "Kanunnâme", DİA, XXIV, 333-337; Pakalın, II, 101, 382, 383, 430-431, 544; Gy. K. Nagy, "Kâdi", £F(İng.), IV, 375; Fet­hi Gedikli. "Kaza", DİA, XXV, 117-119. M.Akif Aydın




Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   50




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin