BEYHAN SULTAN ÇEŞMESİ
İstanbul Boğaziçi'nde XIX. yüzyıl başlarına ait çeşme.
Sultan III. Mustafa'nın (1757-1774) ÂdlI-şah Kadın Efendimden 2 Receb 1179'da99 dünyaya gelen kızı Beyhan Sultan (ö. 1824), kardeşi III. Selim (1789-1807) devrinde Boğaziçi'nin Rumeli kıyısında büyük bir sahilsarayı yaptırırken Akıntıburnu sahilinde de bir çeşme inşa ettirmiştir. Sarayın tamamlandığı yıl (1219/1804-1805) yapılan bu küçük eserin üzerinde Enderunlu Vâsıf (Ö. 1240/ 1824) tarafından yazılmış üç kıtalık bir tarih manzumesi bulunuyordu. Osmanlı devri Türk sanatının kendi türü içinde en güzel eserlerinden olan Beyhan Sultan Çeşmesi, cadde genişletme çalışmaları sırasında uygun bir yerde tekrar yapılmak kaydı ile tamamen sökülmüş fakat bugüne kadar ihya edilmemiştir. 1985 yılında teşebbüse geçilerek projeleri hazırlanmış ve tekrar kurulacağı yerin tes-biti yapılıp bu hususta gerekli olan izinler alınmışsa da inşaata bir türlü başlanamamıştır.
Tamamen mermerle kaplanmış olan çeşmeye barok üslûpta silme ve süslemelerin hâkim olduğu görülüyordu. Esas cephe deniz tarafında idi ve aralarında sütunçeler bulunan barok kemerler ile üç bölüm halinde işlenmişti. Ayna taşlarının üstündeki iki silme arasında, "Yaptı Beyhan Sultan a'lâ tarh-ı dilcü çeş-mesâr" mısraı ile tamamlanan tarih üç kitabe halinde ta'lik hatla yazılmıştı. Yan cepheler ise sade idi ve dışarı taşkın saçak silmesinin üstünde yine mermerden düz bir korkuluk dolaşıyordu.
Beyhan Sultan Çeşmesi tamamen Batı sanatının tesiri altında meydana getirilmesine rağmen Boğaziçi'ne güzellik katan bir eser olmaktan başka bir vakitler bu kıyıyı süsleyen bir sahilsarayın da yerini işaretleyen bir anıt İdi.
Bibliyografya:
Mehmet Râif, Mir'St-ı istanbul, İstanbul 1314, I, 285; Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, II, 165-167,
BEYHESİYYE
Haricîler'in Ebû Beyhes Heysanı b. Câbir'e (ö. 94/713) , nisbetle anılan bir kolu. .
Benî Sa'd b. Dubey'a kabilesine mensup olan ve Emevî Halifesi 1, Velîd zamanında Haccâc'ın takibinden kurtulmak için Medine'ye kaçan Ebû Beyhes, Medine Valisi Osman b. Hayyân el-Mü-zenî tarafından yakalanarak hapsedilmişti. Ebû Beyhes, vali ile sohbette bulunacak kadar dostluk kurmayı başar-mışsa da halifeden gelen emir üzerine öldürülmüştür.
Beyhesiyye'nin ortaya çıkışı bir cariyenin satışına bağlanmaktadır. Rivayete göre İbâzıyye'den İbrahim adında bir kişi, kendi mezhebinin mensuplarından bir topluluğu evine çağırmış, bu sırada cariyesi hizmette kusur edince onu kendi akidelerini benimsemeyen, dolayısıyla kâfir sayılan Araplar'a satacağını söylemişti. Topluluk içinde bulunan Meymûn adında biri kendi inançlarını taşıyan mümin bir cariyeyi kâfirlere sata maya cağını belirtince İbrahim Allah'ın cariyeyi satmayı helâl kıldığını, ayrıca mezhep büyüklerinin de bu görüşte olduklarını söylemiş, bunun üzerine Meymûn onlardan ayrılmış, diğerleri de bu konuda kararsız kalmışlardı. Bu durum İbâzıyye bilginlerine arzedildiğinde onlar Meymûn ile kararsızların (vâkıfe) yanlış düşündüklerini ve bu sebeple tövbe etmelerinin gerekli olduğunu bildirmişlerdi. İbrâhîmiyye, Meymûniyye ve Vâkıfe adlarını alan bu üç gruptan sonra da Beyhesiyye ortaya çıkarak câriye satışı konusundaki ihtilâfta taraf olmuştur. Meseleyi müsamaha sınırlarının çok Ötesinde kalan bir anlayışla ele alan Beyhesiyye'ye göre takıyye* bölgesindeki bu satışı haram sayan Meymûn ve taraftarları, İbrahim'le Meymûn arasında kararsız kalanlar, Meymûn'dan ve kararsızlardan uzaklaşmayan İbrahim ve taraftarlarının hepsi kâfir olmuşlardır.
Beyhesiyye'ye göre iman ilim, ikrar ve amelden meydana gelir. Bir kimse Allah'ı, peygamberlerini. Hz. Muhammed'in tebligatını bilip ikrar etmedikçe, ayrıca ilâhi emir ve yasakların gereklerini yerine getirmedikçe, Allah'ın dostlarını sevip düşmanlarından ilgisini kesmedikçe müslüman sayılmaz. Büyük günah işleyenler imam veya valinin huzuruna çıkarılıp cezalandırılmadıkça kâfir veya mümin diye vasıflandırılmaz.
Bu fırkanın bir kısmına göre ölmüş hayvan, usulüne uygun kesilmiş olan hayvandan akan kan (dem-i mesfûh), domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar dışında kalan şeylerin yenmesi haram değildir. Helâl olan bir yiyecek veya içeceği kullanmak suretiyle dengesini kaybeden (bal tutması gibi) kimse o halde iken namazı terketse veya başka büyük günahlar işlese bundan dolayı tekfir edilemez, kendisine ceza da uygulanamaz. Beyhesiyye'nin Avfiyye (veya Av-niyye) kolu ise içki içmeyi küfür olarak telakki ettiği halde namazı terketmedi-ği yahut namuslu kadına zina isnadında bulunmak gibi bir fiil işlemediği müddetçe sarhoşun kâfir olduğuna hükmetmez. Hicret konusunda iki gruba ayrılan Avfiyye'nın bir grubu kendi mezhep mensuplarının bulunduğu yere hicret etmemeyi affedilmez bir hata telakki edip böyle kimselerle ilgilerini keserken diğer grup hicretten geri kalmanın haram olmadığını, dolayısıyla böylelerinden ilgiyi kesmenin gerekli bulunmadığını söylemişlerdir. Her iki grup da devlet başkanı kâfir olduğu takdirde tebaasının da kâfir olacağını ileri sürmüşlerdir.
Bibliyografya:
Hârizmî, Mefâtîhu'l-'ulûm, Kahire 1342, s. 19; İbn Kuteybe, s. 622; Eş'arî, Makâlâl (Ritter), s. 113-118, 120, 126; Makdi-sî, el-Bed* ue't-târTh, V, 138; Malatî. et-Tenbîh ue'r-red, s. 180; Bağdadî, ei-Fark (Abdülhamîd), s. 108-109; İbn Hazm, ei-Faşl (Umeyre), V, 54; Şehristânî. el-Mllel (Kîlânî), I, 125-127; Makrî-zî, el-Hıtat, II, 355; M. Th. Houtsma, "Ebû Bey-bes", İA, IV, 14-15.
BEYİT
Arap nazım sisteminde en küçük nazım birimi.
"Ev, çadır, oda, mesken, konak" mânalarına gelen beyit bir edebiyat terimi oia-rak aynı vezinde iki mısradan meydana gelen bir nazım birimini ifade eder. Mısra ise "çadır kapısının iki yanı, kapı kanadı ve pervazı" anlamındadır. Buna göre, bir evin kapısı genel olarak iki kanatlı olup evin tamamlanarak muhafaza altına alınması iki kanadın yapılmasına bağlı bulunduğundan iki mısraın bir araya gelmesi de beyti meydana getirir.
Arap Edebiyatı. Bu edebiyatta en küçük nazım birimi beyit olduğu için beyitten daha küçük parçalar manzume sayılmaz. Bu husus tamamen vezinden yani aruzdan gelmektedir. Fars ve Türk nazım sistemlerinde mısraların oynadığı rolü Arap nazmında beyit oynamıştır. Arap nazmında -bazı cümlecikler hariç-hüküm bildiren kelime grupları beyti teşkil ettiği halde Fars ve Türk nazım sistemlerinde bunu mısra teşkil eder. Bu sebeple adı geçen edebiyatlara aruz vezni girdiği zaman mısra uzamıştır. Bunu remel bahrinde, recezin karîze mahsus olan şekillerinde açıkça görmek mümkündür. Eski müelliflerle dikkatli yeni müellifler mısra kelimesini kullanmaktan sakınırlar. Bunun yerine şatr (yarım) kelimesinden faydalanırlar. Esasen bir beyit, sadr adını alan ilk kelimeyle başlayıp aruz denen son tef Meyle biten birinci şatr ile acüz denen ve ibtidâ ile başlayıp darb (nevi, çeşit) ile biten ikinci şatr-dan teşekkül eder. Beytin sadr, aruz, ibtidâ ve darb dışında kalan tef'ilelerine haşv denir. Aruzla birinci şatr tamamlanmakta, İkinci şatrın son cüzü olan darb ise kafiye bakımından ona uymaktadır. Mısra kelimesine gelince, "el-bey-tü'ş-şa'r" (kıl çadır) "el-beytü'ş-şi'r" temsiline bağlı olan ıstılah, kaside tarzındaki manzumelere girmeyi sağlayan "kapı kanadı" mânasına gelmektedir. Buna göre her mısra bir şatrdır, fakat her şatr bir mısra değildir. İlk beyitier mısra denen şatrlara ayrılır. Birbirine hece sayısı ve uzunluk-kısalık değeri itibariyle denk bulunan bu yarım beyitler Türk ve Fars edebiyatlarında eski an'aneye bağlı kalarak manzumeyi örerler. Başka bir ifadeyle her beyit kafiyeli bir kelimeyle son bulur. Arap nazmında ise musarra' beyit yalnız manzumelerin başında yer alır. Kafiye vezne bağlı olduğuna göre bu beyitlerde acüzün aynen tekrar edildiği farzedilir. Bir veya birden fazla tef ilesi mahzuf vezinlerle söylenmiş beyitler ise değişik adlarla anılırlar.100
Bibliyografya:
İbn Cinnî, ei-cArûz101, Kuveyt 1407/1987, s. 57; İbnii'l-Abbâd, el-İknâ'102, Bağdad, ts., s. 3-4; Zemah-şerî, el-Kustâs (veya el-Kıstâs)103, Beyrut 1410/1989, s. 59-69; Şems-i Kays, e!-Mu.ccem fî me'âyîri eşcâri'i-cacem104, Tahran 1338 hş. — Tahran 1960, s, 78, 80; İbn Şerif er-Rundû Kilâbul-Kâfî fî nazmi'i-ka-uâfî, TTK Ktp., M. Tancı Bey, vr. l03b-104b; Hatfb et-Tebrîzr, el-Kâfi fi'l-Qarûz ve'l-kavâfî105, Beyrut, ts., s. 17-21; Ahmed Hamdi, Teshîtü'i-arûz ue'l-ka-uâfl vel-bedı, istanbul 1289, s. 17-30; Ali Ce-mâleddin, Arûz-i Türkı, İstanbul 1291, s. 23, 29; F. Rückert, Grammatik, Poeük und Rheto-rik der Perser, Gotha 1874, s. 30-34, ayrıca bk. İndeks; L. Şeyho, Kttâhü 'llmi'i-edeb I: "llmCL'l-inşâ' üe'l-'arûz, Beyrut 1881, s. 267; Safa Hu-lûsf, Fennü taktı' "ş-şıV ue'I-kâfi ye, Bağdad 1966; The Prosody of the Persians according o Saifi, Jami and Other Writters106, Amsterdam 1970, s. 20 (Farsça kısmı); Ekrem Ca'fer, Aruzun Nazarî Esasları ue Azerbaycan Aruzu, Baku 1977, s. 13-21; Celâl Hanefî, ei-'Arûz, Bağdad 1398/1977-78, s. 30-31.
İran ve Türk Edebiyatı. Beyit, bu EKİ edebiyatta, bilhassa ilk dönemlerde ve sonraları kendine mahsus birtakım özelliklere sahip olmakla birlikte, Arap edebiyatındaki şekli ile ele alınmış ve yüzyıllar boyunca genel hatları itibariyle bu edebiyattaki yapısı ile incelenmiştir. Bu bakımdan her üç edebiyatta da ortak ve müşterek bir yapı göstermiştir. İslâmiyet'ten önceki Türk edebiyatında nazım şekilleri esas itibariyle dörtlüklere dayanmakla beraber daha basit şekillerin, iki misradan oluşan beyitlerin bulunması da muhtemeldir (İA, I, 644), Ancak Beyit esas olarak Arap edebiyatından Fars ve Türk edebiyatlarına geçmiş ve klasik Türk edebiyatında da bir nazım birimi olarak asırlarca kullanılmıştır. Beyitlerde genellikle mâna bütünlüğü aranır, yani bir beyit ister bir manzumenin parçası, ister tek başına olsun bir mânayı tam olarak ifade eder. Ancak son devir İran ve Türk edebiyatında da Batı edebiyatının etkisi ile beyit hemen hemen tamamen bozulduğu gibi yapı bakımından da parçalanmıştır. Nitekim yeni Türk edebiyatında Servet-i Fünûn şairleri gerek gramer gerekse mâna bakımından mısra ve beytin yekpâ-reliğini kırmışlardır.
Beyitlerin kendi aralarındaki kafiyele-nişleri değişik nazım şekillerini meydana getirir. Her beyti kendi arasında kafiyeli nazım şekline mesnevi, ilk beyti kafiyeli, sonraki beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları ilk beyitle kafiyelenen şekillere gazel ve kaside denir. Bu manzumelerde mısraları kafiyeli olan beyitlere yani ilk beyte matla' adı verilir. Eğer matla' beyti birden fazla olursa bunlar matla'-ı sânî, matla'-ı sâ-lis diye sıralanır. Nâdir olarak görülen bu tür beyitlerde şair ifadeye bir yenilik ve değişiklik katmış olur ve şiirini monotonluktan kurtarır. Bu daha çok uzun manzumelerde başvurulan bir yoldur. Mısraları birbiriyle kafiyeli olmayan beyte "beyt-i hasi", bir beytin iki mısraını kafiyelendirmeye tasrî', kafiyeli olan beyte musarra' veya mukaffa denir. Musarra' beyit gazel ve kasidenin başında değil de diğer beyitlerin arasında bulunursa buna vâsıta adı verilir. Birden fazla matlaı olan kaside veya gazele zâtü'l-matla' veya zü'1-metâli' denir107. Ayrıca bir manzumenin musarra' olmasa da İlk beytine matla' adı verilir108. Bir nazım şeklinde matla'dan sonra gelen beyte hüsn-i matla', son beyte de makta' denir. Bu tabirler daha çok gazel için kullanılır. Makta'dan önce gelen beyte de hüsn-i makta' adı verilir. Hüsn-i matla'ın matla'dan ve hüsn-i makta'ın makta'dan daha güzel olmasına bilhassa dikkat edilir.
Beytü'l-gazel gazelin, beytü'l-kasîd ise kasidenin en güzel beytine verilen addır. Bunlara şah beyit de denir. Mânası başka bir beyitle tamamlanan beyte beyt-İ merhün denir. Şairin adının geçtiği beyte kasidede taç beyit, gazelde ise mahlas beyti adı verilir. Kafiyeli olmayan beyitlere ferd veya müfred denildiği gibi divanların sonlarında toplanan kafiyeli fakat müstakil beyitlere de müfred denmiştir.
Bibliyografya:
Kamus Tercümesi, İstanbul 1268, I, 294-295; Ali Cemâleddin, Arûz-i Türkî, İstanbul 1291, s. 5; Muallim Naci, lsiıiâhât-ı Edebiyye, İstanbul 1308, s. 154-155, 160; Köprülüzâde Mehmed Fuad -Şehâbeddin Süleyman, Ma'lûmâl-ı Edebiyye, İstanbul 1330, I, 108; Mehmed Rifat, Mecâmiu'!-edeb VII: Aksâm-ı Şiir, İstanbul 1308, s. 131 -133; Tâhirülmevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973, s. 27-28; M. Fuad Köprülü, "Aruz", İA, I, 644; Nihad M. Çetin, "Aruz", DİA, III, 428.
Dostları ilə paylaş: |