Bibliyografya: 6 ÇİVİZÂde mehmed efendi 6



Yüklə 1,2 Mb.
səhifə40/43
tarix27.12.2018
ölçüsü1,2 Mb.
#87512
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43

DAL

Arap alfabesinin sekizinci harfi.

Ebced hesabında sayı değeri 4'tür. Osmanlıca ve Farsça'nın da onuncu har­fi olan dal, hemen hemen aynı niteliklerle İbrânîce, Yunanca ve Latince gibi birçok dilde bulunur. Halil b. Ahmed'e (ö. 170/786) göre mahreci "nü" denen yer olup (ağız tavanının ön tarafındaki pü­türlü kısım) aynı mahreçten çıkan tâ ve tâ ile birlikte "el-hurüfü'n-nit'iyye"yi mey­dana getirmekte ve dil ucunun buraya dokundurulması suretiyle seslendirilmektedir. Halil'in talebesi Sîvebeyhi ise (ö. 180/796) bu harflerin mahrecini ön diş­lerin dipleriyle (usülü's-senâyâ) dil ucunun arası olarak göstermiş ve ondan son­ra kaleme alınan çeşitli eserlerde de açık­layıcı bazı unsurların ilâvesiyle daha çok bu tarif tekrar edilmiştir. Nitekim Dânî (ö. 444/ 1053) "ön dişler" ifadesine "üst ön dişler" diye açıklık kazandırmış, mah­recin üst tavana yükseltileceğine işaret ederek Halil'in ve Sîbeveyhi'nin tarifleri­ni uzlaştırmak istemiştir. Saçaklızâde ise (ö 1150/1737) aynı mahreçten çıkan ses­lerin cehr. hems, ıtbâk ve infıtâh gibi sı­fatlara (bk. harf) bağlı olarak ayrı bir özellik kazanacağı anlayışından hare­ketle üst ön dişlerin diplerini üç cüzi mahrece ayırmış, diş etlerini takip eden yeri (diş diplerinin başlangıç noktalarını) tanın, hemen ondan sonra gelen yeri da­lın, daha sonraki kısmı da (iki üst ön diş­lerin ortalan) tanın mahreci olarak kabul etmiştir.

Şiddet, cehr, istifâle ve infitâh sıfat­larını haiz olan dalın, tecvid kurallarına göre terkibinde yer alan diğer harflergibi kalkale ile okunması ge­rekmektedir. Bundan dolayı kelime or­tasında veya sonunda sakin halde bu­lunduğunda şiddet sıfat sebebiyle mah­reci tıkanan dal, cehr sıfatının gereği bir­den açılarak meydana gelen patlamalı [inficârî, plosiv) sesle okunur ve böylece kalkale yapılmış olur. Ancak misallerinde olduğu gibi kendisinden son­ra tâ harfi bulunduğunda kalkale terke-dilerek idgam yapılır. Tecvide dair eser-

lerde, daldan sonra nun bulunması halin­de ise dalın cehr sıfa­tının ve kalkalenin belirtilmesine önem­le işaret edilmiştir.

Arapça kelimelerde aslî harf veya ta­dan bedel ol­mak üzere İki şekilde bulunan dal, olduk­ça çok kullanılan harflerden biridir. Ba­zı dilciler bu durumu belirtmek üzere, "Üç veya daha fazla harfli olup da içinde harflerinden biri veya ikisi bulunmayan kelimeler Arap­ça değildir" demişlerdir.635

Bugünkü telaffuzu klasik kaynaklarda­ki tariflere uygun olan dal, Kuzey Fas'ın dağlık bölgelerinde konuşulan lehçeler­de sesli bir harften sonra geldiğinde zâ-ya dönüşebilmektedir.

Arapça ve Farsça gibi Türkçe'de de ikinci bir "d" sesi mevcut olmadığından Osmanlı alfabesinde aynen kullanılan ve yeni Türk alfabesinde de Dd, harfle­riyle karşılanan dalın, "d" benzeri sesle­rin yer aldığı Hint - Avrupa dillerinden Peştuca ve Urduca'da birer varyantı bu­lunmaktadır. Bunlar, Peştuca'da i (ddâl) ve Urduca'da S (dal) harfiyle gösterilen ve dilin yukarı doğru kıvrılarak dil ucunun alt tarafının üst ön dişlerin diş etlerine teması suretiyle çıkarılan biraz peltek "d" (postalveolar lingual) sesleridir.



Bibliyografya:

Lisânü'l-'Arab, Mukaddime, I, 14; Kamus Ter­cümesi, III, 434; Kâmûs-ı Türkî, s. 596; Halîl b. Ahmed, KUâbü'l-cAyn636, Beyrut 1408/1988, I, 58; Sîbeveyhi, el-Kitâb637, Kahire 1399-1403/1977-83, IV, 433-434, 436; İbn Cinnî. Strru şmâ'ati'l-i'râb638, Kahire 1374/1954, 1, 200-202; MekkT b. Ebû Tâlib, er-Ri'âye639, Amman 1404/1984, s. 140, 201-203; Dânî, et-Tahdîd fi'l-itkân ve't-tecold640 Bağdad 1407/ 1988, s. 105, 111, 140-141; Radî el-Esterâbâ-dî, Şerhu'ş-Şâfiye, İstanbul 1290, s. 349; Nuk-rekâr, Şerhuş-Şâfiye, İstanbul 1293, s. 213; İb-nü'l-Cezerî, et-Temhtd ft'ilmi't-tecaîd641, Beyrut 1409/1989, s. 119, 130-131; Ali el-Kârî, el-Minehu'l-fikriyye, Kahire 1308, s. 19-20; Saçaklızâde, Cühdul-mukrf, Süleymaniye Ktp., Erzincan, nr. 8, vr. 16; Alphabete und Schriftzeichen des Morgen-und des Abendlandes, Berlin 1969, s. 42-43, 44; Temmâm Hassan. el-Luğatü'l-cArabiyye: ma'nâhâ ne mebnâhâ, Kahire 1979, s. 59; Ga­nim Kaddûrî Hamed, ed-Dirâsâtü'ş-şaotiyye 'inde 'ulemâi't-tecuîd, Bağdad 1406/1986, s. 207-209; "Dâl", /A, 111, 464; H. Fleisch. "Dil", £/2(lng.),n. 101.



DALALET

Haktan yüz çevirip bâtıla yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma anlamına gelen bir terim.

Dalâl veya dalâlet masdarlan sözlük­te "kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak" gibi mânalara gelmekle be­raber asıl anlamlan "bilerek veya bilme­yerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak"tır. Bu temel mâna­dan hareketle dalâlet mecazi olarak "ak­la, duyulara ve gerçeğe aykın ilkeleri be­nimsemek" karşılığında da kullanılmış­tır. Genellikle "maksada ulaştıran yolu bulamamak, İstenen sonuca götürme­yen bir yola girmek" veya "istenen her türlü neticeye ulaştıncı yoldan ayrılmak" şeklinde tarif edilen dalâlet daha çok "dinî yoldan sapmak" anlamında kulla­nılır.642

Din ve cemaatin ayrılmaz bir bütün olarak telakki edildiği ilkel topluluklar­da din-dünya ayırımı olmayıp ferdin bü­tün hayatı topluluk içinde geçtiğinden bu topluluklarda farklı inançlarla ilgili kesin bir değerlendirme yoktur. Ayrıca bu tür inanışlarda belirli bir dinî kural­lar külliyatı bulunmadığı İçin kesin bir hidâyet-dalâlet ayırımı da yapılmış de­ğildir. Dolayısıyla böyle topluluklarda millî bünyeye zarar vermediği, cemaa­tin bütünlüğünü ihlâl etmediği sürece başka dinlere karşı müsamaha gösteri­lir. Ne var ki topluluk kurallarına uyma­mak bir suç sayıldığından aksi bir dav­ranış içinde bulunan kimseler ancak ba­zı arınma törenlerinden sonra yeniden topluluğa kabul edilirlerdi.

Genel olarak dalâlet, kamu vicdanın­da yer etmiş inanç ve düşüncelere ters düsen her türlü akîde ve düşünceyi ifa­de etmektedir. Diğer bir söyleyişle da­lâlet, mutlak hakikatin, gerçek kurtulu­şun sadece kendilerinde olduğunu iddia eden belirli dinlerin başka inanç ve dü­şünceler için kullandığı bir kavramdır. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirin­den ayırmak amacıyla belirli ilke ve ku­rallar koymuş olan bu dinler, inanç ve davranışları bu ilkelere göre değerlen­dirdiklerinden farklı tavır ve uygulama­ları dalâlet olarak nitelendirmişlerdir.

Klasik Hindu din felsefesi, dinleri âs-tika (doğru inancı ihtiva eden) ve nâstika (bâtıl inancı temsil eden) olmak üzere iki­ye ayırmakta, Caynizm, Budizm ve ma­teryalist fikirleri nâstika olarak kabul etmektedir. Hindu dininden sapan biri­nin yeniden dine kabul edilmesi için bir Brahman'ın yönettiği tören ve âyinle arındırılması gereklidir. Budizm'de ise dinî kuralların kesin tesbitine kadar hi­dâyet ve dalâletle ilgili ölçüler günün an­layışına ve politik liderlerin kararına bağ­lıydı. Kuralların kesin tesbitinden sonra ise genelde Budist kanunlara uymayan kişilerin dalâlette olduğu düşünülmüş­tür. Budizm'de diğer dinlerin değerlen­dirilmesi söz konusu olmadığı için ge­rek doğru inanç ve uygulama gerekse dalâlet nitelemesi dinin kendi iç bünye-siyle ilgiliydi.

Yahudilik'te dalâlet, Tanrı'nın Hz. Mû-sâ'ya bildirdiği İlâhî kurallara uymamak ve onlara karşı çıkmak şeklinde düşünül­müştür. Hz. Musa'nın, "Senin önüne ha­yatla ölümü, bereketle laneti koyduğu­ma gökleri ve yeri bugün şahit tutuyo­rum; bunun için hayatı seç"643 anlamındaki sözleri hem insanın di­lediği yolu seçmekte hür olduğunu, hem de hayata karşı ölümü, berekete karşı laneti seçenin dalâlette bulunduğunu ifade etmektedir. Yahudi kutsal kitabın­da sahte peygamberlerin yolundan gi­den, şeriatın yasakladığı fiilleri işleyen, putperestlik âdetlerini yaşatan kimseler Tann'nın gözünde "kötü olanı yapanlar" şeklinde suçlanmıştır. Ezra döneminde Yahudiliğin evlilikle ilgili kurallarını çiğ­neyenler mâbed ve cemaatten ihraç edil­mişlerdir. Ahd-i Atîk'te, "Doğruların ke­mali kendilerine yol gösterir, fakat ha­inlerin sapıklığı kendilerini helak eder" denilerek644 bu tip insanlar "kötü adamlar, hainler" olarak nitelendirilmektedir. Bunlara ay­rıca "dinsiz"645, "sefih"646, Allah'ı unutanlar" da647 denilmektedir.

Yahudilik'te Sünnî (Ortodoks-doğru inanç sahibi) olanlar dışındaki kimseler genel­de "sapık, dalâlette olan" anlamında İb-rânîce min terimiyle ifade edilmişlerdir ki Yahudilik iman esaslarını tertip eden Mûsâ b. Meymûn bunların şu beş grup­tan oluştuğunu belirtmektedir: Tann'yı reddedenler, birden fazla tanrıya inanan­lar, Tann'ya çeşitli şekillerde ortak ko­şanlar, Tann'nın ilk yaratıcı olduğunu reddedenler ve kendileriyle Tann arasında aracı saydıkları yıldızlara tapanlar. Di­ğer taraftan yahudi din bilginleri bu tür insanlan belirtmek için "Epikurosçu" tabirini de kullanmışlardır. Yine Mûsâ b. Meymûn'a göre bunlar peygamberliği kabul etmeyenler, Hz. Musa'ya gelen vah­yi tartışanlar ve insanların fiillerini Tan-n'nın tayin ettiğine inanmayanlardır. Öte yandan doğru inancın dışındakileri İfa­de eden kâfirim ise Tevrat'ın lafzan va­hiy olduğunu inkâr edenler, geleneği red­dedenler ve Mûsâ şeriatının başka şeri­atlarla neshedildiğini savunanlar şeklin­de açıklanmıştır.

Hıristiyanlık'ta dalâlete düşmek, teolojik konularda kabul görmeyen fikirleri savunmak demektir. Hıristiyan olduğu halde resmî inanca aykırı görüşler be­nimseyen kimse dalâlete düşmüştür, hıristiyan olmayanlar ise kâfirdir. Bu­nunla birlikte Hıristiyanlık'ta doktrin ve teolojiyle ilgili esaslar nihaî şeklini alın­caya kadar dalâlet kavramı zamana gö­re değişmiş, önceleri doğru ve gerçek kabul edilen bazı inanç ve uygulamalar daha sonra dalâlet olarak nitelendiril­miştir. Kilisenin kurumlaşmasıyla birlik­te dalâlet kavramı daha kesin bir anlam kazanmış, kilisenin resmî yorumu dışın­daki her tür düşünce ve inanç dalâlet olarak damgalanmıştır. Bunları "tanrı­sız" veya "kâfir" olarak niteleyenler de vardır. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Nikolaîler648, daha sonraki asırlarda gnostisizm, Markionizm, Mon-tanizm, Monarkhianizm, Manişeizm, Ar­yanizm, Apollinarizm, monofizizm ve Nes-torianizm resmî kilisece dalâlette sayı­lan gruplardır. Ortaçağ hıristiyan dün­yasında dalâlet nazariyeden ziyade uy­gulamayla İlgili meselelerden kaynak­lanmıştır ve genelde Avrupa menşelidir. Cathar ve Bogomil hareketleri bu tür­dendir.

Diğer taraftan Hıristiyanlık'ta kişinin dalâlete düşmesi kendi hür irade ve se­çiminin neticesidir. Hz. îsâ'nın, "Dar ka­pıdan girin, zira helake götüren kapı ge­niş ve yol enlidir ve ondan girenler çok­tur. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır ve onu bulanlar azdır. Pey­gamberlik iddiasında bulunanlardan sa­kının..."649 sözü de kişinin iyi veya kötüyü seçmekte serbest oldu­ğunu göstermektedir. Kilisenin bu ko­nudaki görüşü kişinin fiillerinde hür, iyi ve kötüyü seçmede serbest olduğu, do­layısıyla da sorumluluk taşıdığı şeklin­dedir.



Bibliyografya:

Râgıb el-İsfahânT, el-Müfredât, "dil" md.; et-Ta'rîfât, "Dalâlet" md.; Lisânû'l-Wab, "dil" md.; Tehânevî, Keşşaf, "Dalar md.; D. Mas-son, MonottıĞisme coranique et monothe'İsme biblique, Paris 1976, s. 635-641; G. Cross, "He-resy (Christian)", ERE, VI, 614-622; I. Abra-hams, "Heresy (Jewish)", aa, V!, 622-624; K. Rudolph, "Heresy: An Ovemiew", ER, VI, 269-275; J. B. Russell. "Heresy: Christian Con-cepts", a.e., VI, 276-279; Ch. S. Liebman - S. McDonough, "Orthodoxy and Heterodoxy", ae., XI, 124-129; F. Prat. "Heresie", DB, III/l, s. 607-609.

Kur'an ve Sünnet'e göre Dalâlet. "Yegâne hak din olan İslâmiyet'ten sapmak, on­dan mahrum kalmak", yahut "helâl kılı­nan sahayı aşarak haram kılınana teca­vüz etmek" şeklinde tarif edilebilen ve "iman" anlamındaki hidâyetin zıddı olan dalâletle inkâr ve gay benzer mânalara gelirse de aralarında bazı farkların bu­lunduğu kabul edilir. İnkâr, gerçeğin bi­linmesine rağmen tasdik edilmemesi an­lamını taşırken dalâlet gerçeğe ulaş­tıran yoldan yüz çevirmek veya bu yo­lun dışında kalmak mânasına gelir. Gay (gayâvet) ise daha çok rüşdün zıddı olup "şuursuz ve şaşkın bir şekilde yaşamak" anlamını ifade eder650. Dalâletle ilgili keli­melerden biri de tuğyandır ki "gerçek­ten haberdar olduktan sonra meşru sı­nırlan aşıp azmak" anlamında kullanılır.

Kur'ân-ı Kerîm'de müştaklanyla bir­likte 218 defa geçen dalâlet kavramı, daha çok hidâyetin zıddı olarak "küfür ve inkân kapsayan sapıklık" anlamında kullanılır651. Bunun yanında, "haktan uzak­laşmak veya ayn düşmek" şeklinde ifa­de edilebilecek olan temel mânasının daha hafifini ve bazan sonuçlannı ifade eden anlamlan da Kur'an'da görülmek­tedir: Azgınlık yapmak, yanılmak, unut­mak, bilgisiz olmak, hüsrana ve zillete uğramak, bedbaht olmak, helak olmak" gibi652. Kur'ân-ı Ke­rîm'de hakkın dışında kalan her şey dalâ­let olarak görülür ve "uzak (derin)", "açık”, "büyük" dalâlet çeşitlerinden söz edilir653. İlgili âyetlerden anlaşıldığına göre Allah'ı, meleklerini, ki­taplarını, peygamberlerini ve âhiret gü­nünü inkâr etmek654, Al­lah'tan başka ilâhlar kabul edip O'na eş koşmak655, Hz. Peygamber'İn çağrısına uymamak, onu alaya almak656, Kur'an'ın ilâhî bir kitap olduğunu inkâr edip ondaki bilgilerden uzak kalmak657, kıyametin kopacağından şüphe edip bu konuda yersiz tartışmalara gi­rişmek658, âhiret hayatına inanmamak659, Allah'ın ve pey­gamberlerinin emirlerine isyan etmek660, Allah'ın helâl kıldığı nzıklan haram saymak, çocukları öldür­mek661, hüküm verirken arzulara ve duygulara uymak662, aklı ve duyuları kul­lanmamak,663 Allah'ın rah­metinden ümit kesmek664 dalâlet olarak görülmüştür. Hakkı be­nimsemek ve hidâyetten ayrılmamak in­sanın selim yaratılışıyla bağdaşan bir davranış iken bunun yerine dalâleti ter­cih ederek kendilerin) de başkalarını da saptıranlar zalimlerdir, üstelik onları için­de bulundukları sapıklıklardan kurtar­mak da mümkün değildir; zira onlar akıl­larını kullanıp hakikatleri görecek yerde sadece arzulanna uyarlar665. Yine Kur'an'da verilen bilgilere göre kib­ri ve isyanı yüzünden ilâhî rahmetten kovulmuş olan şeytan, yardımcılarıyla birlikte insanlan dalâlete düşürmeye ça­lışır666. Onu, toplumları idare edip yönlendiren Rravun gibi mücrim­lerle bunların yakın çevrelerini oluşturan aristokrat zümre ve onlan taklit eden kitleler takip eder667. Putlar da tapınma vasıtası olmaları bakımından dalâlete sevkedici varlıklar arasında sa­yılır668. Dine bağlılığın zayıfladığı dönemlerde insan­ların çoğuna uymak, aynca önemli bir dalâlet sebebi olarak gösterilmiştir669. İnsanlan hak yoldan uzaklaştıran bu saptırıcıların tuzağından kurtulmanın, ancak hidâyet rehberi ola­rak gönderilen Peygamber'e ve onun ge­tirdiği ilâhî kitaba uymakla mümkün ol­duğu vurgulanır.670

Dalâlet hadislerde de Kur'an'daki an­lamları ile kullanılmıştır671. Hz. Peygamber du-alannda dalâlete düşmekten ve düşürül­mekten, başkalannın sapıklığa düşme­sine sebep olmaktan Allah'a sığınmış672, Allah'ın saptırdığı kimseler­den olmaması için O'na niyazda bulun­muş673 ve bu konuda ümmetini uyarmıştır. Ümmeti hakkında, en çok dalâlete sev-keden devlet reislerinden endişe ettiği­ni belirten Hz. Peygamber674, dalâlete düşmemek için Kur'an ve Sünnet'e uyulmasını emretmiş, bunlara tam olarak uyanların sapıklık­tan korunacağını, aksi takdirde dalâle­tin kaçınılmaz olacağını haber vermiş675, ayrıca Allah'a itaat etmeyenle­rin ve meşru devlet reislerine biatta bu-lunmayanlann676, cemiyet­te hırsızlık vb. suçlan işleyen aristokrat zümreyi gerekli cezaya çarptırmayıp alt tabakaya mensup suçluları cezalandı­ran adaletsiz toplumlann677, âlimlerden mahrum olan mil­letlerin dalâlete düşeceğine dikkat çek­miştir.678

Dalâletle ilgili âyet ve hadislerin mu­kayeseli bir şekilde incelenmesinden şu sonuca ulaşmak mümkündür: Doğru yo­lu bulmak veya doğru yoldan sapmak in-sanlann kendi irade ve tercihlerine bağ­lı olduğundan bir bakıma kendi ellerin­dedir. Allah bütün insanlara doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü vermiş, ayrıca özendirici ve uyarıcı ol­makla görevlendirdiği peygamberler va­sıtasıyla insanlann yolunu aydınlatan ki­taplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayn ve şerri açıklamış ve bundan dolayı insanlan so­rumlu tutmuştur.

Bazılarınca ileri sürüldüğü gibi Allah hak ile bâtılı göstermeden, insana tem­yiz gücü verip tercih hakkı tanımadan dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete sevketmiş olsaydı peygamber gönderme­nin, kitap indirmenin bir anlamı kalmaz, ceza ve mükâfatın da mâkul bir daya­nağı olmazdı. Nitekim Allah Kur'ân-ı Ke-rîm'in muhtelif âyetlerinde, eğer dileseydi bütün insanlan hidâyete erdireceğini beyan etmiştir679. Fakat böyle bir yöntem, "Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"680 ilkesine, ayrıca kâinatın yegâne şuurlu varlığı olan insanoğlunun seçim hürriyetine aykın düşmektedir. Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip bu­lunan Allah bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur. Ancak insan için belirledi­ği statü içinde onu şuurlu ve sorumlu tutmuş, buna bağlı olarak da doğru ve­ya yanlış yoldan birini tercih etmeyi ken­disine bırakmıştır.

Bibliyografya:

VVensinck, Mu'cem, "dil" md.; M. F. Abdül-bâkî, Mu'cem, "dil" md.; MustafâvT. et-Tah­kik, "dil" md.; Müsned, [, 51. 90, 302, 325; II, 111, 179, 196; III, 338, 424, 471; IV, 123, 126, 264, 378, 445; V, 154, 404; VI, 302, 306, 441; Dârimî, "Mukaddime", 1; Buhârî, "Kader", 2, "'İlim", 34, "Hudûd", 12, "Meğâzî", 56, uîcti-şâm", 7; Nesâî, "İmamet", 50; Tirmizî, "'İüm", 15, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 14, "Da'avât", 124; İbn Mâce, "Du'â”, 18, "Hudûd", 9; İbnül-Cev-zî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 406-409; İsmail Hakkı Bursevî, Furûk-t Hakki İstanbul 1310, s. 74, 160; a.mlf., Rûhu'l-beyân, İstanbul 1389, I, 24; T. Izutsu. Kur'an'da Allah ve İnsan,681 Ankara, ts., s. 132-139; a.mlf.. islâm Düşüncesinde İman Kavramı682, İstanbul 1988, s. 260-275; el-Kâmûsul-İsiâmt, IV, 410-411.

Mezhepler Tarihi. İslâm literatüründe dalâlet, bir tasnife göre nazarî ve amelî ilimlerde olmak üzere iki kısımda müta­laa edilir. Nazarî ilimlerde dalâlet itikadî konularda gerçeğe aykırı inançları be­nimsemek demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu tür dalâlet İçin "haktan uzak bir sa­pıklık"683 tabiri kullanılmış­tır ki bunun inkârdan farklı olmadığı açık­tır. Amelî ilimlerde dalâlet ise ibadet, hukuk ve ahlâk alanına giren konularda İslâm dinine aykırı fikirlere sahip olma­yı İfade eder684. Dalâ­lette kalanları da üç grupta ele almak mümkündür. ı. Hak dinin varlığından hiç­bir şekilde veya dikkat çekecek ve me­rak uyandıracak kadar haberdar olma­yanlar. Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre bunlar dinî vecîbelerinden dolayı sorumlu olmayacaklardır. Çünkü Kur'an'­da, peygamber gönderilmedikçe kişile­rin sorumlu tutulmayacağı ifade edilmiş­tir685. Ancak böylelerinin akıl­lan, selim yaratılışları ve çevrelerinde yay­gın bulunan din ve ahlâk kuralları çer­çevesinde hareket etmeleri ve mümkün olabilecek bir ruh yücelişini göstermele­ri gerektiği düşünülmüştür.686

2- Hak dinin varlığından yeterince haberdar oldukla­rı halde onu benimsemeyenler. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de çokça söz konusu edi­len müşrikler, kâfirler ve münafıklardır.

3- İslâmiyet'i benimsedikleri halde onun itikadî, amelî ve ahlâkî hükümleri konu­sunda yeterli bilgi sahibi olmayanlar ve­ya bildikleriyle amel etmeyenler. Bu grup içinde gerek kendi dinî hayatlan, gerek­se diğer müslümanlann dinî faaliyetleri açısından en tehlikeli olanlar, ehl-i kıb­leye ait geniş din anlayışı sınırlarım da aşan inançlara sahip bulunanlar ve bu inançlarını yaymaya, böylece dini yozlaş­tırmaya çalışanlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de687, böyle bir yol takip eden eski din mensupları (Ehl-i kitap) din­de haddi aşmak, yaptıkları fenalıklardan Ötürü birbirini uyarmamak, hak yoldan sapmak ve başkalarını saptırmakla it­ham edilmiş, lanete ve ilâhî gazaba uğ­ratıldıkları belirtilmiştir.688

Kelâm ilminde dalâlet, daha çok, ku­lun iradesi ve gücüyle mi yoksa Allah'ın İradesi, takdiri ve yaratmasıyla mı ger­çekleştiği açısından inceleme konusu ol­muştur. Bu hususta belli başlı kelâm ekollerinin görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:



Dalâlet ve hidâyet konusuna Allah'a nisbet edilmesi gereken kemâl sıfatları, özellikle ilâhî irade ve kudretin şümulü açısından bakış yapan Cebriyye'ye göre dalâlet, kulun irade ve seçimiyle değil tamamen Allah'ın iradesi ve yaratma­sıyla gerçekleşir. Zira Allah kullarından dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de saptırır (idlâl). Birçok âyet ve hadis bu hususu açıkça ifade etmektedir. İnsan­lar ya sapık ve kâfir veya hidâyete erdi­rilmiş müminler olarak dünyaya gelirler ve Allah'ın kendileri için belirlediği ka­derin dışına çıkamazlar689. Kulun sorumluluğu için mantıkî bir gerekçe gös­termeyen bu telakkiye tepki niteliğinde olmak üzere Mu'tezile ile Şîa'nın çoğun­luğu tarafından benimsenen anlayışa göre ise kulun sorumlu tutulabilmesi için dalâleti seçme hürriyetine ve terci­hini gerçekleştirme gücüne sahip olma­sı gerekir. Bundan dolayı dalâlet sade­ce onun iradesi ve kudretiyle gerçekle­şir. Allah'ın dilediği insanları saptırdığı­nı ifade eden naslara gelince, müteşâbih grubuna giren ve zahirî mânalany-la açıklanması mümkün olmayan bu nas-lann kullara irade hürriyeti tanıyan di­ğer naslann ışığı altında dil kurallarına ve aklın ilkelerine uygun bir şekilde te'vil edilmesi gerekir. Bazı âyetlerde Allah'ın kullarını dalâlete sevkettiği belirtilmiş­se de bundan hareketle O'nun insanları saptırdığı ve henüz dünyaya gelmeden onları sapıklar olarak yarattığı sonucu çıkarılamaz. Bu tür âyetleri, Allah'ın, ken­di iradesiyle dalâleti seçen kimseyi "dâl" diye adlandırması, âhirette azaba uğrat­ması, helak etmesi, yaptığı amelleri boşa çıkarması, cennet yolundan alıkoyup cehennem yoluna sevketmesi ve dalâle­ti tercih edip kâfir olduğu İçin dünyada cezalandırmak suretiyle dalâlette bırak­ması, yani lutufta bulunmaması şeklin­de yorumlamak mümkündür.690

Dalâlet-hidâyet mevzuunu hem ilâhî sıfatların yetkinliği ve şümulü, hem de insanın sorumluluğu açısından ele alıp konuyla ilgili iki zıt görüşü birleştirmek isteyen Ehl-i sünnet âlimleri, kullara ait fiiller de dahil olmak üzere kâinatta mey­dana gelen bütün varlık ve olayların biz­zat Allah tarafından yaratıldığı temel görüşünden hareketle, hidâyetin yanın­da dalâletin de Allah'ın iradesi, takdirî ve yaratmasiyla gerçekleştiği hususunu ilke olarak benimsemişlerdir. Eş'ariyye. Mâtürîdiyye ve Selefıyye'ye bağlı âlimler bu temel noktada birleşmekle beraber farklı sayılabilecek bazı görüşler de or­taya koymuşlardır. Eş'ariyye'nin görüşü Cebriyye'ninkine oldukça yakındır. Mez­hebin kurucusu Ebü'l-Hasan el-Eş'arî da­lâleti "dinden yüz çevirmek" diye tanım­lar. Ona göre idlâl, küfür ve inkâr anla­mındaki dalâletin Allah tarafından sa­pıkların kalbinde yaratılmasıyla gerçek­leşir. Allah'ın kullarım bu şekilde dalâle­te sevketmesi ise mâkuldür. Zira O'nun iradesi için bir sınır olmadığı gibi yaptıklarından dolayı sorumlu tutulması da ulûhiyyetiyle bağdaşmaz.691 Bâkıllânî İdlâli, Allah Teâlâ'mn kâfirlerin dalâletini yaratması, iman etmelerini sağ­layacak yardımını terketmesi, kalplerini daraltması ve hidâyete erme güçlerini yok etmesi anlamında kabul eder. Ba-zan da onu, sevap kazanmayı ve cenne­te girmeyi mümkün kılacak yoldan uzak­laştırma şeklinde açıklar.692 Abdülkâhir el-Bağdâdî, İmâ-mü'l-Haremeyn el-Cüveynîve Ebû Saîd el-Mütevellî de Eş'arî ile aynı görüşü pay­laşırlar. Fahreddin er-Râzrnin Eş'ariyye'-den kabul ettiği693 Râgıb el-İsfahânî ise dalâletin kulda oluş­masına ilişkin dikkat çekici yorumlarda bulunur. Ona göre dalâlet, kulun tutum ve davranışlarına bağlı olan çeşitli mer­halelerin asılmasıyla oluşur ve bir karak­ter haline gelir. Bunda, kulun başlangıç­ta ortaya koyacağı tavır etkileyici bir rol oynar. Şöyle ki: Mükellefiyet çağına gi­ren insan, Allah'a iman ve itaatten yüz çevirerek inkâr ve isyan yolunu tercih ederse, üstelik bu tutumunu inatla sür­dürürse bir taraftan dalâlet kendisine güzel görünmeye başlarken diğer taraf­tan.hidâyet yoluna girmesi zorlaşır ve bu kişi gittikçe hidâyetten uzaklaşır. Daha sonra bu tutum onda hâkim bir karak­tere dönüşür ve nihayet artık dalâletten kurtulması imkânsız hale gelir694. Fahreddin er-Râzî, Eş'arî'nin fikrine uymakla birlikte ona açıklık getirmeye çalışır. Ona göre insanın bütün fiillerinde olduğu gibi da­lâlet fiilinin de meydana gelebilmesi için kalbinde bunun faydalı veya cazip oldu­ğunu telkin eden bir temayülün bulun­ması gerekir. Diğer temayüller gibi bu­nun da Allah tarafından yaratıldığını ka­bul etmek icap eder. Aksi takdirde bir yaratıcı olmadan kendi kendine oluş inancı ortaya çıkar ki bu sonuçta Allah'ın varlığını inkâra kadar giden bir çıkmaz­dır. Şu halde dalâleti dileyip yaratan Al­lah'tır. Râzî ayrıca, Allah'ın ezelî ilmiyle kulların yapacağı fiilleri önceden bildiği­ni ve bu bilginin zıddının meydana gele­meyeceğini de dikkate alarak dalâletin Allah'tan olduğunu söyler.

Mâtürîdiyye âlimleri dalâleti Allah'ın irade, İlim ve yaratma sıfatları çerçeve­sinde açıklamakla birlikte, insanın so­rumluluğunu daha mâkul bir temele da­yandırmak amacıyla, dalâlete düşmek­teki asıl rolü insanın tercihine bağlamak istemişlerdir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdf-ye göre idlâl hidâyet gibi ilâhî bir fiildir. İlâhî fiilin anlamı ise Allah'ın her şeyi lâ­yık olduğu şekilde yaratmasıdır. Bu ya­ratış kul için ilâhî lütuf (hidâyet) çerçe­vesinde olabileceği gibi adalet (dalâlet) çerçevesinde de olabilir. Bu sebeple da­lâlet ilâhî adaletin gereği olarak vücut bulur. Dalâlete düşürmenin mânası ise gönüllerin hidâyete karşı daraltılması ve iman ile itaatin meşakkatli gösterilme­sinden ibarettir. Sonuç olarak dalâlet kulun onu dilemesiyle hâsıl olur.695 Daha son­ra gelen Mâtürîdî âlimleri, kulun isteme­si halinde dalâletin Allah tarafından ya­ratıldığını açıkça belirtmişlerdir696. Mâtürîdîler'e göre dalâleti seçmek suretiyle kul sorumlu tutulmakta, onu yaratmış olmakla da Allah dalâlete sev-ketmiş bulunmaktadır.

Selefıyye'ye mensup âlimlerin dalâlet konusunda benimsedikleri görüşlerle Eş'ariler'in görüşleri arasında fark yok­tur. Selefiyye'ye bağlı olduğu kabul edi­len İbn Hazm, Allah'ın kâfirleri saptırmasını yardımını kesmesi, onları inkârı seçmelerini sağlayacak bir tabiat ve psi­kolojide yaratması, şeytanın güzel gös­tererek telkin ettiği kötü duygulan akıl gücüne baskın getirmesi tarzında açık­lar697. Ancak son dönem Selef âlimlerinden M. Reşîd Rızâ, dalâ­letin gerçekleşmesine ilişkin farklı bir yorum getirmek istemiştir. Ona göre da­lâlet doğrudan doğruya insanın aklını kullanma tarzına ve bununla ilgili ola­rak Allah'ın vazettiği küllî kanuna bağlı­dır. Allah, gerçeği bulmak için aklını ve duyularını kullanmayan veya bunların verilerine bilerek uymayan, hidâyete kar­şı dalâleti seçip onu azgınlık derecesi­ne kadar götürenleri saptıracağına hük­metmiş ve bu hususta umumi bir kanun koymuştur. Dalâlete sevkedilen kişi bu kanunun gereği olarak sapıklıkta kalır. Allah, hiçbir sebep ve hikmet olmaksı­zın dalâleti doğuştan sahip olunan bir karakter şeklinde kullarında yaratmaz. Bundan dolayı, dalâlet hem insan İra­desinin hem de vazedilen umumi kanun vasıtasıyla ilâhî iradenin bir sonucudur.698

Dalâleti sadece ilâhî irade ve takdire bağlı kabul eden ve bu konuda insanın hiçbir fonksiyonu bulunmadığını öne sü­ren Cebriyye'nin görüşü bir tarafa bıra­kılacak olursa, Mu'tezile ve Ehl-i sünnet âlimlerinin hemen hemen tamamının in­sanların dalâleti isteyerek seçtikleri ve­ya dalâlete düşmelerinde irade ve dav­ranışlarının mutlaka etkili olduğu husu­sunda birleştikleri görülür. Bununla bir­likte Allah'ın kullarından dilediğini dalâ­lete sevkedeceğini bildiren naslara zi­hinleri tatmin edici yorumlar getirmek­te bütün mezheplerin zorlandıkları anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki kulla­rın fiilleriyle, ayrıca kader ve ilâhî sıfat­larla bağlantısı bulunan dalâlet konusu­nu itiraz edilemeyecek şekilde çözüme kavuşturmak kolay değildir. Nitekim ken­disi de bir Eş'ariyye âlimi olan Gazzâlî, j/iyd'ü culûmi'd-dîn adlı eserinin Tey­be" bölümünde (IV, 6-7) Cebriyye, Mu'te­zile ve Eş'ariyye'nin dalâlet meselesini de kapsayan kader ve irade hürriyeti ko­nusundaki görüşlerini, körlerin el yorda­mıyla tanımaya çalıştıkları fili tarif eden açıklamalarına benzetmiş, bu görüşle­rin doğru ve yanlış yönleri bulunduğu­nu belirttikten sonra meselenin aklî ve tecrübî bilgiler yoluyla çözümlenemeye­ceği sonucuna varmıştır. Bu güçlük, sap­tırma ve doğru yola iletme eylemlerinin

de bir kısmını oluşturduğu ilâhî fiillerin mahiyetleri ve yaratıklarla ilişkileri hak­kında yeterli bilgiye sahip olamayışımız­dan, ayrıca Allah'ın zâtı, sıfatlan ve fiil­leri İtibariyle zaman kategorisiyle sınırlı olmamasına karşılık bizim zamanlı varlık olmamız ve zaman kalıplan içinde dü­şünmemiz gibi sebeplerden ileri gelmektedir.699

Bibliyografya:

Kasım b. İbrahim er-Ressî, er-Red cale'I-Müc­bire700, Beyrut, ts. (Dârü'l-Hilâl), 1, 113-117; Yahya b, Hüseyin el-Hâdî. er-Red 'ale'l-Mücbi-re İResâ'ilü'l-'adl içinde), II, 35 vd., 89-91; Hay-yât el-lntişâr, s. 89-90; Eş'arî. el-lbâne (Fevkıyye), s. 213-214; a.mlf.. Usûlü Ehli's-sünne ve'l'cemâ'a701, Kahire 1987, s. 77; Mâtürîdî. Kitabut-Tev-hîd, s. 287, 313-314; İbn Fûrek, Mücerredü'l-makâlât,s. 103, 104; Bâklllânî. et-Temhîd (İmâdüddin), s. 377-378; Kâdî Abdülcebbâr. Müte-şâbihü'l-Kur'ân702, Kahire 1969, s. 57, 65-67, 72, 476, 506; Pezdevî, üşûlü'd-dîn703, Kahire 1383/1963, s. 45, 127, 129; Bağdadî, Uşulü'd-dtn, s. 141-142; İbn Hazm, el-Faşt (Umeyre), III, 66-74; Beyhakî, el-Esmâ ue'ş-şıfât, s. 151; Ebû Yala el-Ferrâ, el-Mu'temed fî uşûti'd-dîn704, Bey­rut 1974, s. 133-134; Ebû Saîd el-Mütevellî. el-Gunye ft uşûli'd-dîn705, Beyrut 1406/1987, s. 129-130; Râ-gıb el-İsfahânî, TafşTlü'n-neş'eteyn ue tahsî-lü's-sa'âdeteyn, Beyrut 1983, s. 104-108; Gaz-zâlî. İhya3, IV, 6-7; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 79; Fahreddin er-Râzî. Mefâtîhu'l-ğayb, 11, 49, 138-139, 141-143; XI, 48; xİll, 180; XXVIII, 280; a.mlf.. Esâsü't-takdts, Kahire 1354/1935, s. 5; Cüveynî. El-irşâd (Muhammed), s. 211-212; Beyzâvî, Tauâli'u'l-enuâr, İstanbul 1305, s. 392-397; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyyat, Bulak 1281, s. 232-233; Seffârînî, Leoâmi'u'l-ebrâr706, Beyrut, ts707, I, 335; Elmalılı, Hak Dini, I, 135, 136; İM, 2087-2088; VİN, 5900-5901; Regîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, I, 69-72, 241; 11, 94; VII, 402-404, 553; VIK, 376; IX, 459, 562; Muhammed Yûsuf Mûsâ, e!-Kur3ân oe'l-felse-fe, Kahire 1982, s. î38-150;Sadreddin el-Ka-bancî, el'Kitabü't-'Akâ3idî: Allah, Beyrut, ts. (Dârü't-Taâru), s. 210-213.




Yüklə 1,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin