ASABE
İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan mirasçılar için kullanılan fıkıh terimi.
Asabe âsıbın çoğuludur. Kelimenin kökünde “Sarmak, kuşatmak” mânası vardır; kavgada veya savunma sırasında yakın akraba kişinin etrafını sardığı, onu korumaya çalıştığı için bunlara asabe denilmiştir. Kelime çoğul olmakla birlikte fıkıhta tek kişi için de kullanılır.
Asabe İslâm'dan önce, “Baba tarafından gelen erkek akraba ve erkek çocuklar” anlamında kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de asabe sınıfına giren mirasçılara ait hükümler vardır; ancak bu mirasçıları ifade etmek üzere asabe kelimesi kullanılmamış, baba, çocuk, kardeş gibi ifadelerle asabeye temas edilmiştir. Hz. Peygamber zamanından itibaren ise diyet ve miras alan muayyen yakınlar için kullanılmıştır. 1033
Fıkıh ve ferâiz kitaplarında asabe;
“Tek başına bulunduğu zaman mirasın tamamını, belli hisseli mirasçılarla beraber bulunduğu zaman onlardan arta kalanı alan mirasçı” şeklinde tarif edilmiştir. Asabe olma vasfı verasetin en kuvvetli sebebi olarak telakki edilmiştir; çünkü bu vasfı taşıyan mirasçı tek başına kaldığı zaman bütün mirası alabilmektedir. Halbuki derece itibariyle başta bulunan ashâbü'l-ferâiz* mirasçıları bu vasıflarıyla mirasın tamamını alamamaktadır. Asabenin mirasçı olması nassın 1034işaret ve delâleti yanında icmâ ile de sabittir.
İslâm hukukçulan asabeyi, ölü ile olan ilgisinin mahiyet ve nevine göre kısımlara ayırmışlardır.
A) Nesebiyye
Miras bırakana erkek vasıtasıyla ve kan 1035 bağı ile bağlı bulunan asabedir. Oğul ve oğlun oğlu gibi kendileri de erkek olanlara binefsihî, oğul yanında bulunan kız gibi, erkek kardeşi sayesinde asabe olanlara bigayrihî, ölünün kızının yanında bulunan öz kız kardeşi gibi, belli şartlarda asabe olanlara maa'1-gayr asabe denir. Asabe ile ilgili âyetlerin birincisi 1036 önce ölünün erkek ve kız çocuklarının ikili birli vâris olacaklarını ifade etmek, sonra ana ve babasının belli paylarını bildirmek suretiyle nesebi asabe olan çocukların kalan mirası ikili birli alacaklarına, bu arada kızın da oğul ile beraber bulunduğunda bigayrihî asabe olacağına işaret etmektedir. İkinci âyet 1037 ise erkek ve kız kardeşlerin asabelik vasıflarına delâlet etmektedir. “Payları sahiplerine verin, geri kalan ise en yakın erkek vârise aittir” 1038 mealindeki hadis de asabelik yoluyla vâris olma hükmünün sünnetteki kaynağını teşkil etmektedir. Ölünün kızı yanında öz veya baba bir kız kardeşinin asabe olması, hadislere ve sahabe uygulamasına dayanmaktadır. 1039 Nesep yoluyla asabe olan bu üç grubun her biri kendi arasında da kısımlara ayrılır.
1) Binefsihî Asabe Olanlar.
Bunlar miras bırakanla akrabalık münasebeti 1040 bakımından dörde ayrılır.
a) Oğulluk ilişkisi ile bağlı olanlar: Oğullar, oğulların oğulları...
b) Babalık ilişkisi ile bağlı olanlar: Baba, onun babası, onun babası..,
c) Kardeşlik ilişkisi ile bağlı olanlar: Erkek kardeşler, bunların erkek çocukları, çocukların erkek çocukları...
d) Amcalık ilişkisi ile bağlı olanlar: Amcalar, bunların erkek çocukları... Binefsihî asabe olan bu dört çeşit akraba yukarıdaki sıraya göre vâris olurlar. Meselâ oğul varken baba -asabelik vasfı ile- vâris olamaz. Aynı sırada olanlar bir araya gelirse yakınlık derecesine bakılır; meselâ oğul varken torun vâris olamaz. Aynı derecede olanlar bir arada bulunursa akrabalık bağının kuvveti göz önüne alınır; öz olanlar bir yönden üvey olanlardan önce vâris olurlar.
2) Bigayrihî Asabe Olanlar.
Bunlar yakınlık derecesi ve kuvveti bakımından eşit olan “Birlikte erkek ve kadın” asabedir ve dört grupta toplanırla.
a) Ölünün oğlu ile beraber bulunan kızları.
b) Oğlun oğlu veya bunun oğlu... ile beraber bulunan oğul kızları. Bu grupta kız torunun vâris olabilmesi başka türlü mümkün olmuyorsa, kendisinden daha aşağı derecede bulunan erkek torun ile de asabe olabilir. Meselâ oğlun kızı, oğlun oğlunun oğlu ile vâris olur.
c) Öz erkek kardeş ile beraber bulunan öz kız kardeşler.
d) Baba bir erkek kardeş ile birlikte bulunan baba bir kız kardeşler.
3) Maa'l-gayr Asabe Olanlar.
Bunlar da iki grupta toplanmaktadır.
a) Kızlar veya oğul kızları ile beraber bulunan öz kız kardeşler,
b) Yine kızlar veya oğul kızları ile beraber bulunan baba bir kız kardeşler. Meselâ miras bırakanın iki kızı. bir de öz kız kardeşi bulunduğunda, kızlar ashâbü'l-ferâizden olarak mirasın üçte ikisini eşit şekilde paylaşırlar; geriye kalan üçte bir hisse de maa'l-gayr asabe sıfatıyla öz kız kardeşin olur.
B) Sebebiyye
Bu kısma giren asabe, miras bırakan şahsa 1041 kan bağı ve nesep ile değil, azat olma sebebiyle bağlı bulunmaktadır. Bu durumda köleyi azat eden erkek veya kadın 1042 eski kölesinin nesebî asabe veya ashâ-bü'l-ferâiz nevinden vârislerinin bulunmaması halinde ona. sebebi asabelik ile vâris olmaktadır. 1043
Bibliyografya:
1- Dârimî. “Ferâ'iz”, 28.
2- Buhâri. “Ferâ'iz”, 5, 12, 15.
3- Müslim, “Ferâ'iz”, 2, 15.
4- Serahsî, el-Mebsût, XXIX, 138 vd.
5- Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VI, 59 vd.
6- Mahmud Esad Seydişehrî, Ferâizü'l-ferâiz, İstanbul 1326, s. 146-161.
7- Bilmen. Kamus, IV, 535-546.
8- Mustafa es-Sibâî-Abdurrahman es-Sâbûnî, el-Ahvâlü'ş-şahşiyye, Dımaşk 1970, s. 91-99.
ASABİYET
Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.
Câhiliye döneminde, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın oluşturduğu topluluğa “Asabe”, bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı koymak veya saldırıda bulunmak söz konusu olduğunda bütün topluluk üyelerinin harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhuna da "”Asabiyet” denilmekteydi. Asabiyet, esas itibariyle soy 1044 birliğinden kaynaklandığından, aynı soydan olanlar arasında organik yakınlık 1045 arttıkça asabiyet de güçlenir, buna karşılık bu yakınlık aileden başlayarak aşirete, kabileye doğru yayıldıkça asabiyet de zayıflardı. Bu gerçek asabiyet yanında bir de hükmî veya itibarî asabiyet vardır ki bu kan bağına dayanmayıp herhangi bir akid, antlaşma, kefalet vb. uygulamalarla kurulan asabiyettir. Bunlardan gerçek asabiyet, modern sosyolojinin temel kavramlarından olan ve ırk birliğini aşarak vatan, tarih, kültür, gelenek ve görenek gibi müştereklere dayanan milliyet fikrînden çok, yalnızca ırk birliğinden kaynaklanan kavmiyete benzemekte, ancak bugün anlaşıldığı manadaki ırkçılığa göre daha dar çerçeveli ve kabilevi bir karakter arzetmektedir.
Düzenli bir siyasî birlikten ve hukukî yapıdan mahrum olan Câhiliye döneminde, bir kabilenin veya kabileden bir kişinin başka kabile tarafından -hangi sebeple olursa olsun- tecavüze uğramasını önleyen veya herhangi bir tecavüzün vukuu halinde, bunun doğurduğu maddî ve manevî zararın telâfisini sağlamaya sevkeden en önemli ve tesirli âmil asabiyet kanunu idi. Saldırıya mâruz kalan tarafın kendi kabilesini yardıma çağırması 1046 halinde bütün kabilenin galeyana gelerek 1047 bu çağrı uyarınca hareket etmesi asabiyet kanununun kaçınılmaz bir gereği idi ki Câhiliye döneminde ardı arası kesilmeyen kabileler arası savaşların temelinde bu kanun vardı.
Asabiyetin siyasî ve hukukî alanlardaki otorite boşluğunu doldurmak, mal. can ve ırz güvenliğini sağlamak gibi olumlu yönleri yanında aile, aşiret veya kabilenin, yahut benzer bir topluluğun hak ve menfaatlerine tecavüz etmek, onlara karşı şiddete başvurarak üstünlük sağlamak gibi olumsuz ve zararlı yönleri de vardı. Böyle bir asabiyet anlayışı, Cündeb b. Anber b. Temîm'e isnat edilen 1048 bir şiirde, “İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et” şeklinde ifade edilmiş, zamanla Arap atasözleri arasına giren bu ifade, yazısız bir kanun olarak telakki edilmişti. Şair Asla' b. Abdullah'ın;
“Kardeşim bir topluluğa karşı haksızlık yapınca ben ona yardım etmeyeceksem haksızlığa uğrayınca da yardım etmem” anlamına gelen beyti 1049 başka bir şairin;
"Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder; sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” mânasındaki beyti 1050 Câhiliye dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.
Kur'ân-ı Kerîm'de “Asabiye” kelimesi geçmemekle birlikte ona yakın bir anlam ifade eden “Hamiye” kelimesi mevcuttur. 1051 Her ne şekilde olursa olsun bu zihniyetin temelini teşkil eden soy üstünlüğü, kabilecilik ve kavmiyet davalarının tümüyle reddedildiği 1052 samimi dindarlık ve ahlâkî hassasiyet demek olan takva dışında bir üstünlük sebebi görülmediği, gruplar arasında baş gösterebilecek çekişmeleri-asabiyet gayretiyle daha da arttırmak yerine-öncelikle, adalet ve hakkaniyete dayanan uzlaşma yoluna gitme ve her durumda haksız tarafın karşısında olma vecibesinin getirildiği açıkça görülmektedir. 1053 Âl-i İmrân sûresinin 103. âyetinde müslümanlara hep birlikte Allah'ın dinine 1054 sarılmaları emredildikten sonra, Allah'ın-Câhiliye asabiyetinden kaynaklanan-düşmanlıkları nasıl kardeşliğe dönüştürdüğü ve böylece onları bir ateş çukuruna düşmekten nasıl kurtardığı hatırlatılır. Başka bir âyette ise 1055 kötülük ve düşmanlık istikametinde dayanışma yasaklanarak “İyilik ve takva üzerinde yardımlasınız” emriyle dayanışmaya ahlâkî bir muhteva kazandırılmıştır.
Hadislerde hem asabiyetin tarifi verilmiş, hem de asabiyet davasının İslâm'ın ruhuna aykırı olduğu açıkça ortaya konulmuştur. Buna göre asabiyet, bir kimsenin haksız olmasına rağmen kendi kavmine yardımcı olmasıdır. 1056 Cübeyr b. Mut'im'in rivayet ettiği ve Buhârî'nin Şahîh'ı dışındaki belli başlı hadis mecmualarında bazı varyantlarıyla yer alan aşağıdaki hadis, hem asabiyetin Câhiliye dönemindeki muhtevasını göstermesi, hem de Peygamberin asabiyet temayüllerinin müslümanlar arasında yeniden baş göstermesinden duyduğu kaygıyı hatıra getirmesi bakımından son derece önemlidir: 'Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü Câhiliye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek müminin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefa göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse benim ümmetimden değildir. Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü Câhiliye Ölümüdür” 1057 Hz. Peygamberin müslümanlar arasında asabiyetin yeniden ortaya çıkmasından duyduğu kaygıyı gösteren ve bu tehlikenin işareti gibi görünen bazı olayları yansıtan daha başka hadisler de vardır. Nitekim Müslim'in kaydettiği bir olay böyle bir işaret taşımaktadır. Câbir'in naklettiğine göre muhacirin ve ensardan iki genç aralarında kavga etmişler ve Câhiliye döneminde olduğu gibi “Yetişin ey muhacirler!”, “Yetişin ey ensar!” diyerek kendi taraflarını yardıma çağırmışlardı. Olayı haber alan Resûlullah;
“Bu ne hal! Câhiliye davası mı?” sözleriyle taraflara çıkıştı. Olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra.
“Kişi zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım etsin” şeklindeki ünlü Câhiliye atasözünü tekrar edip zalime yardımın onun zulmüne karşı koymak demek olduğunu ifade ederek yukarıdaki meşhur söze yepyeni bir muhteva kazandırmıştır. İbn Teymiyye bu hadisi zikrettikten sonra kişinin. Câhiliye halkının yaptığı gibi-haklısına haksızına bakmaksızın-kendi topluluğu lehine asabiyet davası gütmesinin caiz olmadığını, buna karşılık düşmanlık hisleri beslemeksizin ve hak kaygısıyla kendi yakınlarına yardım etmesinin gerekli 1058 veya tavsiye edilebilir 1059 bir davranış olacağını belirtmektedir. 1060
Asabiyet kavramını ilk defa ilmî ve objektif bir metotla inceleyen İslâm mütefekkiri tarih ve devlet felsefesini açıklarken bu kavrama en büyük ağırlığı veren İbn Haldun'dur. İbn Haldun asabiyet teriminin kendi felsefesinde ihtiva ettiği mânayı tam olarak ifade eden bir tarifini vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddime'de dayanışma ruhu, cemaat ruhu. grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, sosyal dayanışma gibi kavramlardan biri veya birkaçı karşılığında kullanıldığını öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte İbn Haldun, asabiyeti dar mânada savunma 1061 veya saldırı 1062 maksadına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal şuur şeklinde anlamaktaysa da. Mukaddime'nin bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre asabiyeti ırkî bağların veya coğrafî, siyasî yahut da dinî sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu sebeple o asabiyeti şu veya bu dönemdeki ya da çevredeki uygulanış biçimine göre değil, doğrudan doğruya beşerin fıtrî bir özelliği ve en küçük içtimaî birliklerden en büyük devletlere kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında rolü bulunan bir kitle enerjisi olarak ele almakta ve öfke. şehvet vb. öteki biyolojik ve psikolojik yetenekler gibi asabiyetin de müsbet veya menfî yönlerinin mevcut olduğunu söylemektedir. Buna göre Hz. Peygamber'in yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan Câhiliye asabiyetidir. Buna karşılık asabiyetin hakka ve Allah'ın emrini gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması arzu edilir bir şeydir. Esasen dinler ve şeriatlar bile asabiyet desteğiyle kurulur, bu destekten mahrum kalınca da yıkılırlar. 1063 İbn Haldun'a göre asabiyet, en iptidai şekliyle, beşerin tabiatında bulunan zulüm ve düşmanlık temayüllerine karşı yine aynı tabiattan gelen akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu yardımlaşma ve dayanışma eğilimidir. 1064 Gerçekte soy birliğinden, başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecede ilkel 1065 topluluklarda bulunan asabiyet, toplulukların yerleşik ve medenî 1066 hayata geçmeleri nisbetinde gücünü kaybeder. 1067 Zira bu durumda çeşitli nesepler arasında homojenliğin ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akraba 1068 arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya 1069yayıldıkça asabiyet de zayıflar. 1070
İbn Haldun, kendi dönemine kadar İslâm kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve milletlerin tarihleri üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri neticesinde ilkel hayattan medenî hayata, aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına, kaba kuvvet döneminden hukuk düzenine geçişin her safhasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu hükmüne varmaktadır. Hatta o devletin kurulmasından sonra bile asabiyetin bu fonksiyonuna İhtiyaç duyulacağı görüşündedir. Hükümdar veya hanedan siyasî prestijini 1071 korumak ve güçlendirmek İçin asabiyeti canlı tutmak zorundadır. Aksi halde daima pusuda bekleyen başka bir asabiyet grubu, güç üstünlüğünün kendisine geçtiğini anladığı anda hâkimiyeti ele geçirebilir.
İbn Haldun'un tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir nevi asabiyet diyalektiğine dayandığı muhakkaktır. Öyle
ki ona göre her yeni fikir ve inanca karşı insanların tabiatında bulunan menfi tavır onlara galebe çalıp hâkimiyet altına almak 1072 için zora başvurmayı gerekli kılar. Bu da ancak gayesi egemenlik ve mülk olan asabiyetle mümkündür. Dolayısıyla, bir hâkimiyetin hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması, öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. 1073 Bu güce olan ihtiyaç bakımından peygamber ile dinî mesaj taşımayan başka hâkimiyet hareketleri arasında fark yoktur. Hz. Peygamber'in;
“Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir” 1074 anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır 1075 Nitekim realitede de peygamberler risâletlerini tebliğ ederken kâfirlerin baskılarına karşı korunmalarını sağlayacak olan kabile asaletine 1076 asabiyet ve kudrete 1077 sahip olmuşlardır. 1078
Bu suretle asabiyet peygamberin, dolayısıyla dinin başarıya doğru ilerlemesi için hareket enerjisi sağlarken din de asabiyete toplayıcı, kaynaştırıcı bir nitelik kazandırır; ilkel şekliyle maddî menfaatlere yönelik olan asabiyeti idealize ederek dinî öğretilerin yayılması, hakikatin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedeflere yöneltir. Aynı şekilde din, israf ve ihtişam tutkusu ile itibar ve menfaat çekişmelerini dizginlemek suretiyle devlete süreklilik kazandırır. Ayrıca hâkimiyet ve iktidarın emniyet altına alınması için siyasî ahlâka riayet edilmesinin ve idareyi elinde bulunduranların siyasî erdemlerle donanmalarının gerekliliğini de vurgulayan İbn Haldun, böylece asabiyet diyalektiğini ahlâkî ve manevî unsurlarla yumuşatmış bulunmaktadır. Nitekim ona göre en iyi siyaset Allah'ın hükümlerini uygulamakla gerçekleşir. Asabiyet mülkün kaynağı 1079 ve kuruluş sebebidir. Cömertlik, af, müsamaha, sabır, vefa, halkın sıkıntılarıyla ilgilenme, kanuna ve ilme saygı, haya, merhamet, doğruluk gibi dinî, ahlâkî faziletler ve hayırlar da mülkün devamını sağlayan hasletlerdir. Bunlarsız bir idare, uzuvları kesilmiş insan gibidir. Dolayısıyla kötülükler 1080 ve fenalıklar 1081 işleyen bir milletin iktidarı, Allah'ın koyduğu kanun gereğince yıkılıp gider. 1082
Bibliyografya:
1- Müsned, II, 306, 488, 533.
3- İbn Mâce. “Fiten”, 7.
4- Ebû Dâvûd, “Edeb”, 112.
5- Nesâi, “Tahrîm”, 28.
6- Ebû Hilâl el-Askerî. Cemheretul-emşâl (nşr. Muhammed Ebül-Fazl-Abdülmecîd Katâmiş). Kahire 1384/1964, I, 58-59.
7- Meydânı. Mecma'u'l-emsal (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Dımaşk 1972, 11, 384.
8- İbn Teymiyye. İküzâ'ü'ş-şırâti't-müstakim, Kahire 1400/1980, s. 70.
9- İbn Haldun. Mukaddime, 1, 86, 116-134, 142-143, 164-165, 167-168, 180-182.
10- Ebü'l-Mehâsin eş-Şeybî, Timşâlü'l-emşâl (nşr. Esad Zübyân), Beyrut 1402/1982, I, 325.
11- Hilmi Ziya-Ziyaeddin Fahri, İbn Haldun, İstanbul 1940, s. 62, 64-65.
12- Fr. Rosenthal. The Mugaddimah, London 1958, I, Giriş, s. LXI, LXVIII vd., LXXXII vd., CX.
13- Cevad Ali. et-Mufaşşat, IV, 392-398, 402.
14- Mâcid Fahrî. Târîhu't-felsefeti't-İslâmiyye, Beyrut 1974, s. 449-451.
15- T. J. de Boer, Târîhu'l-felsefe fi'l-İslâm (trc. M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Beyrut 1981. s. 411-415.
16- Muhammed Âbid el-Câbirî, Fikru İbn Haldun: el-'aşabiyye ve'd-devie, Dârülbeyzâ 1982, s. 271-336.
17- Ronart. CEAC, s. 57.
18- Ünver Gunay. “İslâm Dünyasında Bir Din Sosyolojisi Öncüsü: İbn Haldun”, El2. AÜİFD, VI (1986). s. 78-80, 90-10.;
19- Ahmet Ateş, “Asabiyet”, M, 1, 663-664.
20- F. Gabrieli, “Aşabiyya”, El2 (Fr ), I, 701-702.
21- F. Gabrieli, “Asabiye”, UDMİ, XIII. 360-361.
Dostları ilə paylaş: |