Bibliyografya



Yüklə 1,17 Mb.
səhifə19/40
tarix18.12.2018
ölçüsü1,17 Mb.
#86273
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40

ETYOPYA241




EUCLIDES242




EÛZÜ243




EÛZÜ BESMELE244




EV

Değişik Türk lehçelerinde ev, iv, üw, öy. üy, eb, ep ve örn gibi şekillerde gö­rülen kelimenin sözlük anlamı "barınak, çadır" olup bazı lehçelerde "kadın" ve "aile" mânalarına da gelir245. Anadolu'nun bazı yö­relerinde "ev" anlamında kullanılan dü-nek / tünek kelimesi ise tüne-mek (ge­celemek) fiilinden türemiştir. Buna ben­zer bir ilişki Arapça'daki bâte (gecelemek) fiiliyle beyt (ev) kelimesi arasında görü­lür; bâte Türkçe'de olduğu gibi "evlen­mek, yuva kurmak" anlamını da taşımak­tadır246. Arapça'da dâr ve mesken kelimeleri de "ev" mânasında kullanılır. Ev ismi bir mi­mari yapıdan çok içinde insan. aile. hatta hayvan barındıran mekânı ifade eder; bu basit bir çerge olabileceği gibi bir sa­ray da olabilir. Kur'an'daki, "Allah hay­vanların derilerinden sizin için evler (büyüt) yaptı" âyetinde247 deri çadırlar ev olarak nitelendirilmiştir. Ahd-i Atîk'in bazı yerlerinde de çadırın ev (yuva) anlamında kullanıldığı görülmektedir248. Eski Türkler'de ise ev denilince hemen daima çadır anlaşılır.

Kitâb-ı Mukaddes'e göre yerleşik ha­yat göçebelikten öncedir. Kabil'in, oğlu Hanok adına bir şehir kurmasından bir­kaç nesil sonra gelen Yabal. çadır evin­de oturanların ve sürü sahiplerinin ilki olarak zikredilir249. İbn Haldun ise göçebeliğin köy kurma döne­minden önce olduğu görüşündedir250. Eski Ahid'de genellikle çadır evlerden söz edilmekle birlikte birçok yerde de şehir ve binalar­la bunların yapımında kullanılan malze­meye yer verilir. Meselâ Bâbil Kulesi'nin inşasında iyice pişirilmiş kerpiçlerle ziftli harçtan fayda anılmıştır251. Hz. Ya'küb kendisi için bir ev bina ettir­miş ve ağıllar yaptırmıştır -bu bakımdan oturduğu şehre "ağıllar" anlamına gelen Sukkot denilir252. İsrâiloğul-ları Mısır'da bulundukları sürece dam evlerde oturmuşlardır. "Fısh" ile İlgili pasajlarda kurban kanının serpileceği yer­ler anlatılırken kapının eşik ve sövesi de sayılır253. Kur'ân-ı Kerîm'-de Hz. Mûsâ ve kardeşi Harun'a. Mısır'­da İsrâiloğulları için içerisinde ibadet edebilecekleri evler yapmalarının vahye-dildiği belirtilmektedir254. İsrâiloğulları Ken'an diyarını ele geçirip yerleşik düzene girince daha mükemmel evler inşa etmişlerdir. Tevrat'ta cüzzamdan korunmak için yapılacak tadilât do­layısıyla bu evlerden bahsedilir255. Kendisine, daha sonra kim­seye nasip olmayacak bir saltanat ver­mesi için Allah'a dua eden Hz. Süley­man'ın256 Kudüs'te yaptırdığı saray şüphesiz bu evlerin en mükemme­li idi. Eski Ahid'de bu yapıya ilişkin bir­çok ayrıntı bulunmaktadır. Kur'an da Se-be melikesinin gelişiyle ilgili bilgi verir­ken Belkıs'ın, âyette adı "sarh" olarak geçen bu sarayın fevkalâde parlak döşe­mesini su sanarak eteğini yukarı çektiğini belirtir257; bu kısa bilgi dahi sarayın ihtişamını gösterme­ye yeterlidir. Kitâb-ı Mukaddeste yer alan on emirde bir madde evle ilgilidir ve komşunun evine tamah etmenin ha­ram olduğunu bildirir.258

Evleri Allah'ın insanlara bağışladığı bi­rer huzur bulma ve dinlenme yeri olarak tanımlayan Kur'ân-ı Kerîm'de259 geçmiş kavimler anlatılırken ya­hut Câhiliye çağına ait bazı yanlış inanç­lar düzeltilirken veya istizan (evlere gi­rerken izin isteme) gibi bir hüküm orta­ya konulurken evden söz edilir. İnkârla­rı sebebiyle helak olan bazı geçmiş ka­vimlerin daha güzel imar faaliyetinde bulundukları belirtilir260 ve onların evleri hakkında bilgi verilir. Me­selâ Âd ve onun mirasçısı Semûd kav­minin mensupları kayalara ustaca oyul­muş evlerde otururlardı261; Sebe-liler'in evleri ise iki tarafı bahçeli yapıl­mıştı262. Helak edilen nice şe­hirde evlerin damlarının çöküp bunun üstüne duvarlarının yıkıldığı ve yüksek sarayların boş kaldığı hatırlatılarak bu harabelerden ibret alınması istenir.263

Evlerin planlan ve yapı üslûbu üzerin­de İhtiyaçlar, coğrafya ve iklim şartlan ile mevcut malzemenin büyük etkisi var­dır. Eski Mezopotamya ve civarında yer yer taş, tuğla ve kerpiç kullanılarak ya­pılan evlerin yanında özellikle bataklık kesimlerde kamış türü bitkilerden inşa edilmiş kulübelere rastlanır: tasvirî ar­keolojik buluntular gibi halen Iraklılar'ın uygulamaları da bunu göstermektedir. Bölgedeki ilk müslüman şehirleri olan Basra ve Küfe de başlangıçta sazdan ya­pılmış birer askerî garnizondu. Müslü­manlar sefere çıkacakları zaman evleri sökerek kamışları demetler halinde bağ­lar, savaştan döndüklerinde de tekrar kurarlardı. Yemen gibi sağlam taş mal­zemenin bulunduğu yörelerde ise yük­sek binalar yapılabilmiştir. Tarihin ilk gökdeleni olarak tanımlanan Gumdân adındaki ünlü binanın264 gölge­si güneş doğduktan bir müddet sonra 3 mil kadar uzaya biliyordu. En az on kat­tan oluşan bina granit porfir ve mermer­den yapılmıştı. Dört duvarı farklı renkte mermerlerle kaplanmış ve tavanı, üstün­de uçan kuşun cinsi farkedilecek kadar şeffaf mermerle örtülmüştü. Köşeleri­ne yerleştirilen bronz aslan heykelleri ise rüzgâr estikçe kükreme sesi çıkara­cak şekilde yapılmıştı265. Gumdân hakkındaki bilgiler efsanevî özellikler ta­şırsa da kaleler ülkesi olarak tanınan Ye-men'de malzeme bolluğu sebebiyle devâ­sâ binaların yapıldığı bir gerçektir266. Ünlü Ümmü Zer hadisinde, Yemen'-den geldikleri söylenen kadınlardan bi­rinin kocasından söz ederken "zevcî re-fîu'l-imâd" diyerek evlerinin yüksek di­rekli ve kocasının eşraftan olduğunu ima ettiği görülür. Ümmü Zer ayrıca kayın va­lidesinin evinin genişliğini ve ambarları­nın büyüklüğünü dile getirir267. Kur'an'-da düşmana karşı birlikte savaşan mü-cahidler kurşunla kenetlenmiş yapılara benzetilir ki268 bununla muh­temelen Güney Arabistan'da uygulanan bir yapı tekniğine işaret edilmiştir.

Göçebe toplumların evleri yukarıda be­lirtildiği gibi çeşitli malzemelerden ya­pılan çadırlardır. Türkler, öküzler tara­fından çekilen arabalar üzerine de ku­rulabilen yuvarlak çadırlarıyla (topak ev) iftihar etmişler, onu kerpiçten yapılan Cin evlerinden daha üstün görmüşlerdir269. Türkler'İn keçeden yaptık­ları bu çadırlar kubbe mimarisinin ilham kaynağıdır270. Halen Afganis­tan'da basık, Anadolu'nun Harran yöre­sinde sivri olarak yapılan kubbeli evler topak evin birer kopyasıdır. Türkler yer­leşik hayata geçtikten sonra kerpiçten ve "pışığ kerpiç" (pişmiş kerpiç) dedikleri tuğladan271 evler yapmışlardır. Dîvâ-nü lügati't-Türk'te geçen "sunu" (kiriş), "oğulmuk" (direk), "eşiklik yığaç" (eşik ağacı. eşik), "kapığ yangakı" (kapı yanağı, söve). "tarus" (çatı), "örtmen" (dam), "eğ­me" (evin kemeri) ve "uyuğluğ ev”272 gibi kelimeler Türk-ler'in yapı kültürü hakkında bazı ipuçla­rı vermektedir. Aynı eser bize eski Türk evinde müstakil bir mutfağın, bir yatak ve bir oturma odasının yer aldığını gös­termektedir. Yatak odalarında yüklük ("yüdrük") ve mutfaklarda kap kaçak koymak için raflar ("serü") bulunuyordu. Evin ayrıca yaz aylarında kullanılmak üze­re buz konulan bir buzluk ile ("obruk") Odunluk273 ve çar-dağı274 vardı. Oda­ların duvarları bir süs ve ısı yalıtımı un­suru olarak halılarla kaplanırdı. Duvar­ların halı veya kumaşla kaplanmasını hoş görmeyen bazı hadislerden bu âde­tin Araplar arasında da yaşadığı anlaşıl­maktadır. Dîvânü lügati't- Türk'te ayrıca "bark" ile (ev eşyası) ilgili pek çok bil­gi bulunmaktadır.

Araplar'ın evleri ikiye ayrılmaktadır: Taşınmaz, yapı tarzındaki evler (el-me-bâni'l-mebniyye) ve taşınabilen, çadır tar­zındaki evler275. Arap­lar kendilerini oturdukları bu evlerin ya­pı malzemesine göre de sınıflandırmışlardır. Çadırda oturanlara genellikle ça­dırları deve tüyünden olduğu için "ehl-i veber", binalarda oturanlara ise evleri daha çok taş ve kerpiçten yapıldığı İçin "ehl-i hacer" veya "ehl-i meder" adı ve­rilmişti; yerleşik olanlar tarımla uğraş­tıklarından bunlara "ehl-i hazar" da de­nilirdi. Araplar'ın çoğunluğunun göçebe hayatı yaşaması sebebiyle onlara genel­likle çadır türlerinin izafe edildiği görü­lür. İbnü'l-Kelbrnin altı çeşit olarak say­dığı Arap evlerinden sadece taştan bina edilen "ukne" ile ahşaptan yapılan "hay-me" yerleşik ev tipleridir; diğerleri fark­lı malzemeden yapılmış çadırlardır276. Halbuki Araplar taşın yanında kerpici ve kamış gibi bitki­leri de kullanmışlardır. Kerpiçten yapılan evlere "kubbe", ahşap ve kamıştan yapılanlara duvarlarındaki delikler sebebiyle "hus" veya tavan kısmının kavisli olma­sından dolayı "ezec" diyorlardı. Bunlar daha çok fakir kesimin oturduğu evlerdi; ancak havadar olmaları sebebiyle hali vakti yerinde bazı kişilerce de tercih edil­mişlerdir. Üseyd b. Anka el-Fezâri bir beytinde, aIi "İçinde mutlu olduğumuz kamış evimiz tuğla evden ve onun kasvetinden da­ha iyidir"277 diyerek bunu anlatır. Ebû Davud'un bir rivayetinden Hz. Peygamber döneminde Medine'de bu tür evlerin bulunduğu anlaşılmakta­dır278. Ebû Mansûr es-Seâlibî Araplar'ın evlerini yapıldıkları maddele­re göre şu isimlerle tasnif etmiştir: Ko­yun yününden "hıbâ", deve tüyünden "bicâd". kıldan "füstâd", pamuktan "sü-râdık", kurutulmuş deriden "kaş1", ta­baklanmış deriden "tırâf, ağaç kabuğun­dan "hazîra", ahşaptan "hayme", taştan "ukne", kerpiçten "kubbe", çamurdan "sütre".279 Kubbe ke­limesi çadır mânasına da kullanılmıştır. Araplar kurdukları bir tür çadıra topak evden mülhem olarak "kubbe Türkiyye" diyorlardı ki bu ifade hadis kaynakla­rında da geçmektedir280. İbn Haldun, da­ha çok vahşi bir hayat süren bedevile­rin ancak ocak taşı yapmak amacıyla ta­şa ihtiyaç duyduklarını, bunu temin için de bina ve konakları yıktıklarını, aynı şe­kilde sadece çadır kurmak ve barındık­ları yerleri sağlamlaştırmak amacıyla ağaca ihtiyaç duyduklarını ve bunun için de konakların dahi tavanlarını söktük­lerini, bundan dolayı onların yaratılışla­rının ümranın temelini teşkil eden bina­ya aykırı olduğunu söyler281. Tuğla (acur) kullanımı Araplar'da yaygın değildir; üretim ma­liyetinin yüksekliği sebebiyle tercih edil­memiş olmalıdır. Bu kelime kaynaklar­da, müslümanlann fütuhat sonrası zenginleştikleri dönemde giriştikleri Mescid-i Nebevî'nin yenilenmesi gibi imar faaliyetleri dolayısıyla geçmektedir.

Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde burada daha çok yahudilerin oturduğu taştan üç katlı evler vardı. Kale olarak kullanılabilecek büyüklükteki bu evlere "ütüm", "ucum" veya "kubâb" adı veriliyordu. Bazıları çok uzaklardan görü­lebilecek yükseklikte olan bu evlerden her birinin bir adı vardı ve meselâ temeli ve alt katı siyah bazalttan, diğer katları "nabara" adı verilen beyaz taştan yapıl­mış Uheyha b. Cülâh'ın evine "ütmu'd-dıhyân" deniliyordu. Ütümlar mutlaka dört köşe ve taştan olur, teras şeklinde­ki üçüncü katın etrafında bir adam boyu kadar yükseklikte mazgallı korkuluk du­varları bulunur ve sıcak gecelerde bura­da yatılırdı; alt kat hayvan ahırı ve mal­zeme deposu olarak kullanılır, orta kat­ta ise oturulurdu. Resûl-i Ekrem'in Me­dine'ye gelişi bu binalardan gözlenmiş ve ilk ezan da böyle bir evin üzerinden okunmuştur. Hz. Peygamber'in ulum­ları şehrin süsleri gibi gördüğü ve yıkıl-mamalarını istediği rivayet edilir282. Resûl-i Ekrem güzel yapılan işleri severdi: bina yapımı konusunda da ashaptan Kays b. Talk el-Haneffnin taş ustalığını takdir etmiş­tir283. Fetihlerle zenginleşen müslümanlar Hulefâ-yi Râşidîn dönemin­de özellikle Hz. Osman zamanında gü­zel evler yaptırmışlardır. Kaynaklar Ebû Süfyân'ın Medine'deki evini, "Binanın yüksekliği göklere uzanıyordu" şeklinde tanımlamaktadır284. Yük­sek binaları sünnete aykırı gören Ebû Zer el-Gıfâri'nin bu yüzden Medine'de otur­mak istemediği bilinmektedir.285

Son zamanlarda yapılan arkeolojik ka­zılar eski Arap evlerinin planları hakkında bazı bilgiler vermektedir. Özellikle Arap arkeologlarının büyük ilgi gösterdikleri Fav şehrinde evlerin bitişik düzende, sı­cak iklim şartlarına uygun biçimde ka­lın duvarlı, çok odalı ve ticarî malların saklanabileceği nitelikte serin mahzenli olarak yapıldıkları dikkat çekmektedir. Cevâd Ali, Câhiliye devrinde Mekke zen­ginlerinden Abdullah b. Cüd'ân gibi altın ve gümüş kaplarda mahallî yemek­lerden ayrı değişik yemekler yiyen ve bunun için İrak'tan özel aşçılar getirten birine ait evin misafirler, köle ve cariye­ler, şarkı söyleyen kayneler, diğer hiz­metçiler ve hayvanlar için gereken me­kânlar da düşünüldüğünde ne kadar bü­yük olacağına işaret etmektedir286. İlk müslümanlann gizlice toplanıp bir okul ve bir mescid gibi kul­landıkları Erkam'ın evinin de yeterince büyük olduğu tahmin edilebilir.

Hz. Peygamber'in Medine'deki evi, Mes-cid-i Nebevrnin doğu duvarı boyunca sı­ralanmış 10 x 7 zira (yaklaşık 5 x 3,5 m.) ebadında dokuz hücreden ibaretti. Te­meli taş, duvarları kerpiçten olan ve ta­vanları elle dokunulabilecek yükseklikte bulunan bu odalar, servi ağacından dik­melere tutturulmuş bir perdeyle ikiye ayrılmıştı. Mâriye'nin Medine'nin Avâlî denilen doğu kısmındaki evi ise kare planlı, iki katlı ve bahçeli idi. Resûl-i Ek­rem'in yaz aylarını geçirdiği bu evin alt katı bir duvarla ikiye bölünmüş ve üze­rine kalın mertekler yerleştirilmişti; za­rif bir merdivenle iki oda ve bir gölgelik­ten meydana gelen üst katına çıkılıyor­du287 Medine'de o dönemde iki kat­lı evlerin sayısı nisbeten fazla olmalıdır; Hz. Peygamber'in misafir kaldığı Ebû Ey-yûb ei-Ensârî'nin evi de iki katlı idi. Hi­caz bölgesindeki bu tür evlerin üst kat­larının tabanı, mertek olarak kullanılan uzun hurma gövdelerinin üzerine ahşap döşeyip aralarına "izhir" denilen ot (Mek­ke ayrığı) tıkıştırıldıktan sonra üstü top­raklanarak yapılırdı. Bundan dolayı Mekke'nin hürmetiyle ilgili bazı hadislerden, izhirin koparılması yasaklanmış bitkiler­den sayılmamasının istendiği ve Hz. Pey­gamber'in de bunu kabul ettiği anlaşıl­maktadır.288

Resûl-i Ekrem geniş evi dünyada in­sanı mutlu eden289, kötü evi de mutsuz eden290 üç şeyden biri ola­rak sayar. Müslümanlar zenginleştikçe geniş ve güzel evler yaptırmışlardır. İh­tiyaca göre bu evlerin büyüklükleri değişmekle birlikte anne baba, çocuklar ve misafirler için en az üç oda (cümbüze) ideal kabul edilmiştir. Ashaptan imkânı olanlar bu tarzda evler inşa etmişlerdir. Meselâ Abdurrahman b. Avf'in Mescid-i Nebevî yanındaki evi üç cümbüzeden olu­şuyordu.291 Hz. Ömer, por­tatif saz evden taştan yapılmış evlere ge­çişte kendisine danışan Kûfeliler'e, "Taş­tan evler yapın. Fakat kimseye üç oda­dan fazlasına ruhsat verilmesin ve bi­naları da yüksek yapmayın. Sünnetten ayrılmazsanız İki cihan mutluluğu sizin olur" diye cevap göndermiş ve sünnete uygun evi "israfa yaklaştırmayacak, iti­dalden uzaklaştırmayacak kadar" şek­linde izah etmiştir292. fıPrpksİ7 vanıian hinanın sahihinp vphal olduğunu belirten hadis gibi293 özellikle zühd kitaplarında yer alan binaya dair bazı hadisler müs-lümanların bu konuda lükse kaçmalarını engellemiştir. Fakat refah seviyesi yük­selince bu tür hadisleri rivayet edenler­den Enes b. Mâlik dahi büyük bir köşkte oturmuştur. Hz. Peygamber'in yüksek ev yapımını hoş görmeyen hadisleri is­raf, tefâhür ve başkalarının gizli taraf­larına muttali olma sebeplerine bağlan­mıştır; ancak hadislerin yorumunda, gü­nümüz psikologlarının ortaya koyduğu yüksek binaların insanın ruhsal yapısı üzerindeki olumsuz etkilerinin de göz­den uzak tutulmaması gerekir.

Evlerin süslenmesi ve döşenmesinde de İslâmî prensiplerin etkili olduğu mu­hakkaktır. İç dekorasyonda sadelik esas alınmıştır. Hz. Peygamber'in evindeki dokuz oda da son derece basit ve sade eşya ile döşenmişti; bunlar genelde bir sedir, bir yaygı ve bazı kap kaçaktan iba­retti. Resûl-i Ekrem, namaz kılarken üze­rinde insanın dikkatini çeken resimler bulunan bir perdenin asılmasını hoş gör­memişti. Müslümanlar maddî imkânla­ra kavuşunca evlerini süslemeye başla­mışlar, fakat Hz. Peygamber'in resimle ilgili hadislerini göz önünde tutarak tez­yinatta daha çok sembolik figür ve geo­metrik motiflere yer verip özellikle ya­bancı kültürlere ait resim ve semboller­den kaçınmışlardır.

J. Schacht. "İslâm dini mimari bir kim­liği ne arzu ne de talep etmiştir" demek­tedir294. Mede­niyetlerde kültürün en önemli tezahür­lerinden birini teşkil eden barınma ko­nusunda müslümanların kendilerine has bir tarzının olmadığını söylemek haksız­lıktır. İslâm'da özellikle sivil mimari üs­lûplarının şekillenmesinde şeriat hükümlerinin ortaya koyduğu hayat tarzının etkisi inkâr edilemez. Nâmahrem erkek ve kadınların birlikte oturmamaları, bu­lûğ çağına gelen çocukların yatak oda­larının ayrılması, komşuların evinin ha­vasını kesecek şekilde yüksek bina ya­pılmaması, israftan kaçınma, temizlik vb. ilkeler, Müslümanlığı kabul eden top­lumların zevk ve sanat anlayışları, sahip oldukları kültür mirası, coğrafî şartlar ve maddî imkânlarla birleşerek değişik yörelerde farklı mimari üslûpların doğ­masına ve gelişmesine yol açmıştır.

Bir evin huzur ortamı olabilmesi, teş­kilâtının mükemmelliği kadar yapıldığı mevkiin yerleşime uygunluğuna ve ge­nel şehir planına da bağlıdır. Şehir kur­mak için coğrafî şartların elverişli olma­sı gerekir. İbn Sînâ el-Könûn fi't-pb'-da yerleşim alanlarının önemine işaret etmiş ve değişik iklimlerdeki bu yerle­rin tıp açısından değerlendirmesini yap­mıştır (I, 91-93). Müslümanların ilk kur­dukları şehirler olan Küfe, Basra, Fustat ve daha sonra Bağdat konum ve plan­ları itibariyle birtakım özelliklere sahip­tirler. Meselâ Kûfe'de şehrin ortasında, güçlü bir okçunun dört yönde attığı ok­ların düştüğü noktaların birleştirilmesiy­le sınırlanan geniş bir alana cami inşa edilmiş ve bu alanın dışına belli bir plan­da ev yapılmasına izin verilmiştir. Bura­da ana caddeler 40 zira (yaklaşık 20 m.), yan yollar 20 ve ara sokaklar 7 zira ge­nişliğinde planlanmıştır295. Son ra­kamın, Hz. Peygamber'in ara sokaklar konusunda ihtilâfa düşüldüğünde geniş­liğin 7 zira olarak tesbit edilmesine dair hadisine uygun düştüğü görülmektedir296. Mühelleb'e göre bu hüküm evlerin arasındaki mesafeler hakkında­dır ve iki ev arasında yol bırakmak isten­diğinde gelip geçenlere ve yük taşıyan­lara zarar verilmemesi için genişliğin en az 7 zira olmasını öngörmektedir297. Tasarruf için duvarların komşu duvarına dayanması298 ve komşunun du­varına mertek koymasına izin verilmesi konusundaki hadisler ise299 evlerin yer yer bitişik düzende yapıldığını gös­termektedir.

Evlerle sokak ve caddelere isim ver­me geleneği Araplar'da Câhiliye devrin­den beri vardır. Sokaklar genellikle orada oturan birine veya esnafına, .evler de otu­ranlara, taşıdıkları bazı hâtıralara yahut farklı özelliklerine göre adlandırılırdı.

Hz. Peygamber'in, Kubâ Mescidi ve Mescid-i Nebevfde olduğu gibi kamuya ait binaların temellerini bir nevi mera­simle attığı bilinmekteyse de300 evler hakkında buna ben­zer bir uygulamasına rastlanmamakta­dır. Kaynaklarda İslâm tarihinin ilk dö­nemleri için temel kurbanı ile ilgili bir kayıt yoktur. Genellikle inşaat bitip eve girildikten sonra "vekîre" denilen bir ye­mek verilirdi.

Evler umumiyetle hurma dallan ve ça­lı çırpı yakmak suretiyle aydınlatılır, yay­gın olmamakla birlikte fitilli yağ lam­baları da (misbâh) kullanılırdı. Fav ka­zılarında ele geçen tarihî eşya arasın­da yağ lambaları da bulunmaktadır. Hz. Âİşe'nin bir rivayetine göre301 o günlerde lam­ba pek yaygın değildi. Bununla birlikte, "Lambalarınızı yakın"; "Gece yatarken lambalarınızı söndürün" şeklindeki riva­yetlerden ve özellikle Temîm ed-Dârfnin Mescid-i Nebevrye bir lamba hediye et­mesinden302 lam­ba kullanımının sonraları arttığı anlaşıl­maktadır.

Evlere girerken izin isteme (istîzan) âdeti Câhiliye döneminde de vardı, çün­kü her evin mahrem olduğu kabul edi­lirdi. Ancak izin istenirken, "Ey falan, gi­reyim mi?" veya "Ey falan, dışarı çık" gi­bi kabaca sözler kullanılırdı. Kur'an baş­kalarının evlerine habersiz girmemeyi ve selâm vermeyi emreder303; Hz. Peygamber'den de evlere girer­ken izin istemeyle ilgili pek çok hadis rivayet edilmiştir. Resûl-i Ekrem bir eve gelindiğinde üç defa selâm verilerek izin İstenmesini, olumlu cevap alınamazsa ge­ri dönülmesini emretmektedir304. Bunun dışında kapıya elle vurmak suretiyle de izin istenmesi caiz görülmüştür. Hz. Peygamber'in evlerinin kapılan genellikle çadır kanadı şeklinde olduğu için parmak uçları ile vurularak İzin istenirdi305. Kapı çalma âdeti eski Türk-ler'in geleneğinde de vardır.306

Evi, içinde uğursuzluk bulunan üç şey­den biri sayan hadisler Hz. Âişe'ye göre eksik rivayet edilmiştir. Hz. Âişe, Resül-i Ekrem'in yahudilerin ve Câhiliye devri insanlarının evde, kadında ve atta uğur­suzluk olduğu şeklindeki inançlarını red­dettiğini, fakat bu kısım eksik rivayet edildiğinden hadisin yanlış anlaşıldığını söyler307. İbn Kuteybe'-nin ifadesine göre de Câhiliye devri Arap­ları uğradıkları zararları uğursuz olarak kabul ettikleri ev ve kadına hamlederler ve, "Onun uğursuzluğu bana sirayet et­ti" derlerdi308; İslâm bu inancı kaldırmıştır.

Câhiliye döneminde Mekkeliler bir işe niyet edip de o iş kendilerine zor geldi­ğinde veya ihramlı olduklarında, Medi-neliler ise hac veya bir yolculuktan dön­düklerinde evlerine kapılarından girmez­lerdi. Hasan-ı Basrfnin anlattığına göre bir Arap yolculuğa çıksa ve herhangi bir sebeple bundan vazgeçse evine, eğer ehl-i meder ise arkadan bir delik açarak veya merdiven dayayıp duvarın üzerin­den atlayarak, eğer ehl-i veber ise çadı­rın arkasından sürünerek girerdi. Arap­lar bunu bir iyilik sayarlar ve aksini yap­manın uğursuzluk getireceğine İnanırlar­dı. Kur'an, "Evlere arkadan girmek iyilik değildir"309 mealindeki âyetle bu yanlış inanca son vermiştir.

Evlerin kapılarına uğur sembolü veya nazarlık olarak kabul edilen eşyanın asıl­masıyla ilgili dinî bir nas yoktur; ancak bu bir gelenek halinde ve farklı şekiller­de çeşitli toplumlarda devam etmekte­dir. Müslümanlar, genellikle evlerin ka­pısı üzerine taşa nakşederek veya çini levha halinde "yâ hafız" İbaresini koy­maktadırlar; temel için veya sonradan kesilen kurbanın boynuzlarının asılması âdeti de görülür. Câhiz. Ubeydullah b. Ziyâd'ın evinin girişine bir köpek, bir ars-lan ve bir koç kabartması yaptırıp, "Kö­pek havlar, koç süser, arslan ise kükrer -böylece eve düşman yanaşamaz-" diye­rek bunları uğur saydığını, halbuki tam tersi kendisine uğursuzluk getirdikleri­ni söyler.310

Câhiliye devri Arapları sevmedikleri misafirin bir daha gelmemesi için misa­fir gittikten sonra evdeki kaplardan bi­rini kırarlardı. Bu gelenek son zamanla­ra kadar bedeviler arasında yaşamıştır.311 Yine bu dönemde Araplar her evin kendine ait bir cini olduğuna inanırlar ve eski bir eve gittiklerinde ci­nin şerrinden korunmak için eşek gibi anırmadan veya yanlarında bir tavşan ayağı olmadan içeri girmezlerdi. Bir Arap şairi bu inancı akıl dışı bularak, "Kade­rinde varsa ne eşek gibi anırmak ne de tavşan ayağı fayda verir" demektedir312. Hz. Peygamber Kur'an okunan evlerde mümin cinlerin, okun­mayan evlerde ise kâfir cinlerin bulu­nacağını haber vermektedir313. Resul-i Ekrem za­rarsız ev yılanlarının (cinânü'1-beyt) öldürülmemesini istemiştir. Bu ise yılanların veba mikrobu taşıyan fareleri yemele­ri sebebiyle yapılmış bir tavsiye olmalı­dır. Câhiliye Arapları bu yılanları cin ka­bul eder ve onlardan korunmak için üzer­lerine tavşan ayağı asarlardı.314

Suret, köpek ve cenabet kimsenin bu­lunduğu eve melek girmeyeceğine dair hadisler de birer hikmete dayanmakta­dır. Araplar'ın güzel bir taşa bile tapın­dıkları dönemde resme müsamaha edil­memesi gayet tabiidir. Hz. Süleyman'ın sarayında resim ve heykeli bir dekor un­suru olarak kullandığı Kur'an tarafından belirtildiğine göre315 Hz. Pey­gamberin resmi yasaklaması putperest­liği önlemeye yöneliktir316. "...Yetiştirdiğiniz avcı hayvanla­rın sizin için tuttuklarını yeyin"317 mealindeki âyet köpeğin çeşitli fay­dalar İçin yaratıldığını gösterdiği halde pislik ve hastalık bulaştırmalarını önle­mek için evlerde beslenmesine karşı çı­kılmıştır.

Resûl-i Ekrem evlerin önlerinin ve so­kakların temiz tutulmasını emretmiş, daha çok el sanatlarıyla uğraşan Medi­ne yahudilerinin sanayi artıklarını orta­da bırakmalarından olsa gerek bu ko­nuda müslümanların onlara benzeme­mesini istemiştir318. Ayrıca bir hadisinde de kaldırılma­yan çöplerin şeytanların toplantı yeri ola­cağını belirterek mümin­leri evlerini ve sokakları temiz tutmaya teşvik ettiği görülmektedir.

Hz. Peygamber'in hadislerinde insanı mutlu eden üç şeyden biri olarak evle birlikte komşu da sayılmaktadır319. Türkçe'deki, "Ev alma, komşu al" atasözü, "Evden önce komşu, yoldan önce arkadaş" şeklinde Araplar'da da mevcuttur320; bu ifade hadis olarak da ri­vayet edilmiştir321. Evin komşunun rüzgârını kesecek şekilde in­şa edilmemesi, şüfa hakkı, komşunun evini bitişik yapmasına ve duvara mer­tek koymasına izin verilmesi, yemek ko­kusu vb. yollarla komşuların rahatsız edil­memesi, ödünç bir şey istendiğinde ve­rilmesi, komşu açken tok yatılmaması, kişinin kendisi için istediği şeyi komşu­su için de istemesi İslâm'ın bu konuda­ki önemli prensiplerindendir.

Ev İslâm hukukunda aslî ihtiyaçlar­dan sayıldığı İçin zekâta dahil edilme­miştir.



Bibliyografya:

Dtuânü lugâti't-Türk Tercümesi, 1, 50, 130, 162, 373, 455; III, 174, 268; Lisânul-'Arab, "ekil", "byt", "ybr", "hsş" md.leri; Tâcü'l-'arûs, "byt" md.; Kamus Tercümesi, "etm", "kbb" md.­leri; Clauson, Dicüonary, s. 3-4; Râsânen, Ver-such, s. 34; Lane, Lexicon, 1, 279-281; el-Mu-vatta', "Şalâtü'1-leyl", 2, "îsti'zân", 21; Müs­ned, I, 168; II, 289; ili, 407-408; İV, 150, 240, 246, 348; V, 262, 335, 338; Buhârl. "İsti'zân", 13, "Şalât", 22, 104, "Mezâlim", 20, 29, "Hac", 64; Müslim, "Şıyâm", 215, "Şalât", 272, "Mü-sâkât", 136, 143; İbn Mâce. "Şıyâm", 62, "Ni­kâh", 55; Ebû Dâvûd, "Tıb", 24, "Edeb", 169; Tirmizî. "Edeb", 41, 58; Kasım b. Sellâm, Kitâ-bü't-Emşâl, Beyrut 1980, s. 277; İbn Ebû Şey­be. Muşannef, Beyrut 1989, V, 264; Câhiz, Ki-tâbü't-Hayevân, I, 325; İbn Kuteybe, Te'üîlü muhtelifi'I-hadîs322, Kahire 1966, s. 104; İbn Şebbe, Târîhu'1-Me-dîneti't-münevvere, I, 232, 256; Belâzürî, Fü-tüh, Kahire 1901, s. 285-294; Hâkim. et-Müs-tedrek, II, 144, 162; İbn Sînâ, el-Kânûn fi't-tıb, Bulak 1877, 1, 91-93; Seâlibî, Fıkhü'l-luğa, Bey­rut, ts., s. 266, 303; Meydânı, Mecma'u'l-em-şâl, Beyrut 1988, I, 228; İbnü'1-Esîr, en-Nihâ-ye, I, 33; a.mlf.. el-Kâmil, II, 369; Yâküt, Mu'cemut-büldân, IV, 210-211; İbn Daklku'1-îd, Ih-kâmü'l-ahkâm, Beyrut, ts., I!, 171; Huzâî, Tah-rîcü'd-delâlâtİ's-semUyye, s. 730-735; Zer­keşî, el-İcâbe323, Beyrut 1970, s. 104, 114-115; İbn Haldun. Mukaddime324, İstanbul 1275, II, 260; a.e325, İstanbul 1982, I, 419, 470; İbn Hacer, e/-/şâöe,, 17; a.mlf.. Me-tâlibül-câtiye, II, 420; 111, 6; a.mlf., Fethu'l-bârl. Kahire 1959, IV, 454; Kazvînî. Aşârü'i-bi-lâd, Beyrut, ts., s. 51 -52; San'ânî. Târîhu Medî-neti'ş-Şan'a, San'a 1981, s. 20-21; Süyûtî, Tef-stru hadîsi Ümmi Zer326, Muhammediye 1975, s. 96-97; a.mlf.. Câmfu'l-ehâdîş327 |baskı yeri yok|, ts.328, 1, 175; Muttaki el-Hindî, Kert-zü't-'ummâl, XV, 388; Makkarî, Nefhu't-tîb, II, 150-151; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ', Beyrut 1985, I, 204-205; Alûsî, Bülûğu'l-ereb, Beyrut 1324, II, 315, 324, 331; Ömer Rıza. Sadrı İslâm, İstan­bul 1928, Vll, 26; Abdölhay el-Kettânî, et-Tera-tîbül-idâriyye, II, 76, 84; Cevâd Ali, el-Mu-faşsal, V, 23; J. Schacht The Legacy of İslam, Oxford 1974, s. 248; Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercümesi ue Şerhi, İstanbul 1977, VIII,121; İbrahim Canan. Peygamberimizin Sünne­tinde Terbiye, İstanbul, ts. (Tuğra Yayınevi), s. 416 vd.; Hİtti. İslâm Tarihi, I, 90; Bahaeddin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, Ankara 1984, VII, 6; Nebi Bozkurt. Sünnet Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru (Mesken) Idoktora tezi, 1991), MÜ Sosyal Bilimler Ensti­tüsü, s. 14-69; a.mlf. "Çadır", DİA, VIII, 158-162; Mehmet Altay Köymen. "Alp Arslan Za­manı Türk Evi", Selçuklu Araştırmaları Der­gisi, III, Ankara 1971, s. 1-14; F. Buhl. "Gum-dân", İA, IV, 824-825; "Ev", SA, İ, 546-575.

Tarihî Gelişimi. İnsanlık tarihinde ev­lerin ilk defa ortaya çıkışı Neolitik dö­nemde (Cilâlı Taş devri) olmuştur. Daha önce avcılık ve toplayıcılıkla geçinen ve mağara, ağaç kovuğu gibi tabii mekân­larda yaşayan insan, yaklaşık dokuz bin-yıl önce ulaştığı bu dönemde artık ha­yatının maddî ihtiyaçlarını üretebilecek bir duruma kavuşarak tarımla uğraşma­ya, hayvanları evcilleştirmeye ve kendi oturacağı evi yapmaya başlamıştır. Dün­yanın çeşitli bölgelerinde birbirinden ba­ğımsız biçimde ortaya çıkan Neolitik aşa­manın en eski ve kapsamlı olanı Ön As­ya'dadır. Bu bölgedeki Neolitik yerleş­meler Basra körfezinden başlayıp Güney­batı İran, Kuzey Irak, Güneydoğu Ana­dolu, Suriye, Lübnan ve Filistin üzerin­den Kızıldeniz'e ulaşan hilâl biçimi bir coğrafî alanda görülür. Ancak Konya Ça-talhöyük'te olduğu gibi bu alanın dışın­da kalan yerleşmeler de bulunmakta­dır. İlk evlerin görüldüğü bu bölge coğ­rafî açıdan İslâmiyet'in ilk yayılma ala­nıyla ortaktır. Bu alandaki evler çoğun­lukla kerpiç veya taş yapılardır. Ahşap kirişli, düz damlı bu ev teknolojisi yöre­de günümüze kadar sürmüştür. Çatalhöyük'teki evlerin bugünkü Orta Ana­dolu evleriyle büyük benzerlikleri vardır. Diyarbakır'ın kuzeybatısında Ergani ya­kınlarında bulunan Çayönü yerleşmesinde ise düzenli plana sahip ev tiplerinin çeşitli kültür katlarında tekrar tekrar in­şa edildiği görülmekte ve ilk defa bura­da, yerleşme düzeni açısından İleri bir aşamayı temsil eden meydan düşünce­sinin ortaya çıktığı belirlenmektedir.

Avlulu ev ilk karşılaşılan örneklerden­dir. Milâttan önce III. binyılda Mezopo-tamya'daki Ur şehri evleri bir merkezî avlu çevresinde gelişen çok sayıda oda­dan oluşmaktaydı. Girişin yanındaki bir merdivenle yukarı kata veya çatıya çıkı­lıyordu. Zemin katta avluya açılan bir kabul odası ile mutfak ve diğer odalar yer almaktaydı. İki katlı örneklerde ya­tak odası gibi aileye ait özel mekânlar üst katta bulunuyordu. Yaz aylarında dam bugünkü gibi yatak terası olarak değerlendirilmekteydi. Bu evleri, halen İslâm dünyasında çok rastlanan avlulu evlerin ilk örnekleri sayılabilir.

Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Suriye'­de bulunan tarihî ev tiplerinden biri de "hilani"dir. Aslında hilani Geç Hitit dö­nemindeki bir saray tipidir. Bugünkü bil­gilere göre hilani yapı tipinin özellikleri, ilk defa Amik ovasındaki Açanahöyüğü'n-de milâttan önce 1400'lere tarihlenen yapılarda belirginleşmiştir. Hİlanilerin en parlak dönemi milâttan önce VIII. yüzyılın ikinci yarısıdır. Bu ev tipindeki en önemli özellik, asıl eksenleri birbirine paralel iki ince uzun dikdörtgen salondan oluşma­sıdır. Evin zeminden yükseltilmiş olan girişi öndeki salonun bir, iki veya üç sü-tunlu geniş cephesindendir; bazı örnek­lerde girişin iki yanında masif çıkıntıla­ra da rastlanır. Bu ev tipinde simetriye verilen önem yapıya ek yapılmasını sınır­lamaktadır. Bu sebeple de hilanilerin bü­yütülmesi gerektiğinde yenileri inşa edil­mekte, böylece hilani grupları oluşmak­tadır.

Diğer bir tarihî ev tipi eyvanlı olanlar­dır. Bu tipe adını veren eyvan mekânı, dar yüzüyle dışa açılan üç tarafı kapalı bir plana sahiptir. Eyvanın uzun ekseni yapının eyvan ağzını içeren yüzeyine dik­tir. Hilanilerle eyvanlı evlerin bilinen ilk örnekleri birbirlerine oldukça yakın böl­gelerde ortaya çıkmıştır. Her iki tip ara­sında simetrik cephe düzeni, iki masif yan kanat arasındaki orta mekânın dı­şa açılması gibi benzerlikler vardır. Ara­larındaki temel farklılık, dışa açılmanın biçimi ve eksenlerin yapı kitlesiyle olan ilişkisindedir. Hilanide dikdörtgen mekâ­nın uzun ekseni yapı cephesine paralel­dir ve dışarı açılma uzun kenarla olur. Eyvanlıda ise uzun eksen cepheye diktir dolayısıyla dışa açılma dar kenarla olur. Öte yandan bu açıklığın biçimi de fark­lıdır; hilanideki düz atkılı örtüye karşılık eyvanlı evin eyvanı genellikle beşik to­nozludur. Ayrıca eyvan bütünüyle dışarı açılırken hilaninin orta mekânı önünde sütunlar yer alır. Güneydoğu Anadolu'­da özellikle şehir evlerinin büyük bir ço­ğunluğunu oluşturan eyvanlı evler, Tür­kistan'dan Mısır'a kadar uzanan geniş bir coğrafî alana yayılmıştır. Milâttan Ön­ce II. yüzyıla ait Irak'taki Hatra'da (el-Hadr) bulunan eyvanlı Part yapıları, söz konusu tipin tarihinin oldukça eskiye gittiğini göstermektedir. Eyvanlı avlu­nun Mısır'dan Horasan'a kadar uzanan bölgede yoğun bir biçimde kullanıldığı görülür. Partlar'da olduğu gibi Sâsânî-ler'de de eyvanlı yapıların tek cephesi vardır ve kesin bir simetrik eksene gö­re düzenlenmiştir. Yine Part dönemin­de başlayan birden fazla avlu kullanımı Sâsânîier'de devam etmiştir. Bu ev tipi daha sonraki dönemlerde de büyük bir süreklilik gösterir. Meselâ VI-VII. yüzyıl­lara tarihlenen Türkistan Karatepe'de-ki eyvanlı ve avlulu evleri, XI. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen Leşker-i Bâzâr Sara-yı'ndaki eyvanlı avluyu. Gazne'deki III. Mesud'un dört eyvanlı avlu içeren sara­yının kalıntılarını ve 1221'den önceye ta­rihlenen Bamyan'dakİ dört eyvanlı evle­ri bu grupta saymak mümkündür.

Tarih boyunca karşılaşılan ev tiplerin­den bir diğeri kubbeli evlerdir. Bu evle­rin Ön Asya'daki örneklerinde üst örtü bindirme (taşırtma) tekniğiyle kurulmuş­tur; İran ve doğusundakiler daha fark­lıdır. Bindirme tekniğiyle yapılmış olan kubbeye "yalancı kubbe" veya "sahte kubbe" adı verilmektedir. Bu kubbede kerpiç, taş yahut tuğla dizilerinden olu­şan her dairevî tabaka, kasnaktan İti­baren bir alttakine göre biraz içeri doğ­ru taşırılır. Bu işlem, tabakaların çaplan küçülüp en üstte tek bir parça ile örtü-lebilecek bir boşluk kalıncaya kadar sü­rer. Bilinen bu tip ilk evler, milâttan ön­ce VI. binyılın ortalarından V. binyılın or­talarına kadar süren döneme tarihlen-mektedir.

Arap Evleri. Avlulu, eyvanlı ve kubbeli tarihî ev tiplerinin İslâm ülkelerinde bu­gün de varlıklarını sürdürdükleri ve bun­lardan avlulu evin Arap kültüründe en yaygın tipi oluşturduğu gözlenmektedir. Erken dönemlerden itibaren İslâm evle­ri bir merkezî mekân çevresinde geliş­me eğilimi göstermiştir. İslâm evinde yüksek duvarlarla sınırlandırılmış avlu yapının esas unsurudur. Daha önceleri Roma döneminde atriumlu, Helenistik dönemde peristilli örneklerle tanınan bu ev tipi sıcak iklim hayatına çok uy­gun olmasından dolayı geleneksel İslâm sivil mimarisinde önemli bir yer almış­tır. Bu tür evlerde çoğunlukla sağır du­varların ardında yer alan, bu üstü açık dışarıya kapalı mekânlara odalar açıl­makta ve evlerde asıl günlük hayat bu­ralarda yaşanmaktadır. Avluların ayrıl­maz parçalan da havuz veya çeşme gi­bi su öğeleridir. Avlulu evler geleneksel Bağdat mimarisinde en tipik örneğini bulmaktadır. Bir avlu etrafında gelişen bu tek yahut iki katlı evlerde odalar, gü­nün ve mevsimin niteliklerine bağlı ola­rak her türlü kullanımla değerlendirilir. Bu evlerde, avlu çevrelerinde iki veya dört kenar boyunca uzanan veranda ni­teliğinde bir revak yer alır ve buna "tar-ma" adı verilir. Ayrıca Bağdat evlerinde, uzun ekseniyle tarmaya paralel olarak gelişen ve ona açılan üç tarafı kapalı "ta­lar" adlı bir mekân bulunur. Taların tarmaya bakan açık yüzüne tarihteki hila-nilerde olduğu gibi genellikle iki adet sütun konulur ve bunlar düz bir lento-yu taşır. Üst katta yer aldığında döşe­mesi tannanın döşemesinden yüksek olan talara iki yan duvarındaki kapılar­dan girilir. Irak evinde eyvan ikincil me­kânlardan biridir. İlk uygarlıklardan be­ri enine mekân geleneği olan Mezopo­tamya'da eyvan talara göre daha az yer kapladığından ancak dar parsellerde ter­cih edilmiştir; çünkü talann tersine ey­vanın ekseni tarmaya diktir. Eyvan dö­şemesi tarma döşemesiyle aynı düzey­de olduğundan eyvana ön cephesinden ulaşılır. Bu sebeple taların iki yanında bulunan ve "eyvançe" denilen küçük ey­vanlar bu tipte yoktur, yani mekân kay­bına yer verilmemiştir.

Sıcak günlerde Bağdat evlerinin en serin kesimi, "nim" adı verilen ve talara açılan yarı bodrum niteliğindeki mekân­lardır. Ninnin bir veya iki dar kenarında "tahtabOş" adıyla anılan yükseltilmiş bir platform bulunur ve nimin nemli döşe­mesine oranla çok daha kuru bir alan oluşturur. Bu platformun döşeme kotu niminkinden daha aşağı seviyededir ve bu kısım depo alanı olarak kullanılır. "Serdâb"lar ise avlunun altında yer alan kubbeli, serin yeraltı mekânlarıdır; or-talannda bir havuz bulunur. Serdâba nimden geçilerek ulaşılır. Sokaktan av­luya girişte doğrudan avluya, dolayısıy­la da doğrudan eve açılan kapı düzeninden kaçınılmıştır; önce daha küçük bir ön avluya girilir ve genellikle selâmlığa giden yol veya merdiven de bu ön avlu­dan başlar. Zemin katta mutfak, depo, kiler, hizmetkâr odaları, hamam ve tu­valetler yer alır. Üst katlar İse yaşama mekânlarına ayrılmıştır. Bu evlerin he­men hepsinde selâmlık ve haremlik ayı­rımı vardır. Geniş ve büyük evlerde bu ayırımın yatayda gerçekleştirildiği ve böy­lece dışa açık özel iki ev grubunun bir arada düşünülmüş olduğu görülür. Her birinin kendi bölümünün merkezi olan bir avlusu vardır. Daha küçük evlerde düşeyde gerçekleştirilen bu ayırımla misafirler üst katlarda kabul edilmekte ve böylece hanımların beyin misafirleri­ne görünmeden diğer kesimlerde otur­maları sağlanmaktadır.

Mısır'daki geleneksel ev mimarisinde, meselâ Fustat evlerinde bir eyvanla önün­deki enine mekânın oluşturduğu "T" bi­çimi grup asıl mekân ağırlığını taşır. Av­luya açılan eyvan değil öndeki enine me­kânın üç kemerli uzun kenarıdır. Kahi-re'deki XIX. yüzyıl evlerinde avlu işlev açısından evin merkezi olma özelliğini tamamen yitirmiştir. Genellikle evlerin ikinci katındaki "makat" adı verilen loca eyvanın yerini almakta ve avluya açılan tek mekânı teşkil etmektedir. Bu evle­rin selamlıklarındaki "durkâa" ve harem-lerindeki "kâa" adıyla anılan kubbe ya da çapraz tonoz örtülü kare mekâna açı­lan simetrik iki birime eyvan denilmek­te, ancak bunların eyvanlı ev örnekle­rinde olduğu gibi dış mekânla ilişkileri bulunmamaktadır. Mısır ve Suriye konut­larına has kâa tipi, sayıları birle üç ara­sında değişen eyvanların açıldığı üzeri örtülü bir merkezî bölümden meydana gelir. Suriye'de "atabe" ve Mısır'da dur­kâa adını alan bu merkezî bölüm eyvan­dan bir basamak aşağıdadır. Döşeme­deki seviye farkı, Türk ve Arap evlerin­de görülen odalardaki seki altı-seki üs­tü ilişkisine benzemektedir. Suriye'de odaların seki altı bölümü kâanın mer­kezî mekânı gibi atabe adıyla bilinmek­te ve aynı işlevi görmektedir. Döşemesi taş kaplı olan ve merkezinde fıskiyeli bir havuz bulunan bu bölümden halı döşeli eyvana geçerken ayakkabı çıkarılır. Kâa ışığını merkezî mekânın örtüsünden alır. Bazan Halep ve Kahire evlerindeki gibi ahşap bir kubbeden oluşan örtü bir ay­dınlık feneri ya da tambur pencereleri içerir. Evin bu en önemli kısmında merkezin tavanı büyük bir özen sergiler. Kâa çoğunlukla evin avlu veya dış duvarından

kopuktur ve etrafı başka mekânlarla çev­rilmiştir. Dışa kapalılığı sebebiyle kâa, kışın da yazın da ısı yalıtımı yönünden evin oturmaya en uygun mekanıdır. Su­riye evlerinde yaz ve kış için iki ayrı kâ-ası olan örneklere rastlanır. Avlunun ku­zeyinde yer alan ve girişi güneye açılan kâa kışın, girişi kuzeye açılan ve avlu­nun güneyinde bulunan kâa yazın kul­lanılır. Genellikle girişi avluya açılan Su­riye evlerindeki kışlık kâaların bazan Ka-hire'de olduğu gibi avludan ve dış du­varlardan kopuk planlandığı görülmek­tedir. Bu loş mekânlar, XVIII-XIX. yüzyıl Kahire evlerinde vitraylı ve meşrebiyeli pencerelerle aydınlık bir görünüm ka­zanmışlardır. Kahire evlerinin aynı ek­sen üzerindeki karşılıklı iki eyvandan olu­şan plan tipi yan mekânların eklenme­siyle giderek zenginleşir; ancak temel biçim hep aynı kalır. Bu plan Şam evleri için de tipiktir. Halep evlerinde ise üç eyvanlı kâalar yaygındır. Kahire evlerin­de selâmlık kâalarına "mandara" adı ve­rilir. Bu evlerde mandaradan ayrı ola­rak harem katında Suriye'deki gibi kâa adını alan İkinci bir büyük mekân bulu­nur. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Kahire'deki varlıklı ailelerin evlerinde kâa ve man­dara sayısı dörde kadar çıkmıştır. Kaa-daki farklı eyvanlar farklı statüdeki mi­safirlerin ağırlanması için kullanılır. Su­riye'deki üç kollu eyvanlarda, daha çok ve daha fazla özenle bezenmiş olan or­ta eyvan önemli misafirlere, diğer ey­vanlardan biri akrabalara, diğeri ise da­ha az değer verilen misafirlere açılır.

Çok katlı kule-ev niteliğindeki Yemen evleri kare ya da daire planlı olmalarına göre iki ana grupta toplanabilir. Daire planlı olanlar genellikle beş altı katlı bir apartman şeklinde yükselmekte ve son bir veya iki katta kare plana dönüşmek­tedir. Kare planlılar ise genelde zemin­den en üst kata kadar bu şekilde çık­tıkları gibi zeminde ve diğer alt katlar­da karmaşık kat planlarıyla başlayıp ya­pı yükseldikçe kareye dönüşmektedir­ler. Yemen evlerinin en önemli özellikle­ri, yüksekliklerine rağmen temel malze­melerinin kerpiç olması ve kerpiç dış yü­zeylerin yoğun bezemeler içermesidir. Katlan birbirinden ayıran karmaşık sil­me dizileri, kornişler, söve bezemeleri geleneksel yapıların dış görünüşlerine özel bir karakter katmaktadır. Gelenek­sel Yemen evlerine giriş geniş bir hol aracılığıyla sağlanmaktadır. Genellikle bir asma katı olan bu holde depo ve ahır gibi servis mekânları yer alır. Buradan ayrı bir kapıyla merdiven yuvasına ula­şılmaktadır. Bu yuva bütün yapı boyun­ca kesintisiz bir biçimde uzanmakta ve yapının aşırı yükselmesinden kaynakla­nan statik sorunları azaltmaktadır. Her katta merdiven yuvasından odaları bir­birine bağlayan hol mekânına bir kapı açılmaktadır. Katlarda genellikle bir bü­yük oda, bir depo, bir banyo bulunmak­ta, oturma odası ise evin ilk katında yer almaktadır; burası gerektiğinde bir se­lâmlık odası olarak da kullanılır. Bu ka­tın üzerinde evin "divan" adı verilen en önemli mekânı bulunur. Yalnız erkek­ler tarafından kullanılan ve evin man­zaraya en fazla açık, en geniş pencere­li kısmı olan kabul salonu ise tepe ka-tındadır.

Sokağa doğrudan açılmayan revaklı bir iç avlu çevresinde gelişmiş odalar­dan oluşan Tunus evleri ise bütün İslâm evlerinin genel karakterine uygun olarak yine dışa kapalı bir düzen içinde­dir. Mutfak ve tuvaletlerin girişe yakın olmasına karşılık odalar daha iç kesim­lerde yer almaktadır.

Bindirme kubbeli ev tekniğinde bili­nen en eski gelenek Kuzey Suriye, İrak ve Güneydoğu Anadolu'da yalnızca kır­sal kesimde sürdürülmektedir. Suriye'­de bindirme kubbeli evlerin en yoğun ol­duğu bölge. Hatay'ın doğusundaki Suri­ye sınırından başlayıp Halep üzerinden Fırat'a kadar uzanan ve kuzeyde Türki­ye'nin güney sınırını izleyen bölgedir. Söz konusu dağıtım alanı, yine aynı yoğun­lukta Halep-Hama-Humus doğrultusun­da Humus'un 45 km. güneyine kadar uzanır. Kubbeli evin dağılım alanının do­ğusu çölle sınırlıdır. Ayrıca giderek çö­le doğru yaklaşan yeni köyler de bütü­nüyle bindirme kubbeli evlerden oluş­maktadır.

Doğu Anadolu'dan Hazar denizine ka­dar olan bölgedeki dağlık kesimde ve ayrıca Kuzey Afganistan ile Tacikistan'­da ortaya çıkan "tüteklikli" evler Doğu Anadolu'nun bu tür evleriyle büyük bir benzerlik göstermektedir.

Türk Evleri. Anadolu ve Balkanlar'ın ge­leneksel ev mimarisi incelendiğinde ol­dukça geniş bir yayılma alanı bulunan, ortak özellikli tek bir tiple karşılaşılmak­tadır. Bu tip, merkeziyetçi bir nitelik ta­şıyan Osmanlı Devleti'nin politik hâkimi­yet alanına bağlı olarak İstanbul mer­kezli bir daire içinde yer alır; yani Os­manlı Devleti'nin özel ilgi gösterdiği Bal-kanlar'daki en uç yayılma alanının me­safesi kadar Anadolu'da da doğuya doğ-

ru uzanır ve Anadolu'nun batısındaki yak­laşık üçte ikilik bir bölümü oluşturur. Onun doğusunda dağlık Doğu Anadolu platosunda Kafkasya ile ortak ve milât öncesi yüzyıllara kadar gittiği ispatla-nabilen, soğuk iklime göre biçimlenmiş bir ev tipi vardır. Sıcak ve kurak Güney­doğu Anadolu'da ise özellikle İran ve Irak'ın tarihi Sâsanîler'e uzanan, şeklî özellikler taşıyan ve mükemmel bir yığ­ma taş işçiliği arzeden ev tipi görülür. Bu iki bölgede yukarıda sözü edilen mer­kezî tipin etkileri de yer yer hissedilmek­tedir. İmparatorluğun hâkimiyet alanıy­la çakıştığı için "geleneksel Osmanlı evi" denilebilecek merkezî tipe, asıl kendi bölgesi dışında Osmanlı Devleti'nin sı­nırları içinde kalan Kırım, Kahire, Bağ­dat, Yemen, Sudan gibi çeşitli yerlerde ve "Osmanlı evi" adı altında rastlamak mümkünse de bu örneklerde mahallî özelliklere bağlı olarak az çok farklılık­lar görülür. Geleneksel Osmanlı evi adı altında toplanabilecek olan bu tipin ya­yılma alanında sadece tipolojik açıdan değil malzeme ve konstrüksiyon açısın­dan da sergilenen ortaklıklar dikkat çe­kicidir. Bu, zemin katı yığma taş veya kerpiç, üst katı hafif ahşap iskelet ara­sı dolgu olan bir konstrüksiyondur (hı­mış). Üst katın hafifliği, geleneksel Os­manlı evinin Anadolu ve Balkanlar'daki başlıca özelliklerini teşkil eden bol pen­cerelerle çıkmaları yapmaya imkân verir. İstanbul ve yakın çevresinde görülen ah­şap konut mimarisinin iskelet konstrük-siyonu diğer örneklerde sıvandığı halde burada ahşap kaplıdır (bağdadî).

Yukarıda sözü edilen bu konstrüksi-yonun sağlam ve kalıcı olmaması sebe­biyle. XIX. yüzyıldan geriye giden örnekleri yok denecek kadar az olan gelenek­sel Osmanlı evinin kökeni konusunda güvenilir verilere dayanan bir araştırma yapmak mümkün değildir. Bir impara­torluk evi olarak tebaa arasındaki etnik grupların çeşitli düzeyde katkılarından etkilendiği düşünülebilir. Günümüzde köken meselesine temas eden araştır­macıların milletlere bağlı var sayımlar ileri sürmeleri pek gerçekçi sayılmasa da özellikle oda düzeninde çok belirgin olduğu gibi göçebe bir yaşayış biçiminin kalıntıları açıkça görülmektedir. Oturma katının yükseltilmiş olması ve eyvan, köşk ve taht öğelerinin kullanımı Doğulu ta­savvurlara işaret eder.

Osmanlı evi gerek kendi içinde gerek­se etrafı ile olan ilişkileri çerçevesinde genel bir kullanış / biçimleniş şemasına uyar. Ortak özelliklere bağlı olarak gele­neksel ev mimarisinin içe dönük bir bi­çimlenmeyle geliştiği söylenebilir. İslâm toplumunda aile hayatının gizliliğine ve­rilen önem, evin yüksek duvarlarla sınır­lı bir avlu veya iç bahçeye açılan düzene göre şekillenmesine sebep olmuştur. Ka­dının yoğun ev içi etkinlikleri giriş katında ve özellikle avlu / bahçede gerçekleş­mektedir. Bundan dolayı da bütün ge­leneksel evlerde zemin katlar ya tama­men sağır ya da çok az açıklıklı olmak­tadır. Evin sokakla doğrudan bağlantı kurduğu en önemli açıklık, ailenin iç dün­yasını koruyan küçük bir kale kapısı ni­teliğindeki avlu / bahçe kapısıdır. Yük­sek duvarların ardındaki avlu havuzu. kuyusu ve bol yeşiliyle evin günün he­men her saatinde en fazla yaşanan ala­nını oluşturur. Zemin kattaki avluya açı­lan mekânlar depo, ahır, kiler gibi tâii işlevlere ayrılmıştır.

Evin esas yaşama katı, avludan ahşap bir merdivenle çıkılan ve sokak tarafın­da çıkmalarıyla dış dünyaya açılan üst katlarıdır. Dışarıyı olabildiğince görebil­me amacıyla bu katlar zemin katın sa­ğırlığına karşılık bol pencerelidir. Birçok evin bu katında, "cumba" denilen soka­ğa bakabilmek için yapılmış üç tarafı ka­fesli pencerelerle çevrili ve üstü kapalı balkonlar bulunur. Yerleşmelerde, Os­manlı şehrinin genellikle düzgün olmayan arazi mülkiyetine bağlı olarak yapı­ların üzerine oturtuldukları parseller dik köşeli değildir. Zemin katların planlarında parsele uyulmuş, üst katlarda ise mun­tazam mekânlar elde edebilmek için bu katları zemin katların taş duvarları üze­rinden taşırtma yoluna gidilmiştir. Böy­lece çıkmalarla zenginleştirilen üst katlar. gene! bir karakter olarak Osmanlı şehirlerindeki sokak dokusuna etkileyi­ci perspektiflerle dikkat çeken görünüm­ler katmıştır.

Genellikle iki, bazan üç katlı olan bu evlerde geleneksel plan tiplerini ortaya koyan üst katların farklı düzenleridir. Anadolu'da çok az bulunmakla birlikte tek katlı Örneklere de rastlanmaktadır; bu durumda karakteristik plan şeması­nı zemin kat gösterir. Birçok bölgenin evlerinde daha çok kışın kullanılan bir de ara kat bulunmaktadır. Bazı evlerin ise çatısının altında "cihannümâ" deni­len ve yazın kullanılan, manzarası güzel, camekânlı, balkonlu bir oda yer alır.

Üst katların en önemli mekânı sofa­dır. Sofa. kendi aralarında bağımsız bi­rimler oluşturan odaların buraya açıl­ması sebebiyle her şeyden önce bir da­ğılım mekânıdır. Ancak bugünkü anlam­da bir dağılım mekânından çok farklıdır ve üst kat planının en azından yansını kaplaması bu durumu açıkça ortaya koy­maktadır. İşlev açısından sofa ev İçi üre­tim, ev işleri, oturma, yemek yeme ve bazı yerlerde yazları yatma yeri olarak kullanılır. Geleneksel Osmanlı evinde so­faya göre bir tipoloji oluşturulmuştur: Dış sofalı ve iç sofalı evler. Anadolu ge­nelinde dış sofalı evler fazladır. Sanıldı­ğına göre birçok yerde iç sofa dış sofa­nın zaman içindeki evriminden ortaya çıkmıştır ve daha çok bir şehir evi nite­liği taşır.

Dış sofalı Örneklerde sofa evin yüksek duvarlarla sınırlı avlu / bahçesine dönük­tür. Bir üst seviyeden tabiata ve en iyi yöne açılır. Dış sofaya eklenen bazı kül­türel ve sembolik elemanlarla burada mekân düzeni yönünden çok cazip, ha­reketli bir oturma ortamı oluşturulur. Sofayı zenginleştiren elemanların başın­da eyvan gelir. Eyvan, oda dizileri arasın­da yer alan üç tarafı kapalı, bir tarafıyla sofaya açılan sakin bir oturma alanı­dır ve Sâsânî İranı'nın önemli bir prestij mekânı olma niteliğini Türk evinde de sürdürür. Eski minyatürlerde sık rast­landığı gibi yine krala ait ve şiirsel bir dinlenme yeri olan köşk, sofadan dışarı taşan ve avlu cephesini hareketlendiren ayrı bir oturma köşesidir. Eyvan ve köş­kün döşemeleri sofadan bir kademe yük­sek olabilir. Ancak bunun dışında da sofanın uçlarında birkaç basamak yüksel­tilmiş oturma platformları bulunur. Bu­na "tahtseki" adı verilir ki bilindiği üze­re taht da yine krala ait bir semboldür.

İç sofa, en azından iki tarafında oda­ların yer aldığı dışa kapalı bir ortak me­kândır. Dış sofaya göre avantajı iklim ve güvenlik yönünden muhafazalı olma­sıdır. XIX. yüzyıldan itibaren iç sofalar­da, İstanbul'da ortaya çıkarak Balkan­lar ve Anadolu'daki bazı eşraf konakla­rına kadar yayılan bir merkezîleşme gö­rülür (orta sofa]. İstanbul'un Batılı yaşa­ma biçimiyle bütünleşen en görkemli ko­nakları ve yalıları ile Filibe'nin "Bulgar Rönesansı" olarak nitelendirilen evleri bu tür sofalara sahiptir. Ayrıca bu dö­nemde büyük şehirlerde geleneksel Os­manlı evinin değişimi sokak cephesine de yansır ve artık zemin katta da pen­cereler açılır.329

Üst kattaki odalar birbirinden bağım­sız birimler halinde sofaya açılır. Kendi aralarında bağlantı olmaması önemli bir özelliktir. Odalardan sokağa bakan ve genellikle köşede yer alan biri daha bü­yük boyutludur ve bezemesi bakımından özel bir nitelik taşır. Burası evin "baş oda" (arz odası) adıyla anılan misafir kabul oda-sıdır. Bunun dışında odalar arasında iş­lev bakımından farklılaşma bulunmadı­ğından boyutları ve iç düzenlemeleri bir­birine benzer. Teorik olarak odaların bü­tün ihtiyaçları karşıladığı düşünülür. Bü­yük yerli dolapları (yüklük), dolap için­deki küçük yıkanma yerleri (gusülhâne) ve mobilyasız oturma alanlarıyla bu oda­lar bağımsız birer ev gibidir.

Odada üç yükseklik farkı vardır. Ge­nellikle dikdörtgen biçimli olan bu me­kânın dar kenarındaki üçte bir / dörtte birlik bölüm sofa ile aynı seviyededir (se­ki altı): giriş buradandır ve duvarı boyun­ca yüklük ile gusülhâne bulunur. Bu alan­dan sonra bir kademe (20-30 cm.) daha yüksek olan ve bir korkulukla ayrılmış bulunan asıl bölüm gelir (seki üstü). Bu kesimin üç duvarı boyunca çepeçevre uzanan ve "makat" veya "sedir" denilen yaklaşık 20-40 cm. yüksekliğinde ve 60 cm. eninde bir kerevet yer alır. Yerde halı, sedirler üzerinde işlemeli minder ve yastıklar vardır. Dayanma yastığının bittiği yerden pencere başlar. Pencere­nin üstünde odayı dolaşan ve daha çok dekoratif kap kaçak vb. eşyanın sergi­lendiği bir raf görülür. Bu rafın üzerin­de bazı evlerde ve özellikle de erken dö­nem örneklerinde birçok hallerde rev-zenli tepe pencereleri bulunur. Tavan genellikle odanın en görkemli, ahşap be­zemeli unsurudur. Ayrıca yine seki üs­tündeki bölümün duvarlarında kapak­ları bezemeli küçük dolaplar, nişler yer alır. Bazı odalarda ve özellikle baş oda­da bir ocak vardır. Ocağın alçı veya ah­şap davlumbazı da dekorasyonuyla dik­kat çeker. XIX. yüzyıla kadar geleneksel Osmanlı evinde taşınabilir mobilya gö­rülmez; her şey sabittir. Yorgan, yastık ve yataklar yüklük içinde durur. Akşam­ları seki üstü döşemesine serilir, sabah­ları kaldırılır. Yemek yerken de odanın ortasına bir örtü (sofra bezi) serilir ve üze­rine yaklaşık 20 cm. yüksekliğinde yu­varlak bir sofra tahtası veya açılır-ka­panır bir altlık üstüne bakır bir sini konulur.

XIX. yüzyıla kadar Osmanlı toprakla­rının sınırları içinde kalan Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya ve Arnavutluk'­taki evlerde de benzer özellikler görü­lür. Bunlar arasında daha erken tarihli olan dış sofalı örneklere de rastlanmak­la birlikte genelde çoğunluk iç sof ahlar­dadır. Bazı örneklerde Anadolu evlerin­deki bağımsız oda düzeninin tersine oda­dan odaya geçiş görülür. Eyvan ve köşk çok azdır. Özellikle Bulgaristan'daki ba­zı örneklerin dış cephelerinde bezeme­lere rastlanır; bu konuda Filibe'nin özel bir yaratıcı merkez olduğu söylenebilir. Bu örneklerin dışında Balkanlar'da, Batı Anadolu sahilinin ve İstanbul'un azınlık mimarisinde de görüldüğü gibi Batılı-laşma'nın ağırlıkta olması sebebiyle neo-klasik unsurların önem taşıdığı Batı ev­lerine benzer bir şehir evi tipi daha bu­lunmakta ve ekseriyeti bu tip teşkil et­mektedir.

İstanbul önce Bizans'ın, sonra da Os-manlılar'ın başşehri olması ve ayrıca coğ­rafî konumu sebebiyle Anadolu'nun di­ğer şehirlerine göre farklı kültürleri için­de barındıran bir yer olmuş, bu durum evlerin biçim ve düzenine yansımıştır. Bugün şehrin ahşap ev kültüründen ka­lan önemli örnekleri ortadan kalkmış durumdadır. Halen sur İçindeki tarihî yarımadada ve diğer eski yerleşme böl­gelerinde bulunan evlerin yapım tarih­leri ancak XIX. yüzyıl başına kadar uzan­maktadır; daha geriye gidebilen örnek çok azdır. İstanbul evleri müslüman ve azınlık Levanten evleri olmak üzere iki temel grupta toplanabilir. Müslüman ev­leri geleneksel Anadolu evlerinin baş­şehre has değişimlere uğramış örnek­leridir. Teknik ve estetik farklılıkları dı­şında temelde İslâm aile yapısı, ailenin toplum içindeki yeri ve günlük hayat bi­çiminin yarattığı ortak özellikleri bu ev­lerde görmek mümkündür. Dolayısıyla bunlar özellikle plan düzeni açısından Anadolu ve Balkan evleriyle aynı köken­lidir. Büyük boyutlu ve görkemli olanla­rına "konak" denilen bu evlerin genellik­le zemin katları kagir, üst katlan ahşap karkas üzerine ahşap kaplamadır. Ka­rakteristik plan üst katlarda gelişmek­tedir. Bu katlar, sokağı ve manzarayı olabildiğince geniş görebilecek biçimde planlanmış, buna karşılık dışarıdan bu kata bakış kafes, kepenk vb. öğelerle sınırlandırılmıştır. Şehrin bazı kesimle­rinde Anadolu yerleşmelerinde olduğu gibi topografyaya ve arazi mülkiyetine bağlı olarak düzensiz yapı parselleri or­taya çıkmış ve yine Anadolu evlerindeki gibi üst katlarda düzgün mekânlar elde edilebilmek için bu katlar, zemin kat be­den duvarları üzerinden taşırılarak yapı sınırından sokağa doğru uzanan çıkma­lar yapılmıştır. Bu evlerde de temel un­sur sofadır ve üst kat odalarının açıldı­ğı bir dolaşma alanı olmasının yanı sıra ayrıca ev içinde bir odak teşkil eden önemli bir mekândır. İstanbul evlerinde de sofaya açılan odalar arasında kulla­nım açısından bir farklılaşma olmadığı için her oda günlük hayatın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde planlan­mıştır. Anadolu'daki bir yönüyle avluya açılan dış sofalı örnekler, İstanbul'da er­ken tarihlerden itibaren yerlerini iç ve­ya orta sofalı örneklere bırakmışlardır. İç sofalı plan tipi sofanın iki yanının oda sıralarıyla çevrilmesinden oluşur. Orta sofalı Örneklerde ise sofa evin merke­zinde yer alır ve dört yanı odalarla çev­rilidir. İstanbul'un büyük konaklarının Osmanlı aile yapısına uygun biçimde ha­remlik ve selâmlık bölümlerini içerdik­leri ve oda sayısının çok fazla olduğu gö­rülür.

İstanbul'un geleneksel konut mimari­sinde Özel yer tutan diğer bir grup yalı­lardır. En ünlü Örnekleri Boğaz'ın iki kı­yısında yer alan bu yapılar, dönemin eko­nomik ve politik gücünü elinde tutan baş­ta padişah ailesi olmak üzere vezirler, paşalar, hıristiyan azınlığın oluşturduğu tacirler ve varlıklı esnaf tarafından yap­tırılmıştır. XVIII. yüzyıl bostancıbaşı def­terlerinde adları ve sayılan verilen bu yalılardan çoğu bugün mevcut değildir; ayakta kalabilmiş en eski yalı. Anadolu-hisan'ndaki 1699 tarihli Amcazade Hü­seyin Paşa Yalısı'nın divanhânesidir. Ya­lılar haremlik selâmlık bölümleri, ek bi­naları, kayıkhaneleri ve bol ağaçlı geniş bahçeleriyle görkemli, büyük sahil yapı­ları olarak Boğaz köylerinin gelişmesin­de önemli rol oynamışlardır. Mimari biçimleniş açısından ev ve konaklarla he­men hemen aynı özellikleri gösteren ya­lılar genellikle ahşap ve hafiftir. Önlerin­deki rıhtıma rağmen esas katlarıyla de­niz üzerine çıkmalı olan Boğaz cephele­ri, özellikle birinci katlarındaki kafes ve pencerelerle manzaraya açılırlar. Esas katı taşıyan ahşap payanda veya "eli böğründe" dizilerinin yer aldığı zemin katlar XVIII. yüzyıla kadar sağır tutul­muş, XIX. yüzyıldan itibaren bu seviye­de de normal pencereler açılmıştır. Genellikle yazlık olarak kullanılan yalılara ulaşım deniz yoluyla sağlanmaktaydı. Bu yüzden de halen mevcut örneklerin çoğunda görüldüğü gibi altlarında birer kayıkhane bulunuyordu. Bu bölüm ge­nellikle harem kısmının altına gelmekte ve kayıklara biniş dışarıya görünmeden gerçekleştirilmekteydi. Zemin katlar bi­rer taşlık ve havuzlu mekân içermekte, arkasındaki bahçe ve diğer konaklar­la bağlantı, aradan geçen bir yol olma­sı halinde üzerinden köprüyle atlayarak sağlanmaktaydı. Yolun bir tünel şeklin­de bahçenin altından gittiği örnekler de vardı.

İstanbul'da Boğaz'ın dışında Haliç kı­yısında da günümüze örneği gelmeyen yalılar yapılmıştır. Ayrıca içinden Por-suk'un geçtiği Eskişehir ve Yeşilırmak'ın geçtiği Amasya gibi şehirlerin nehir boy­larında da yalı dizileri oluşmuştur.

İstanbul'un gayri müslim cemaatleri. Özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti'nin Batı'ya açıl­masıyla birlikte Avrupa'dan aldıkları ka­gir tek yapı, sıra ev ve apartman örnek­lerini benimseyerek şehir dokusuna kat­mışlardır. Kat sayıları iki-dört arasında değişen bu evler, dar arsalar üzerinde yükselen ve buna bağlı olarak da az oda içeren bir şehir evi niteliğindedir. Cep­helerinde yer yer dönemin süsleme tar­zı özelliklerini yansıtan bu yapıların üst katları sokağa taşan cumbalarla destek­lenmiştir. Demir ve taş kullanımı, söz konusu yapıların daha sağlam ve uzun ömürlü olmasını sağlamıştır. Özellikle sıra evler, dönemin üslûp Özellikleri açı­sından Batı biçimlerine en çok bağlı olan konutlarını meydana getirmiştir. Bir ya­pı için geliştirilen cephe ve plan düzeni­nin yanyana ritmik bir biçimde tekra-rıyla oluşturulan sıra evler daha çok hı-ristiyan küçük tüccar, küçük esnaf ve ze-naatkârlarla orta küçük bürokratlardan meydana gelen bir kullanıcı kesiminin konutu olmuştur. Diziler benzer veya ay­nı tasarı ve biçim özelliklerine sahip ol­salar da gerek ölçek gerekse şehir me­kânı ile bütünleşme açısından çeşitlilik gösterirler. Bu çeşitlilik de İstanbul'un mimari düzenini zenginleştiren örnekler yaratmıştır. XIX. yüzyılın sonuna doğ­ru ortaya çıkan büyük boyutlu apart­manlar ise yine dönemin Avrupa başşe-hirlerindeki özellikleri sergilemektedir.

Bibliyografya:

0. Reuther, Das Wohnhaus in Bagdad und Andreen Stâdten des Irak, Berlin 1910; a.mlf.. "Die Qa'a", Jahrbuch des Asiatischen Kunst, sy. 2, Leipzİg 1926, s. 205-216; R. Thoumim. La Maison. Syrienne, Paris 1932; Ch. Peev, Ai te Hâuser in Ploudiü, Berlin 1943; Leman Tom-su, Bursa Eüleri, İstanbul 1950; Necibe Çakı-roğlu. Kayseri Euleri, İstanbul 1952; Doğan Er-ginbaş, Diyarbakır Euieri, İstanbul 1954; Se-dad Hakkı Eldem, Türk Evi Plân Tipleri, İs­tanbul 1968; a.mlf.. Türk Eui Osmanlı Döne-mi: Turkish Houses Ottoman Period 1, İstan­bul 1984; G. Goodwin, "The Ottoman House", A History of Ottoman Architecture, London 1971, s. 428-449; Önder Küçükerman. Anado­lu'daki Geleneksel Türk Eoinde Mekân Orga­nizasyonu Açısından Odalar, İstanbul 1973; Fouad el-Khoury, Domestic Architeçture in the Lebanon, London 1975; T. Faegre. Tents, Archi-tectureof the Nomads, New York 1979; S. Hal­let - R. Samlzay. Traditional Architeçture of Afganistan, Mew York 1980; H. Schoenauer, 6000 Years of Housing, Mew York 1981; Reha Günay, Geleneksel Safranbolu Eoleri ue Oluşumu, Ankara 1981; Doğan Kuban, "Türk Ev Geleneği Üzerine Gözlemler", Türk ue İslâm Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul 1982, s. 195-209; A. Bammer, Wohnen im uergangli-chen, Graz 1982; B. Maury v.dğr.. Palais et ma-isons du Caire/il-£poque ottomane fXV!e-XVİIIr siecles), Paris 1983; D. Philippides. Greek Tra­ditional Architeçture, Atina 1983, l-ll; L. Gol-vin - M. Ch. Fromont, Thula. Architecture et urbanisme d'une çite de Haute Montagne en RĞpublique Arabe du Yemen, Paris 1984; J. Revault. Palais, demeures et maisons de Plai-sance, Aix-en-Provence 1984; E. J. Grube v.dğr., "Vernacular Architecture; The House and Soeiety", Architecture of the Islamic World, London 1985, s. 176-208; Gün kut Akın. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Ev Tiplerinde Anlam, İstanbul 1985; a.mlf., Asya Merkezî Mekân Ge­leneği, Ankara 1990, s. 106-123; R. Anguelo-va, "L'architecture vernaculaire de la Bulga-rie", LArchitçcture uernacuiaire dans /es Bal-kans, [baskı yeri yok| 1985, s. 23-36; L Archi­tecture libanaise du AVP au XIXe siecie, Bey-routh |1985|; Nur Akın. Balkanlarda Osmanlı Eui, İstanbul 1987; H. Moutsopoulos, L'Encor-bellement architectural 'Le Sachnisia', Contri-bution a l'&tude de la maison grecque, Thes-salonique 1988; Metin Sözen - Cevat Eruzun, Türk Eui, istanbul 1993; W. J. Eggeling. "Haus-formen in Yugoslavisch-Makedonien", Zeit-schrift für Balkanologie, XIV, Münih 1976, s. 12-19; Emin Rıza, "La Typologie de l'habita-tion urbaine albanaise (XVI]Ife-siecle-Moitıe du XIXT, Studia Albanica, XİV/1, Tirana 1977. s. 109-125; K, Yağı. "Housing Analysis iri Syria", Process Architecture, sy. 15 (1980), s. 113-180; G. Marçais, "Dar", El2 (İng ). II, 113-115.




Yüklə 1,17 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin