Bilenlerin Hiyerarşik Sınıflandırılması
Bilgi içeriğine göre yaptığımız bu ayrımın dışında üzerinde durmamız gerekli bir diğer önemli noktaya geliyorum. Bilen kesimini bilme düzeyleri açısından da bir sınıflandırmaya tabi tutabiliriz. Bu açıdan bilenleri, hiyerarşik dört aşamada ele alabiliriz:
i) En aşağıda sıradan bilgisi olanlar malumat sahibi insanlar tabakası vardır. Tüm insanlığın çok geniş bir kesimi bu kategoride yer alıyor. Günümüzde bu kesimin fevkalade ileri düzeyde bir bilgi birikimi var. Çünkü pek çok bilgi kaynağına sahiptirler. Ellerinin altında kitap, internet, kitle iletişim araçları, basın yayın organları, vb. mevcut. Tabir caizse insanlar tam bir bilgi bombardımanının altındadırlar. Bu bilgi diktelerinden uzak olmak istiyorum deme şansına sahip değildirler. Maalesef modern dönemlerde bilgi güçtür ve herkes kendi gücünü, bir başkası üzerindeki etkinliği üzerinden sağlamaya çalışıyor. Kadim kültürlerde bilgi bir Allah vergisi veya emaneti olarak kabul ediliyordu. Bu emanet herkese, tabir caizse ayağa düşüreceklere verilmez, samimiyetle talep edenlere verilirdi. Maalesef sahibine bir güç/nüfuz sağlamak üzere, artık sırf talep edene değil, istemeyene de bir biçimde zorla verilmektedir. Çünkü bu bilgi, sahibinin etkinlik ve egemenliğini sağlamaktadır. Çağdaş kültür emperyalizmi de bu temel espriden doğmuştur. Burada da dikte edilen kültür, öncelikle asıl sahibinin çıkarlarını temsil etmektedir. Paylaşılan kültür eksilmez, çoğalır. Paylaşılan servet azalır, ama paylaşılan kültür çoğalır.
Günümüzde hemen pek çok insan malumat olarak nitelendirebileceğimiz bilgiye sahiptir. Ne var ki bu bilgi (kırıntıları) çoğu kere sistematik bir düşünceye dönüşmüyor. Eski Osmanlıca deyimiyle bu malumat gereksiz olmasa da tek başına yarayışlı bir bilgi değildir. Çünkü malumat uygulamaya en uzak bilgi tiplerinden birisidir. Onun için malumatla yapılabilecek önemli bir şey yoktur. Malumatın, bilgilenmiş olmanın ötesinde geleceğe yönelik, üst üste konabilecek bir tarafı da yoktur. Malumatın insan için faydalı olabilmesi için düşünceye dönüşmesi gerekiyor. Düşünce için de insanın düşünebilmesi, Kur’an’ın ifadesiyle akledebilmesi gerekir. Düşünceye ihtiyacımız var. Düşünce ise malumat dediğimiz bilgi verilerinin belirli eksenlerde yeniden kurulması demektir. Bu söz konusu sürecin işleyebilmesi için de bu ön verilerin zihnimizde olması gerekir. Çünkü düşünce, zihnimizdeki bu verilerin toplama, çıkarma vb. gibi işlemlerle yürüyen bir kompozisyon yapabilmesine dayanır.
Ne yazık ki bilgi artık zihnimizde değildir. Bilginin önemli bir kısmı elimizdeki cep telefonumuzda, bilgisayarımızdadır. Yani bilgiyi kafamızda değil, elimizde taşımaktayız. Düşünme organı olan beynimizin yerini organik değil mekanik bir parça almıştır. Bu yeni anlayışa göre çarpım tablosunu ezberlemeye gerek yoktur. Yeni neslin, 9 kere 9 un kaç ettiğini zihnen bildiği yok, ama ilk bakışta bunun önemi de yok, elindeki makine sağ olsun. Ona sorar ve 81 ettiğini bulur. Ama unutmayalım ki elimizdeki bilgisayar bizim kafamız hafızamız olmadığı gibi onun taşıdığı bütün bilgiler de bizim bilgimiz değildir. O hafıza, o makinenin hafızasıdır ve akıllı olan biz değiliz, telefonumuzdur. Düşünce üretebilmemiz için bazı önemli bilgileri yeteri kadar hafızamıza yerleştirmemiz gerekir. Önce de belirttiğimiz gibi düşünme bunları özümseyebilmek bunlar arasında yeni bir kompozisyon kurabilmek demektir. Bu süreç elimizdeki makine bilgileri üzerinde gerçekleşmez. Fransız düşünür Frank Furedi “Nerede O Eski Entelektüeller” adlı eserinde, “eskiden ciddi bilgi donanımına sahip entelektüeller vardı. Ama artık entelektüel yok, kafasındakine göre değil, elindekine göre konuşan nevzuhur bir tip var. O eski eentelektüel dönemi kapandı” diyor. Düşünür Fransa’da eğitim öğretimle ilgili bir törene katılmış. Törende milli eğitim bakanı, “öğretmenler, öğrencilerinize hiçbir bilgiyi ezberletmeyin. Kafalarını bilgiyle doldurmayın, bilginin kendinin ne olduğunu değil, nerede bulabileceklerini öğretin” demiş. Freudi, “Sayın Bakanı şiddetle kınıyorum, farazi bir ezber aleyhtarlığı ile kafaları boşaltmanın anlamı yok” diyor. Freudi insanlığın ciddi bir problemine parmak basıyor, sakat ama yaygın bir paradigmayı cesaretle eleştiriyor.
Biliyorsunuz bu ezber karşıtı söylem çok ciro yapan laflardan birisidir. Ciddi bir öğrenme ezbercilik olarak itham ediliyor. Unutulmamalıdır ki mutlaka kafaya yerleştirilecek şeyler vardır. Eğer bunun adı ezberse ezberlenecek şeyler vardır ve ezberleme işi, düşünme sürecinin önemli bir aşamasıdır. Elimizdeki bilgileri irdelemek, eleştirel olmak ezberleme işinden farklı bir şeydir. Elbette her şeyin ezberlenecek hali yok. Ama ezber aleyhtarlığıyla kafaları boşaltmanın anlamı da yok. Kafasında sabiteleri olmayan, zihninde öncülleri bulunmayan bir adam hangi fikri üretebilir, nasıl düşünür olabilir. Gerçekten düşünmeye doğru giden bir süreç değil bu. Böylece geniş bir kesim hiçbir sabitesi olmayan tabir caizse abur cubur bilgilerle oyalanıyor. Bu süreçte maalesef kitabi bilgilere yer yoktur.
ii) Bilenlerin ikinci aşaması, bilimle uğraşanlar, sıradan malumatın üstüne çıkabilmiş kesimdir. Bu kesim bilimle uğraşıyor. Şüphesiz bilim önemli bir bilgi türüdür, bilime ihtiyaç vardır ve onu temsil edenler de önemlidir. Bilindiği üzere bilim, belli bir metot ve yönteme göre nesne üzerinden oluşturulmuş nominal bilgilerden oluşur. Bilimin bilgisi sıradan bir malumat olmaktan çıkmış sistematik bir bilgidir. Bu bilgiyi temsil edenlere de kısaca bilim insanı denir. Bunlar genel olarak üniversitelerle bağlantılıdırlar. Bu bilim formatına akademik dendiği için bu bilen kesimine akademisyen de denir. Bunlar fiilen bilimsel bilginin eğitim öğretimiyle uğraşırlar. Yukarıda da belirtildiği üzere bu bilim insanı tipi temsil ettikleri bu bilgi biçimiyle aydın dediğimiz kesimin omurgasını oluştururlar.
Bunlar da kendi arasında kategorilendirilebilir. Bunların önemli bir kısmı aşağıda teknisyenler grubunu oluşturur. Üniversitelerdeki akademisyenlerimizin yüzde 80’i ve hatta 90’ı bilim teknisyenidir. Burada bilim teknisyeni, teknoloji ile uğraşan kimse demek değildir. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre hocanın tanımıyla pek de kolay olmayan bilim teknisyenliği için üniversite öğreniminden sonra en az yüksek lisans ve doktora yaparak, ister uygulamalı ister teorik olsun bilimin çok dar bir alanında bir metot hakkında uzman olmayı ve o metodu o dar alanda uygulamayı gerektirir. Fakat bu teknisyen onun üzerine daha geniş başka bir düşünce inşa etmeyi düşünmez. Bir düşünürün dediği gibi elinde çivi çakmaya yarayan bir çekiç var ve önündeki her şeyi, çakılması gerekli bir çivi olarak görür. Bilim teknisyenleri ve hatta bilim adamları çoğu kere iki değerli mantığın kurallarına göre işlerler. Ne var ki çoğu kere dar bir sebepliliğin sınırları içinde mahsur kalırlar. Bu dar çerçevenin dışında kalan şeyleri reddetme konusunda da bir hayli katı davranırlar. İşi, kendi kanaatlerinin dışındakileri aforoz etmede “papalık kompleksi” adı verilen bir noktaya kadar vardırırlar. Bu bilimcilik, modern çağlarda aydınların sorun olmasının nedenlerinden birisini oluşturur. Çünkü bilimden başka bilgi görmezler, hâlbuki bilimsel olmayan bilgiler de vardır. Bilimsel bilgi yarım düzineyi aşan bilgi türlerinden sadece birisidir.
Yine bu ikinci basamakla ilgili olarak bilim teknisyenliğinin üzerinde bilim insanı yer alır. Bilim insanı doktoradan sonra hem bilimsel literatürü izlemeyi hem de yeni özgün çalışmalar yapmayı gerektirir. Aynı bilimcilik vasfını taşır ancak bilim insanının bilim teknisyeninden farkı, kendi araştırdığı alanın dışındaki ona yakın konularla da ilgilenmiş olmasıdır. İşe daha kapsamlı bakabilmesidir. Sözgelimi bu kişi biyologsa konuyu ilgilendirdiği kadar fizik, bilgi topluluklarını açıklayabilecek kadar sosyoloji, bazı kalıcı değişiklikler için kimya, canlının kompleks yapısını anlayabilmek için biraz psikoloji, vb. bilgilerine sahiptir. Halbuki bilim teknisyeni düzeyinde biyolog sırf önündeki canlıyı tanıma anlamında bir biyologdu. Metodu onu belli bir konuda sistemli bir bilgi sahibi kılıyor ama onu bir bakıma katılaştırıyordu. Bu konuda bilim insanın ufku dana geniş, daha esnektir. Bu alanla ilgili literatürü takip eder. Bilimsel bir gerçeklik ortaya koyabilir. Fakat bu durum gerekli olmasına rağmen yeterli değil.
ii) Bunun bir basamak üzerinde ise bilenler kesiminin üçüncü tabakası, bilgin ya da düşünür dediğimiz kategori vardır. Düşünür, bilim insanından farklı bir şeydir. Özel bir alanı olsa bile daha kapsamlı bir bakışa sahiptir. Belki düşünürü en iyi ifade edebilecek niteleme ele aldığı konulara disiplinler arası bir düzeyde bakabilmesi, sıradan bir disipline bağlı kişilerin göremediği noktaları görebilmesidir. Kişi felsefeci, ilahiyatçı, sosyolog, antropolog, hukukçu, ekonomist, vb. olabilir, ama görüşleri bir disiplinin sınırları içine sıkışmış değildir. Sahip olduğu birikim ve fikri projeksiyonla bir disiplinin sınırları içinde söylenebileceklerden farklı şeyler söyleyebilir. Her disiplinden yararlanabilir ve bunların hepsinden bir kompozisyon çıkarır. Evren, toplum, insan, hayat gibi makro sorunlara ait çözümlemeler getirir. Bu tür bilginlerin konuşmalarını dinleyip yazdıklarını okuduğumuz zaman kapsamlı bir bilgi ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Öyle ki adamın asıl alanının ne olduğunu kolayca kestiremeyiz.
Biraz önce, ikinci basamakta gördüğümüz bilim insanları o alanda ne kadar derinleşirlerse derinleşsinler bir alanın bilenleri idi. Mesela bir süre önce kaybettiğimiz Halil İnalcık dünya çapında bir bilim insanı yeri doldurulamaz bir tarihçi idi. Yani tarihi araştırma metodunu iyi bilen ve hatta kendine özgü tarihi araştırma yöntemler belirleyebilmiş, tarihi açıklayacak paradigmalar ortaya koymuş bir bilim insanıydı. Ama bütün bunlara rağmen İnalcık bir düşünür değildi. Çünkü tarih dışı konularda belirgin bir görüş sahibi değildi. Tabii ki onun düşünür olmayışı bir eksiklik değildir ve bu haliyle kendisi alanında büyük bir boşluğu doldurmuştur. Düşünür disiplinler arası çalışabilen kimsedir. Tabi düşünür her şeyi bildiğini zanneden kişi de değildir. Temel konularda bir diyeceği olan kişidir. Bu çerçevede mesela Cemil Meriç bir düşünürdür. Makro gerçekleri anlatmak için kullandığı cümleler bile bilim ifadeleri değildir. Özel olarak bir bilgimiz yoksa sırf kitaplarını okurken çıkış noktasını, gerçek alanını kestiremeyiz. Felsefeci mi, ilahiyatçı mı, tarihçi mi, sosyolog mu, kolayca kestiremeyiz. Çünkü disiplinler arası düşünüyor. Onun için bakıyorsunuz Cevdet Paşayı değerlendirirken tarihçi, Cemalettin Afgani’yi açıklarken ilahiyatçı, Saint Simon’u yorumlarken sosyolog, metinleri analiz ederken edebiyatçı, vb. dir. İşin ilginç tarafı bu alanların uzmanlarından duymadığımız gerçekleri dile getiriyor. Aslında kendisi edebiyat çıkışlıdır, ama yaptıkları sıradan bir edebiyatçı işi değildir. Unutmadan hemen belirtmeliyiz ki bu üçüncü aşamadaki düşünür sayısı, gayet azdır. Dikkat edilince görülür ki hiyerarşinin yukarısına doğru çıktıca dökülüyor ve bilenlerin oranı düşüyor. Mesela çok az düşünür ortaya çıkıyor.
iv) Dördüncü ve son basamakta bilgeler, eski dildeki adıyla hakîmler yer alır. Bilge bir alttaki düşünür gibi disiplinler arası değil disiplinler üstü bir bilendir. Hemen her şey üzerine anlamlı bir şey söyleyebilen bilgenin en önemli özelliklerinden birisi, herkesin bildiğinden çok farklı bir şey söylüyor olmasıdır. Öyle ki yaygın bir biçimde herkesin bildiği, inandığı bir görüşün tam tersine itirazı pek kolay olmayan bir görüş ortaya koyabilmiş olmasıdır. Bize görüşü nereden elde ettiğini her zaman açıklama ihtiyacı duymaz. Bu büyük bir tecrübi birikim, derin bir kestirim gücüne dayanır. Ama sanırım en önemli dayanağı herkesin doğru bildiği şeyleri öylece kabul etmemesi, ciddi bir eleştirel gözden geçirmesidir. Ahmet Yüksel Özemre’ye göre bundan önceki (malumat sahibi, bilim insanlığı ve düşünürlük) üç seviyede çalışmakla elde edilebilecek, bilen olma dereceleridir. Ancak bilgelik, çalışmanın yanında fıtri kabiliyetler, istisnai yetenekler de gerektirir. Hatta hikmetle ilişkisi itibariyle bir Allah vergisidir. Bu çerçevede Peygamberlerin yanında geçmişte Konfüçyüs, Buda, Zerdüşt, Laotse (Taoizmin kurucusu); çağımızda, Aliya İzzetbegoviç, bilge örnekleridir.
Bilgeliği anlatabilmek için birkaç örnek verelim. Ünlü Çin bilgesi Konfüçyüs “yazılı olmayan ahlak kurallarını mümkün olduğunca kurallaştırmayalım. Bu ilkeler insanların içinde manevi yaptırımlarını yitirirler ve fertlerde bunları ihlal etme düşüncesi uyandırırlar. Bu açığı kapatmak için yasalar üzerine yasalar çıkarılmak zorunda kalınır”. Bilgenin 2700 yıl öncesinden, modern hukukun önemli sorunlarından birisine ışık tuttuğunu görüyoruz. Bir başka Çin dini olan Taoizmin kurucusu Lao-Tseu şöyle der “Akıl kaybolduğu zaman yardım duygusu, baskasına yardım duygusu kaybolduğu zaman adalet, adalet kaybolduğu zaman nezaket kuralları ortaya çıkar. Nezaket, köklü dayanakları olmayan bir sadakat biçimidir”. Bir başka bilge de “nezaket kuralları kabalığın inceltilmiş biçimidir” der. Sanıyorum modern dünyayı çok iyi anlatıyor. Bize insan hakları gibi ilkelerin bile neden bir maskeden ibaret olduğunu gösteriyor. Selamlaşma bu kaypaklığı ortadan kaldırmak ve barış ortamı sağlamak için ortaya konmuş bir tedbirdir. Bu bilgeliği mutlak üstünlüğünü iddia eden modern kültürün anlaması bir hayli zor. Bir kere üstün kültür iddiası bilgeliğe göre fevkalade saçma bir iddia.
Ali İzzetbegoviç, son yüzyılın önemli bilgelerinden birisi idi. Bilgeliğin tanımına uygun olarak gerçekten disiplinler üstü bir insan, herkesin bildiklerinin hilafına gerçekleri dile getiriyor. Mevcut genel kültürde bilgeliğin rahat anlaşılmadığı gerçeğine uygun olarak bilgemizin de çok iyi anlaşılmadığını görüyorum. Memnuniyet vericidir ki son zamanlarda üzerinde duruluyor; oturumlar yapılıyor, eserler neşrediliyor. Bu arada genç arkadaşlarım Faruk Karaaslan ve Mahmut Hakkı Akın onun hakkında ortaklaşa bir kitap yazdılar. Yine Erdal Baykan İzzetbegoviç okumaları üzerinde durdu. Bunlar güzel eserler, yazarlarını tebrik ediyorum. İzzetbegoviç herkesin bildiğinden farklı şeyler söylüyor. Batı’yla öyle bildiğimizden çok farklı biçimde basit eleştirilerden uzak bir hesaplaşma yapıyor. Batı Kültürünün, üzerine inşa edildiği en temel kavramları didik didik ediyor ve tabir caizse üzerinden bir silindir gibi geçiyor. Bir Batılının kolay itiraz edemeyeceği kadar açık bir şekilde irdeliyor. Fire veren demokrasi, insan hakları ve benzeri uygulamalara değinerek batının kültürel temellerinin yanlışlığını gösteriyor.
Mesela herkes medeniyete övgüler yağdırırken o, medeniyeti ciddi bir şekilde eleştiriyor. Ona göre medeniyet insanlığın kan ve gözyaşına oturmuş bir kültür tortusudur. Medeniyet insanlığın tefessüh ettiği dönemlerde yükselir, insanın öz alanından çok konfora ilişkin bir şeydir. O hayranlıkla izlediğiniz medeniyet eserlerinin (piramitler, anfik tiyatrolar, katedraller, şatolar, vb nin) ölümüne çalıştırılmış binlerce insanın kan ve gözyaşı üzerine oturduğunu pek düşünmemişizdir. Bilgemize göre medeniyetler, kültür denen insanın özlük alanının dejenere olup yıkıldığı yerlerde oluşmuştur. İnsanlık tarihi bir kültürel arınma ve yozlaşıp medeniyetleşme süreci olarak özetlenebilir. İnsanlığın özlük alanı medeniyet değil, semavi kökenli kültürüdür. Arz kökenli medeniyet onun dışsallaşmış, ama bir o kadar da bozulmuş biçimidir. Bunlar sosyolojik olarak harika kültürel yapılardır. Hak ve adalet dışılığın yanında bu düzenlerin en önemli özelliklerinden birisi tevhid dışı seküler yapılar olmalarıdır. Peygamberler hep bu oluşmuş medeniyeti yıkmak ve kültürü arındırmak için gelmişlerdir. Medeniyetin mimarları yöneticiler, toplumun ayan eşrafı bir refahın ifadesi olarak bir düzen kurmuşlardır ki medeniyet bu harika düzenin adıdır. Ama asıl insanilik yoktur. Sırra kadem basmıştır.
Arkadaşlar bu bilgece açıklamalar şu anda sıradan insanımızın değil, pek çok aydınımızın bile kolayca anlayacağı şeyler değil. Medeniyet ‘hadi bismillah medeniyetimizi kuralım’ demekle kurulmadığı gibi medeniyetin mutlak kurulması da gerekmez. Önemli olan semavi kökenli kültürü yaşamak ve yaşatmaktır. Medeniyet, kültürün kaçınılmaz bir açılımı olarak ortaya çıkar, kültüre yaşama imkanları sağlar ama sonra bir yığın olumsuzluğa neden olur ve çöker.
Sonuç olarak denebilir ki bu dört tür bilen insan tipi içinde, şu anda insanlığın büyük bir kısmı malumat sahibi kategorisindedir. Daha dar bir kesim aydın olarak da nitelediğimiz ve bilimle ilgilenen ikinci tabakayı oluşturuyor ve tabi bu tabaka eksiklerine rağmen anlamlı diyebileceğimiz bir oluşumdur. Batıyla bir sorunu yok, esasen eğer bir insan sırf bilimciyse batıya söyleyeceği fazlaca bir sözü olamaz. Ekstra bir şeyler söylemesi oradan kopması demektir. Ama bu pek mümkün olmaz, çünkü Batı tarzı düşünmek onların varlık sebebidir. Bu durum yaşadığımız trajediyi anlatıyor olmalı. Yukarıda üçüncü kademede yer alan düşünür tipi günümüzde fevkalade azdır. Bu alan bir hayli boşalmıştır. Düşünürün çıkma ortamı da hızla kayboluyor. Yukarıda da bahsedildiği üzere artık birbirine yakın bir tüketim kültürüyle yaşayan bir insanlık var. O kadar bir kırıntı kültürü ki buradan bütünleştirici bir düşünce çıkmıyor. Bilim insanları da bu mekanizmanın içinde mahpus. Eğer böyle giderse dördüncü basamaktaki bilge ise zaten çıkmayacak. Yeterince düşünür çıkmıyor ki onun üstünde gerçekleşecek bilge çıksın. Yani ne bilgenin çıkmasına ne de anlaşılmasına imkan tanıyacak ortamı yok. Geçen yüzyılda dünyanın değişik yerlerinde bilgeler eksik değildi. Ama İngiliz A. Toynbee, Rus Sorokin, Boşnak Aliya İzzetbegoviç gibi son bilgeleri de gönderdik. Bilgeler artık yok. Bilgelerden boşalan ortamı küresel siyasetin dümen suyundaki şarlatanlar dolduruyor. Bernard Lewis, Graham Fuller, Francis Fukuyama gibi tabir caizse ‘hokus fokusçular’ var. Maalesef bunlar şimdiki dünyanın ileri gelenleriler ve bilgelik makamında oturuyorlar. Yaptıkları iş Müslüman kesimin aleyhine plan ve desiseler kurmak. Kadim bilgeler hiç kimseye ve hiçbir topluma olumsuz duygular beslememişler, hiçbir kesimin zararına olacak fikirler üretmemişlerdi. Bunlar fırıldak çevirmekle meşguller. Bunlara karşılık Arnold Toynbee’ye baktığınızda “dünya bir şeyler kaybediyor, bu böyle gitmez” diyordu. Sorokin. “İnsanlık iyiye gitmiyor, maalesef bunda Avrupa’nın ciddi bir payı var” diyordu ve bunun yeterince örneği vardı. Şimdi, Batı insanlığı tahrip ediyor diyen bir düşünüre ender olarak rastlasak da ileri gelenler dünyayı kötü kurgulamakla meşgul. Amerikan politikasını eleştiren bir Amerikalı bulabiliriz ama ne var ki olması gereken üzerine söyleyecekleri bir söz yoktur.
Konuşmama burada bir nokta koymak istiyorum. Bu arada sorularınız varsa onları cevaplandırmaya çalışayım. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, sağlık ve esenlikler diliyorum.
Sorular ve cevaplar
Hocam mesela aynı kavrama farklı disiplinler farklı manalar veriyor. Dolayısıyla ortaya bir sürü tanım çıkıyor. Yani bu nedir diye sorduğumuz zaman genel geçer bir bilgi sahibi olamıyoruz, çünkü farklı tanımlarla karşılaşıyoruz. Bu noktada uzmanlaşmanın yani alanlaşmanın ne gibi bir faydası veya zararı var?
Şüphesiz her alanın bir dili vardır. Din ili, bilim dili, felsefe dili, vb. ve hata daha aşağıda sosyoloji, psikoloji, tıp, teknik, ekonomi gibi bilimlerin de kendine özgü bir az çok farklı bir dili vardır. Tabii ki bu dil farkı öncelikle o alanda kullanılan kavram farklarıyla ilgilidir. Bu alanlarda kullanılan kavramlar o alana özgülüklerde biçimlendirilmiştir. Öyle ki bu kavramlar başka erlerde farklı anlamda kullanılmaktadırlar. Mesela sosyolojide kurum, süreklilik kazanmış soyut işlem ağıdır, nişanlılık gibi. Ama güncel dilde kurum, Çoçuk Esirgeme Teşkilatı gibi somut kuruluşlardır. Dolayısıyla kavramları tek tanımlılığa indirme şansımız yoktur. Hatta uzmanlık alanlarının kavramları daha özel manalarıyla kullanmaları zorunluluğu vardır. Buradan bazı problemlerin doğması mümkün. Sorunlu hale gelmemesi için en azından o alanın inanları arasında bir uzlaşı olmalı. Genel kullanımlarda da keyfiliklerden uzak durulmalıdır. Burada “bana göre” lik çoğu kere doğru bir yol değildir. Kişisel olarak övme sözcüğünü yerme, yerme sözcüğünü övme anlamında kullanamayız. Kavram kargaşası denen şey de buradan doğar.
Hocam, teşekkür ediyorum öncelikle. Bizler için doyumsuz bir sunum oldu. Hocam, özellikle modeniteyle birlikte aklın bilgisine verilen ehemmiyetin arttığını görüyoruz ve modernitenin inşa ettiği bir dünyada ilmin ve irfanın bilgisine biz nasıl ulaşırız. Sunumunuzda verdiğiniz tıp doktoru örneğindeki gibi bu bir irfan eksikliğinden mi kaynaklanır, tıpkı peygamberin miraca çıkmasını aklın bilgisiyle erişemeyeceğimiz gibi.
Aydınlarımızın bilimsel donanımının mükemmeliyet adına eleştirilebilecek yönleri bulunsa da her şeye rağmen iyi bir konumda oldukları söylenebilir. Bu tabii ki önemli bir şeydir. Zaten ben bilimin faydasızlığından söz etmiş değilim. Sırf bilimle yetinemeyeceğimizi söylüyorum. Benim altını çizmek istediğim nokta bilimin yanında ilmi bir bilginin gerektiğidir. İlim, vahiy, hikmet, irfan içerikli bir bilgi biçimidir. Bilimsel bilgi yöntemleriyle bunların edinilmesi mümkün değildir. İlmin formatı farklı. Bilimin formatı farklıdır. Bilimde mesela Tıpla ilgili bir bilgi, insanın organik yapısını araştırılmasına dayanır. Sağlıkla ilgili bir sorunun nereden doğduğu ancak bu yolla bilinebilir. Ancak hayatla ilgili bütünlüğü kurmak bazı lmi gerçekleri görmeyi gerektirir. Tıbbın böyle bir derdi yok, sorunları o kadar lokalleştiriyor ki insan bütünlüğü kayboluyor. Bilim doğası itibariyle bütünleştiremiyor. Geçenlerde televizyonda tıpla ilgili bir program seyrettim. Palmiye yağının faydaları zararları tartışılıyordu. Hemen herkesin her sorunu çözdüğüne inandığı bir paradigması vardı ve bütünlüğü bununla kurmak için çabalıyordu. Tabir caizse elinde çivi çakmaya yarayan bir çekici var ve her şeye çakılacak çivi gözüyle bakıyor ve tabi daha kötüsü bir başka yaklaşımı yanlış buluyordu. Mesela konuşmacılardan birisi bütün tıbbi sorunların kuantum fiziğiyle çözüleceğini iddia ediyordu. Kuantum fiziğiyle palmiye yağı sorunun arasında bir ilgi kuramadı. Ben tıpçı da fizikçi de değilim. Kuantum fiziği ile ilgili bilgim de epistemik düzeyde bir bilgi. Ama bildiğim bir gerçek var, hangi bilim alanıyla ilgili olursa olsun hiçbir kuram o alanın bütün sorunlarını çözecek durumda değildir. Daha önemlisi bir alandaki bilimsel kuramın bir başka alana uyarlanması hep verimsiz kalmıştır. Enerji kuramının güncel olduğu bir dönemde enerji heyecanla değişik bilimlere uygulanmış, insanın psişik yapısı, sosyal birlikteliği, organizmal hareketleri hep onunla açıklanmaya çalışılmış ve bunlar mutlak gerçekler sanılmıştı. Şimdi böyle bir yanılgıyı kimse hatırlamak bile istemiyor. Bütünlüğü kuracak olan ilimdir. Temel esprisi de tevhidi inanç ve düşüncedir. İrfan denen sezgisel yapı, kestirim gücüdür ve vahyi bilgi ile geliştirilir. Ancak burada bir konunun altını özel olarak çizmeliyim materyalizm ve pozitivizmin dışına çıkabilmek mutlaka hiçbir ölçüsü olmayan, uçan kaçanlarla işleyen gizemli bir dünyada yaşamak demek değildir. Nakıp el-Attas’ın dediği gibi İslam sadece deseküler (salt dünyeviliğe karşı) değil, aynı zamanda desakramental (kutsamacılığa da karşı gerçekçi) bir indir. Bir başka deyişle sırf akla yaslanmadığı gibi, vahyi işler zannedilen mesnetsiz gizemliliklere de dayanmaz.
Hocam, ismim Mustafa. Cemil Meriç, “filozofların aydınlatmadığı toplumu şarlatanlar aldatır” diyor. Bu minvalde yaşadığımız çağı bunun üzerine konumlandırırsak neler söylersiniz?
Teşekkür ederim, güzel bir soru. Benim anlatmaya çalıştığım noktalardan birisi bu. Cemil Meriç’in filozoflar dediği bilen kesimi benim yukarıda işaret ettiğim düşünürler ve bilgelere denk düşer. Bunların olmadığı yerde iş birinci ikinci kademedeki bilenler kesimine kalır. Bunlar da çoğu kere bilgin değil, bilgiçlerdir, yani bilen görünenlerdir. Şüphesiz ehil olanları varsa da uzman denen müthiş bir bilgiçler dünyasında yaşıyoruz. Kendilerini dengeleyecek filozoflar da olmayınca gönüllerince ahkam kesiyorlar. Bu uzmanların verdikleri bilgilerle bir şeyin insan için faydası ve zararı hakkında bile doğru bir bilgiye sahip olamıyoruz. Sizce greyfurt adlı meyve, ölümden başka her türlü derde deva mı, yoksa organizmamızı altüst eden bir gıda ajanı mı? Tabii ki ikisi de değil. Ne var ki toplumdaki insanların çoğunluğu uzmanların kaprisli malumatlarına dayanarak bu ikilemden birisine inanıyor, yani sonuç olarak konuyu yanlış biliyor. Uzmanlar bizi ‘uzmanca’ bir biçimde yönlendirip, şekillendirip, bir kalıba sokuyorlar. Dinleyicilerimin İvan İllich, Zigmunt Bauman gibi sağduyulu yazarları okumalarını tavsiye ederim. Mesela İlliç Tüketim Toplumu adlı kitabında bu uzmanlar sisteminin hepimizi hiçbir şey yapamaz hale getirdiklerini söyler. Bu anlayışa göre kaza geçirmiş bir birisine yardım edemeyiz. Mevcut paradigmaya göre mutlaka yanlış yaparız. Buna göre eşimizin doğumunu evde tecrübeli annemiz yaptıramaz. Evde nur topu gibi sağlıklı bir çocuğumuz dünyaya geldiğinde sistem yine de “siz bu hatanızın sonucunu ömür boyu herhangi bir zamanda çekersiniz” diye bizi tehdit eder. Ömür boyu çektiğimiz hataların biz kısmının bu sisteminin sonucu olduğunu sorgulamamıza hiç fırsat vermez.
Dostları ilə paylaş: |