Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə2/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

M. F. Gülen: Sanki bu üçüncü şık daha kuvvetli gibi. Anadolu’da nerede gezmişse hep öyle yapmış. Her yerde hususiyle Ege’de filan.. Simavna’da kadılık yapmış, Simavna kadısı derler.

Asıl adı Mahmûd olan bu zatın babası İsrail, bir Osmanlı emiri, bir gazi ve 1361’de Edirne fethedildikten sonra ele geçirilen Dimetoka’ya bağlı Simavna veya Samavna denilen beldenin de ilk kadısıdır. Burada kadılık yaparken oğlu Mahmûd dünyaya gelmiş ve ona İbn-i Kâdî-i Simavna veya Simavna Kadısı oğlu denmiştir. Bunun Kütahya Simav ile ilgisi yoktur.

Önemle ifade edelim ki, Şeyh Bedreddin aslında alevi falan değildir. Bunun en büyük delili, hem neslinin ortada oluşu ve hem de telif ettiği eserleridir. Bunlarda Bâtınîlik, Alevîlik veya materyalist bir vahdet’ül-mevcudculukla alakalı tek bir cümle yoktur. Bunun tek istisnası tasavvufa dair Varidat adlı eseridir ki, bunun gerçekten onun tarafından yazılıp yazılmadığı da tartışmalıdır.

M. F. Gülen: Munis gibi görünüyor orada büyük ölçüde, o açıdan da sadece Karl Marx’a ekonomide, iktisatta, sosyal hayatta rehberlik yapmasının ötesinde, aynı zamanda Hegel’den çok evvel monizmi ileri süren bir insan olması açısından da anılır.. vahdet-i mevcud mülahazası.. Varidat öyle yani. Şimdi bunları söylerken de arkadaşları merak sarar, ‘bir alıp Varidat’a bakalım..’ diye.. gerek yok.. özeti bu.

Bu kitabın ona ait olmadığı ve hatta onu isyan için kullanan bazı bozuk fikirli insanlar tarafından uydurulduğu, ileri sürülen iddialar arasındadır. Bu kitapta, Şeyh Bedreddin’in öteki eserlerine aykırı olarak, İslâm’ın temel esaslarına ters düşen ve insanı tamamen dinden çıkarabilecek hususlar bulunmaktadır. Eğer bu eser, Şeyh Bedreddin’e ait ise, İslâmiyetin telkin ettiği şekliyle Allah, Peygamber ve ahiret inancı olmayan, eskilerin tabiriyle kadınlar dışında her şeyin insanlar arasında ortak olduğuna inanan İbâhiyye mezhebinin mensubu bulunan bir zındık ve mülhid karşımızda demektir.



Yazar bu mesele üzerinde uzunca durduktan sonra şu hükmü vermektedir: Osmanlı kaynaklarından ve Ebüssuud’un fetvasından anladığımıza göre; Şeyh Bedreddin, büyük bir İslâm âlimidir; alevî değildir; Kazvin’de Bâtınîlikden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir; ama Vâridât’ın böyle bir âlimin eseri olmasını akıl kabul etmemektedir. Gerçek olan, Şeyh’in şahlığa heveslenmesi, fesad grubunun içinde yer alması ve Sultân Mehmed’e isyan edenlerin manevi reisi durumuna düşmesidir. Osmanlının kargaşa döneminde tahriklere aldanmış ve isyancı Alevîlerin ve hatta Alevîlerin de kabul edemeyeceği vahdet-i mevcudcu bir dalalet grubunun dairesine girmiş ve neticede kamu düzeni gereği isyanı sebebiyle idama mahkum edilmiştir.

M. F. Gülen: Çok tekellüfe de girmemek lazım. İnsan başta kadı olabilir, sonra bozulabilir. Hep bahsediyorum; Nail Kubalı sarıklı, saçlı, sakallı bir insan.. Ömer Nasuhi Hoca’nın Sırat-ı Fıkhiyye kamusuna takrizler yazmış. Sonra Cumhuriyet döneminde saçını, sakalını kesmiş; 27 Mayıs ihtilalinde Sıddık Samioğlu ile beraber o da var. Ord. ünvanlarının olduğu dönemde ord.du bunlar. Bu insanlar ‘60’lı yıllarda 70’li insanlar. Osmanlı nesli sayılır bunlar. Sarıklarını tutmuş atmış, sakallarını traş etmişler. -Hafizanallah- insan için o kadar çok aldanma yolu vardır ki!.. “Bedreddin ille öyle değildi, böyleydi” demeye de lüzum yok. Kur’an-ı Kerim’in işaret ettiği fakat menkıbelerde ifade edilen Bel’am ibn-i Baura, Bersisa gibi insanlar.. Seyyidina Hazreti Musa aleyhisselamın arkasında Samiri gibi buzağı yapan insanlar.. Karun gibi mal kenz eden, ondan sonra da zekatını vermeyen, yerin dibine batırılan insanlar.. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dizinin dibinde oturup vahiy dinleyen, Müseylimetü’l-Kezzab’ın ordusunda müslümanlara karşı savaşan, ama sonra irtidat etmiş insanlar... bunların sayısı az değildir. Yani meseleyi çok ilzam etmemek lazım. Her zaman dua etmeli. Bir arkadaşımız vardı, akşam dedi ki, “Hocam endişe duyuyoruz, aşkımızı şevkimizi kaybediyoruz, bize bir dua öğret.” Ben de dedim ki: Rabbena la tuzi’ kulubena ba’de iz hedeytenâ.. Her zaman onu söyleyin. Kur’an’da Al-i İmran suresinde. Akıbetinden emin olanın akıbetinden endişe edilir. Bir kimse korkmuyorsa “kafir olarak giderim” diye!.. Belli olmaz.. kafir olarak gideceğinden çok korkmalı, her defasında günde elli defa bu duayı okumalı. Elimizde değil o mesele, kayma yolları çok. Hafizanallahu ve iyyaküm.

Ahmet Akgündüz Bey’i talebeliğinden tanırım, çok zeki bir arkadaştır. O Kanunnameler de harika eserlerdir. Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu nasıl önemliyse, Kanunnameler de tarihi vesika olmaları açısından o kadar önemlidir. Bir keresinde o, ben ve merhum Kabaklı beraber uçak yolculuğumuz olmuştu. Kabaklı orada Akgündüz Beye bir sürü methiye dizdi. “Yahu biz hep diyorduk ki, ‘Osmanlı dönemi hep kanunlarla hareket ediyor, ama bu mevzuda ele avuca gelir bir vesika yok ortada.’ Senden Allah razı olsun, bunları telif ettin.” On ciltlik kitap telif etti kanunnamelerle alakalı. Kim bilir o mahdut şeyler arasında daha neler var.

Osmanlı Devleti’nde kardeş katli, bazı tarihçiler tarafından vahşet ve saltanat uğruna insan katliamı olarak anlatılmaktadır. Kardeş katli meselesinin dayanağı olan Fatih Kanunnâmesindeki madde ve işin aslı nasıldır?

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: “ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.”



M. F. Gülen: Hazreti Üstad gayet veciz olarak “adalet-i mahza esastır” diyor; adalet-i mahza Raşit halifeler döneminde ancak mümkün olmuş, onun kullanılması mümkün olmayan yerde adalet-i izafiyeye başvurulur. Bu adalet-i izafiyedir; nizam-ı alem ve umumun selameti için hususi şahısların hukuku nazar-ı itibara alınamaz esprisine bağlı. Adalet-i izafiye, hakiki adalet değil bu, izafi adalet.

Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, ta’zîr yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir ki, buna “siyâseten katl” denmektedir. Meselâ, fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizâmı düşünülerek, ta’zîr yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir. İşte Fâtih Sultân Mehmed’in “ekseri ulema tecviz etmişlerdir” diyerek ifade ettiği durum budur.

Diğer taraftan, Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi huzuru ve nizâm-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini, bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu fetvalarında açıklamışlardır.

M. F. Gülen: Kur’an-ı Kerim ifade ediyor onu, bağyin cezası idamdır; devlete başkaldırma, isyan...

İsyan eden, Padişahın kardeşi de olsa, şer’î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultân Selim’in, birisi Şi’îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek devlete isyan eden ve bağy suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer’îdir. Ayrıca, Padişahların ister kardeşlerini isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti’nde mahkemeden i’lâm ve Şeyhülislâmdan fetva alınmadan idam cezasının uygulanmadığını ve Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakınının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz.

Ne var ki, nazariyat bu olmakla beraber bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin tahriki ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür.

M. F. Gülen: Olur olur.. mesele öyle kompoze edilip öyle sunulunca Şeyhülislam ne yapsın?!.

Yazar bu bahsi çok uzun ele almakta; Osmanlı tarihi boyunca meydana gelen katilleri sıralamakta ve herbirinin tahlilini yapmaktadır: Misal olması için üç tanesini kısaca nakledeceğiz:

1) II. Murad’ın amcası Mustafa Çelebi (II. Düzmece Mustafa), uzun süren saltanat mücadelesine girişmiş ve hatta Osmanlı ülkesinin Bizans ile paylaşılmasını da göze alarak imparator Manuel ile gizli ittifak dahi kurmuştur. Uzun mücadelelerden sonra yakalanarak bâği muamelesi görmüş ve idam edilmiştir. Bu bir had cezasıdır. II. Murad’ın küçük kardeşi Mustafa Çelebi de, Karamanoğulları ve Germiyanoğullarının tahrikiyle Bursa’ya yürümüş ve had cezası olarak idam edilmiştir.

2) Kanunî Sultân Süleyman, rakipsiz sultan olduğu için, kardeş katli mevzubahis olmamıştır. Ancak Kanunî, kendi çocuklarının idamına karar veren Padişahlardandır. Karısı Hürrem Sultân ve çevresinin tahriki ile, kendisini tahttan indirmeye azmettiği ve Padişah olmak isteği ile isyan ettiği şayiasına inanarak, bâğî vasfıyla Şehzade Mustafa’yı idama mahkûm eylemiştir. Bu idam kararı, görünürde bağy suçunun cezası olarak had cezasıdır. Ancak -yazara göre- bu meselede hem fetvayı veren müftünün, hem kararı veren kadının ve hem de bunları tasdik edip icrası için emir veren Kanunî’nin, yanıldıkları veya yanıltıldıkları bir vâkı’adır.



M. F. Gülen: Allahu a’lem... Oğluyla kendi arasında nazmen muhavere vardır.

3) Yazara göre, III. Mehmed, bu konuda en pervasız ve şer’î hükümlere aykırı davranandır denilebilir. Zira fitneye dair kuvvetli deliller olmadığı halde, siyâseten katl müessesesini suiistimal ederek, 19 tane erkek kardeşini ve basit jurnaller yüzünden kendi oğlu Şehzade Mahmûd’u, günahsız bir şekilde idam ettirmiştir. Bunun şer’î bir izahını yapmak mümkün değildir. Zira herhangi bir isyan söz konusu olmadığı gibi, fitne ve fesadın vukuu da tahakkuk safhasında değildir.



M. F. Gülen: İhtimal vermiş. Yanılma başka şey.. garazı varsa Allah’a hesap verir.

İşte görüldüğü gibi tatbikattaki durum farklıdır. Bir kısmı, tamamen şer’î hükümlere uygun olarak bağy suçunun had cezasını tatbik etmekten ibarettir. Bunlara siyaseten katl demek hatalıdır ve meseleyi bilmemekten ileri gelmektedir. Zira Padişah istemese de bu ceza mukadderdir. Devlete isyan edenin cezası elbette ki idamdır. Bir kısım uygulama ise, siyaseten katl müessesesine yani Fâtih’in Kanunnâmesinde “ekseri ulemâ tecviz etmişdür” dediği usule uygundur ve fıkıh kitaplarında şartlarına uyulmak kaydıyla açıklanmıştır. Bir diğer grup ise, ne şer’î hükümlere ve ne de Fâtih’in Kanunnâmesinde ifade ettiği, fıkıh kitaplarında da tecvîz edilen siyaseten katle uymaktadır. Elbette ki bu uygulamalar, gayr-ı meşrû’dur.

Bazı kardeş katli rivayetleri de vardır ki, bunlar doğru değildir, Batılıların iftiralarıdır: Ezcümle, pekçok tarihçiye göre, Fâtih Sultân Mehmed’in küçük yaştaki kardeşi Ahmed’i daha 11 aylıkken katlettiği iddiası bir iftiradan ibarettir. Bazı kaynaklar da, olayı doğrulamakla beraber, Şehzade Ahmed’i haksız olarak katledenin Evrenos-zâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fâtih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler.

Hasılı; Osmanlı Devleti’ni tehdid eden en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzade veya diğer hanedan mensuplarının, tahtın mirasçısı olduklarını iddia etmeleri ve başta Bizans ve İran olmak üzere, düşman ülkelerin de bu fırsattan yararlanmak arzusudur.

M. F. Gülen: Cem Sultan işte.. gitmiş, Roma’ya sığınmış, Memlüklüler’e sığınmış bir dönemde. Biz Saint Pierre Kilisesi’nin karşısında bir otelde kalmıştık. Eski, beşyüz küsur senelik bir otel. Kapıdan girişte sağ tarafta büyükçe bir posteri asılıydı Cem Sultan’ın. Vatikan’ın takdirine mazhar olmuş, çünkü Cem Sultan gitmiş, oraya sığınmış. O resim çok dikkatimi çekmişti benim. Sen ülkende ol, ne işin var senin orada? II. Bayezıd kardeş katli yapacak bir insan da değil.

İslâm dinini dünyanın her tarafına yaymayı gaye edinmiş ve kendilerini ilây-ı kelimetullâhın en büyük temsilcisi kabul etmiş olan Osmanlı sultanları, böyle bir fitneyle ülkenin parçalanabileceğinin, bunun düşmanların işine yarayacağının ve i’lây-ı kelimetullâh hizmetinin sekteye uğrayacağının farkındaydılar. İşte, böyle bir duruma fırsat vermemek için, Şeyhülislâmdan aldıkları fetvalarla, kardeşlerini bile feda etmişlerdir. Binaenaleyh, kardeş katli meselesini, keyfî iradeyi hâkim kılmak şeklinde değil, nizâm-ı âlemi devam ettirmek için şer’î hükümlerin tatbiki tarzında değerlendirmek icabeder. Bu arada vatana ihanet suçunun her hukuk nizâmında idamla cezalandırıldığını da unutmamak gerekir.



Fâtih Sultân Mehmed zehirlendi mi? Onu zehirleyen Yakub Paşa’nın Yahudi olduğu söyleniyor. Bu doğru mu?

Neşrî, Lütfi Paşa, Âli, Solakzâde, Âşıkpaşa-zâde gibi Osmanlı tarihçileri, Fâtih’in zehirlendiğine dair herhangi bir kayıt düşmezler. Fakat bazı tarihçiler, Hekim Yakub Paşa Fâtih’i tedaviye devam ederken, onun vezir olmasından rahatsızlık duyan Karamanî Mehmed Paşa’nın kasıtlı olarak Hekim Larî Acemî’yi devreye soktuğunu, verilen ilaçlar neticesinde fenalaşıp kurtulma ihtimali olmayınca Hekim Yakub Paşa’nın da müdahale etmediğini ve Karamanî Mehmed Paşa ile Hekim Lari Acemî’nin kasden Fâtih’in vefatına sebep olduklarını ifade etmektedirler. Bunlara göre Hekim Yakub Paşa’nın öldürme kasdı mevcut değildir.



M. F. Gülen: Bugün acaba onları alsalar, adlî tıbba gönderseler, kriminolojik olarak zehirlendi mi, başka türlü mü öldü, -çünkü tahnid edilmiş, aynı zamanda vücutları çürümeden duruyor- belli olur mu acaba? Bu türlü tarihi şahsiyetlerde bence hiçbir mahzuru yoktur, meseleyi kesip atmak için o da yapılabilir. Mesela Yavuz için şir-pençeden, çıbandan dolayı öldü diyorlar. Ama öyle civanmert bir insan basiretli, öyle ufuklu, öyle engin bir insan.. O, Devlet-i Aliye Şiiler tarafından kuşatılacakken, Şii yayılmacılığının olduğu dönemde Safevî devletini bertaraf etmiş, Anadolu’yu temizlemiştir. Onlar her türlü hileye başvururlar. O Hasan Can’dan da şüphem var. Şah İsmail’in yanında bir insan. Yavuz cennetmekan vefat ederken de bir lafı var, bana dokundurma gibi geliyor. “Allah’a gidiş var” diyor. Yani belli değil, o da çıkarılıp bakılabilir. Arseniğin kullanılması meselesi de çok eski, Roma tarihinde Hristiyanlara karşı kullanmışlar, eskilere dayanıyor. Neye yarar bu? Fatih’i geri getirir mi, getirmez mi? Ayrı bir mesele de, sen burada hüküm verirken daha kat’i hüküm verirsin. Niye olmasın ki, Turgut Özal nasıl öldü, hala konuşuluyor. Bülent Ecevit nasıl öldü, hala konuşuluyor bunlar. Akıldan uzak değil.

Tam aksine diğer ikilinin tam bir planı vardır. Hekim Yakub Paşa, başlangıçta Sultânın hekimi olarak göreve başlayınca, Yahudidir ve bir süre Müslüman olmamıştır. Ancak sonradan Müslüman olmuş ve vezirlikle taltif olunmuştur.

Buna karşılık, bazı tarihçiler de, Hekim Yakub Paşa’nın bir Yahudi dönmesi ve İtalyanların veya Venediklilerin ajanı olduğunu, Fâtih’in İtalya’ya kadar uzanmasından korkan Avrupa’nın ona böyle bir suikast hazırladığını ifade etmektedirler. Bu iki ihtimalde de Fâtih, zehirlenmiş olmaktadır.

M. F. Gülen: Benim kanaatim de öyle.. çünkü Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem Müstedrek’teki İstanbul’un fethedilmesiyle ilgili hadis-i şerifi gibi, başka bir yerde gördüm, “Roma da fethedilecektir” diyor. Onun için Osmanlı’nın gözü oradaymış. Fatih -Cennetmekan- öyle bir sefere hazırlanırken, durup dururken ölüyor. Aşağı yukarı 56-57 yaşında; tam donanımlı olduğu bir dönemde. Devlette birlik ve beraberliğin sağlandığı bir dönemde.

Fâtih döneminden itibaren Osmanlı Padişahları hür kadınlarla evlenmeyi neden terk etmiş ve Cariyelerle aile hayatı yaşamayı neden tercih etmişlerdir? Böylece Türk olmayan unsurlar Osmanlı Sarayına girme fırsatı elde ederek Türkler dışlanmamış mıdır?

Fâtih Sultân Mehmed’den sonra, nasıl devlet ve kapıkulu kadroları, devşirme erkeklere bırakılmışsa, Harem’deki kadınlar saltanatı da devşirmelere ve dışarıdan satın alınan değişik milletlere mensup cariyelere terk edilmiştir. Fâtih devrinden Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar, kahir ekseriyetle Osmanlı Padişahları, nikâh akdiyle ve hür kadınlarla evlenmeyi terk etmişlerdir; bunun yerini cariyelerle ve nikâh akdi yapmadan karı-koca hayatı yaşama usulü almıştır.



M. F. Gülen: Zannetmiyorum ben onu. Yıldırım cennetmekan da Bizans’tan kadın alıyor, Olivera ve Despota. Bizans’ın içini, o saraydan aldığı kadınlarla okuma adına ona ihtiyaç duyuyor. İstanbul’u fethetme sevdası var. Adam iki defa orayı kuşatıyor. O Anadolu belası başına açılmasa İstanbul’u fethedecek, o şeref kendisine ait olacak. Yani bu mülahazaya bağlanabilir bunlar. Diyelim Hürrem Sultan, Beyaz Rusya’dan alınıyor, orayı okumanın yolu odur belki. Yani böyle makul bir mahmil varsa şayet, bence, meseleyi ona bağlamak daha doğrudur. Ben de arkadaşlarıma diyebilirim; “Bir ülkede onlarla akrabalık bağı kurmak suretiyle insanların ruhlarına nüfuz imkanı varsa, -arkadaşlarımız ona katlanabilirler mi, katlanamazlar mı- evlilik bağları kursunlar. Afrika’da o siyahlarla evlensinler. Ailelelerinin içine girsinler, akraba olsunlar onlarla. Bazılarının zararları da olabilir. En çok kötülük yapan Kösem sultan derler, Mahpeyker.. o cami yaptıran, pek çok hayırlı işe ön ayak olan kadın. Ama insan.. hırsı var.

Yazara göre, bunun bazı sebepleri şunlardır:

1- Bugün Türkiye’de ve başka dünya devletlerinde, devletin başını en çok ağrıtan hadise devleti yönetenlerin ailesi ve hanedan söylentileridir. Dünyada bazı başbakanların eşlerinin adları, Mafya liderlerinin isimleriyle birlikte telaffuz edilmektedir. Böyle olmasa bile, yakınlarının işe karıştığı ve devlet pastasından pay talep ettikleri, bir vakıadır. Osmanlı Padişahları, devleti, kayınbiraderlerden, yeğenlerden, dayılardan ve amcalardan korumak için böyle bir riske girmemeyi tercih etmiştir.

2- Osmanlı Devleti’nin sınırları bir zamanlar 24 milyon km2yi bulmuştur. Böylesine geniş bir ülkeyi idare etmek devlet sırlarının dışarıya sızmamasını gerektirmektedir. Bunun için de Padişah’ın ailesinin taşra ile alakasının olmaması lazımdır. Bunun da yolu aile hayatını Harem’den başka varacağı yer olmayan cariyelerle devam ettirmektir.

3- Birden fazla evli olan Osmanlı Padişahlarının nikâh ve düğün yapmamalarında, devletin bütçesini sarsacak düğün ve nikâh masraflarından ve yapılacak israflardan kaçınma düşüncesi de tesirli olmuştur. Bunun en acı misâli, I. İbrahim’in Telli Haseki ile yaptığı evliliktir ve maalesef devlet para darlığı içinde olmasına rağmen, düğün için en az bir sefer masrafı kadar masraf yapılmıştır. Lale devrinde yapılan düğünlerin çoğu bu denilenleri teyit edecek mahiyettedir.

4- Bu arada, çevrede beylik ve fethedilecek memleketin kalmaması, yakın devlet olarak İran gibi Osmanlıların sevmediği sülalelerin bulunması da, eski bey ve kral kızları ile evlenme âdetini ortadan kaldıran sebepler arasında sayılabilir.

İslâm Hukukuna göre, cariyelerle nikâh akdi ile evlenmek caiz ise de, nikâh akdi yapmadan istifrâş hakkını kullanarak yine karı-koca hayatı yaşamak mümkündür. Padişah, başka bir erkekle evli olmayan bir cariyesi ile herhangi bir nikâh akdi olmadan karı-koca hayatı yaşayabilir. Efendi’nin istifraş hakkına dayanarak cariyesi ile karı-koca hayatı yaşamasına teserrî de denmektedir. Osmanlı Padişahları bir kısım cariyeleri ile nikâh akdi yapmasına karşılık, istifraş hakkı bulunan bir kısım cariyeleri ile de teserrî yani nikâh olmadan karı-koca hayatı yaşamıştır. Kitabın sonunda anlatılan Harem bahsi münasebetiyle bu mevzu ileride detaylıca ele alınacaktır.

Osmanlı Hukukunda afyon, esrar ve kokain yasak mıdır? II. Bâyezid’in, gençliğinde esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullandığı ve içki içtiği doğru mudur?

Ebussuud Efendi ve benzeri Osmanlı Şeyhülislâmları, çok sayıda fetvalarıyla, bene (haşhaş), berş (afyonlu şurup), afyon, ma’cûn ve esrar adıyla bilinen bütün uyuşturucu maddelerin, açıkça haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir.

II. Bâyezid’in uyuşturucu kullandığı ve içki içtiğine dair olan söylentiler, olaylar tahkik edildiğinde, delilsiz isnâdlar şeklinde kalmaktadır.

II. Bâyezid döneminde, İspanya ve Portekiz’deki Katolik devletler tarafından katliama ve sürgüne maruz bırakılan Yahudilerin Osmanlı topraklarına yerleşmeleri nasıl olmuştur?

Endülüs’te, Emevilerin kurdukları İslâm Medeniyeti sayesinde tam bir hürriyet içinde ve emân altında yaşayan diğer din mensupları arasında Yahudiler de vardı. Yahudiler de zimmî sayılıyor ve İslâm Ülkesi olan Endülüs’te huzur içinde yaşıyorlardı. Ne zaman ki, Endülüs’te bulunan Müslüman devlet 1492 tarihinde yıkıldı ve yerine tamamen Roma zihniyetine hâkim Hıristiyan kuvvetler hâkim oldu; o zaman Hıristiyanlık dışındaki din mensupları büyük bir zulme maruz kalmaya başladılar. Yahudiler de bu zulümden paylarını aldılar ve hatta vatanları olan İspanya’dan sürgün edildiler. Herkes bunlara sırtını dönüyordu. Yahudi olsalar da o dönemde mazlum durumuna düşen bu insanlara bir Müslüman devlet olan Osmanlı kucak açtı. Bunu yapan da II. Bâyezid idi. Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması, katliama maruz kalan Yahudi ve Müslümanları, gemilerle daha emin bölgelere taşıdı ve özellikle de Yahudileri Osmanlı ülkesine getirdi.



M. F. Gülen: Bazı tarihçiler derler ki; II. Bayezıd döneminde donanma esas müslümanları almak için gitti oraya, fakat müslümanlar katledilmiş veya dağa, bağa kaçmışlardı. Hala, günümüzde bile o dağların tepelerinde, zirvelerinde yaşayan bedevileşmiş insanlar var, o dönemde, Ferdinand zulmünden kaçan insanların torunları. Sonra donanma oradan boş dönmemek için Yahudileri aldı Türkiye’ye getirdi ve uzun zaman da problem olmadı Yahudiler. Devlet zaafa uğrayınca, o Galata bankerleri filan derken problemler çıktı... Kim bilir belki Duyun-u Umumiye’ye ve devletin ekonomik açıdan yıkılıp bütünüyle sarsılmasına sebebiyet verenler de onlardı. Bu konularda da meseleleri bir vakanüvis gibi tespit etmediğimizden kestirip atmak çok doğru değil. Ama istisnaları olmakla beraber Katoliklerin müslümanlara karşı tavrı hala devam ediyor. İlk açıldığımız yerlerden birisi eski İspanya, orada Kurtuba’da bir üniversitede bir şeylere teşebbüs edildi, bırakmadılar. Arkadaşlar “burada ne yapılabilir” diye çok düşündüler ama çok katılıkla karşılaştılar.

Osmanlı, o dönemde Endülüs’te olup bitenlerden haberdârdı ama içeride şehzadeler arasında kavgalar vardı. Korkut bir tarafta, Ahmet bir tarafta, Yavuz cennetmekan bir tarafta.. bir de Cem gailesi... Böyle askeri oraya sevketme, müslümanlara sahip çıkma, orada bir cephe oluşturma.. o günün şartlarına göre, gemilerle gidilecek, donanma-yı hümayun oraya sevkedilecek. Çok da gelişmiş değil donanma.. Kanuni döneminde gelişiyor. O değişik kaptanlar, Piri Reisler, Barbaroslar falan, Kanuni döneminde, korsanlık yaparken devlet-i Aliyye vesayetine giriyor, orada emir oluyorlar. O günkü şartları nazar-ı itibara alarak mümkün müydü, değil miydi?!. Kendi başının derdine düşmüşsün, iç gaileler var.

Erdebil Şeyhleri’nin torunu Şeyh Cüneyd, oğlu Şeyh Haydar ve bunların halifelerinden olan Şah Kulu isyanlarını nasıl açıklarsınız? Bunların evlâd-ı Resul oldukları da iddia edilmektedir. Halbuki ilk Alevî isyanını çıkartan ve Anadolu’yu Şiileştirmeye çalışanların bunlar oldukları söylenmektedir. Şah İsmail fitnesi nasıl başlamıştır? Yavuz Sultân Selim’in Alevî katliamı yaptığı söylenmektedir. Bu doğru mudur?

Erdebil, eskiden Azerbaycan beldelerinden olan Tiflis, Baku ve Şiraz arasında mühim bir ticâret merkezi olduğu gibi, bir zamanlar bütün İran’a hâkim olan Şiî Safevî sülâlesinin de taht merkezidir. Şia’nın siyâsî âleti olana kadar, bu aile, Erdebil’de ehl-i ma’rifetin mercii ve melcei olmuştur.

Şeyh Safiyyüddin’in torununun torunu ve 5. Şeyhi olan Şeyh Cüneyd (1447-1460), Şii mezhebine geçerek bu mübarek neslin itibarını siyâsete alet etmeye başlamıştır. O, şeyhliğine şahlık katmak istemiş ve ancak muvaffak olamayarak 1460 yılında katledilmiştir. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi devam ettirmiş ve Anadolu’yu Şiîleştirmek metodunu kullanarak şahlığını pekiştirmek istemiştir. Yerine geçen Şah İsmail ise, Erdebil Sofuları veya Halifelerini Anadolu’ya göndererek, Anadolu’yu hem Şiîleştirmeyi hem de hâkimiyeti altına almayı hayatının gayesi edinmiştir.

Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran ve hem şeyhliği hem de şahlığıyla Anadolu üzerine yürüyen Şah İsmail, halifeleri vasıtasıyla Anadolu’yu tam bir anarşiye sürüklemiştir. Bu arada Antalyalı Hasan Halife ve oğlu Şahkulu veya Osmanlı tarihçilerinin ifadesiyle Şeytan Kulu eliyle Anadolu’daki Alevileri Osmanlı Devleti aleyhinde teşkilâtlandırmaya başlamıştır. Antalya’dan Manisa’ya dönen Şehzade Korkut’un hazinesini vuran Şahkulu, bununla da yetinmeyerek Antalya’yı basmış, baş kâdı ile birlikte çok sayıda insanı katletmiştir.

İşte 918/1512 yılında Anadolu’yu Şi’a tehlikesinden kurtarmak isteyen Yavuz Cennetmekan, Şah İsmail’in üzerine gitmeden evvel, zikredilen bu hadiseleri biliyordu ve Anadolu’daki Şii Türkmenlerin binlerce insanı katlettiklerinin de farkındaydı. Bu yaraya parmak basmak için, meseleyi müzâkere etmek gayesiyle bir Divan toplantısı yapmış ve başta İbn-i Kemal olmak üzere büyük âlimlerin de katıldığı bu toplantıda Kızılbaşlarla ilgili neler yapılması gerektiğini kararlaştırmıştır. Tabii ki, mü’eyyed min indillah denecek kadar maneviyâtı yüksek olan Yavuz’un dinin yasakladığı katliamı ve hem de Müslümanım diyen bir gruba karşı yapmış olması mümkün değildir. O, İbn-i Kemal gibi bir âlimden de gerekli fetvayı aldıktan sonra, Anadolu’yu kasıp kavuran ve Kızılbaş adı altında her yerde Osmanlı Devleti’ne karşı kıyam eden bu insanların teftiş ve tahkik olunarak, uslanmayanlarının katledilmelerini ve uslanması muhtemel olanlarının ise hapsedilmelerini emretmiştir.

Bunların sayıları bazı tarihçilere göre yaklaşık 40.000 kişidir ve bunlardan ne kadarının öldürüldüğü de kesin belli değildir. Ancak bu isyancı grupların bastırılmaması halinde, Şah İsmail’in üzerine gitmenin tamamen yararsız olduğu da gün gibi ortadadır.



Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin