Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə6/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

II. Abdülhamid devrinin “Devri İstibdad” olduğu söylenmektedir. Bu iddia doğru mudur ve II. Abdüihamid’in şahsî idare devrinin temel özellikleri nelerdir? Özellikle ittihâd-ı İslâm siyâsetinin bu idarede rolü var mıdır?

Abdülhamid’in devrini, bütün hak ve hürriyetleri askıya alan bir baskı rejimi manasında istibdad devri diye vasıflandırmak mümkün değildir. O döneme “devr-i istibdad” adını verenler, sadece ve sadece Hazret’in muhalifi olan ittihâdcılardır. Bununla beraber, Sultân Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni yıkılmaktan ve parçalanmaktan kurtarmak için, Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle, “mecburî, cüz’î ve yanlış olarak tamamen kendisine isnâd olunan hafif bir istibdâd”a mecbur kalmıştır.

Sultân Abdülhamid, 30 yıl devam ettirdiği bu idareyi kaba kuvvete dayandırmamıştır, orduyu iç siyâsette asla kullanmamıştır ve en önemlisi de muhalifleri için sürgün cezasından başka bir yola başvurmamıştır. Orduyu sadece devlete isyan eden isyancılara karşı (Ermeniler gibi) kullanmıştır. İç siyâsette orduyu kullanmak, İttihâdcıların marifetidir. Onu istibdâd ile suçlayan İttihâdcılar, asıl kendileri kaba kuvvetle istibdâd idaresini sistematik hale getirmişlerdir.

Sultân Abdülhamid’in şahsî idaresini devam ettiren tek unsur, müstakim bir hayat yaşaması sebebiyle halk nazarında veli kabul edilerek itibar edilmesi ve bütün dünya Müslümanlarının halifesi unvanıyla çok büyük bir prestije sahip olmasıdır. Müslümanlar, Abdülhamid’i candan sevdikleri gibi, gayr-i müslimler de, onun saygın bir şahsiyet olduğuna inanıyorlardı. Çünkü dünyada açlığın ve sefilliğin hâkim olduğu bir devirde, Osmanlı vatandaşı, huzur içinde yaşıyordu. Osmanlı ülkesinde Türklerden sonra ikinci Müslüman nüfusu teşkil eden Araplar, Sultân Abdülhamid’e âşık idiler ve kendileri de kavm-ı necîb olarak mu’âmele görüyorlardı. Müslüman Kürdler de, kendilerini Ermenilere karşı koruyan Abdülhamid için canlarını fedaya hazırlardı.

Şu kadar var ki, son zamanlarda hafiyye teşkilâtının olur olmaz jurnallerle bazı zulümlere girişmesi ve 30 yıldır devam eden şahsî idare devrinin ister istemez bir nevi istibdada dönüşmeye başlaması, Mehmed Akif ve Bediüzzaman gibi bazı İslâm âlimlerinin de, İttihâd ve Terakki Partisini tasvip etmemelerine rağmen, Abdülhamid’e bazı ikazlarda bulunmalarına ve hatta hürriyet-i şer’iyyenin ilanı için bazı yazılar kaleme almalarına sebebiyet vermiştir.

Soru: Osmanlıya emperyalist diyenler oluyor. Bu niteleme doğru mudur?

M. F. Gülen: Emperyalist, istismar eden, sömüren demektir. İşgal ettikleri toprakları, bu toprakların yer altı ve yer üstü zenginliklerini ve insan gücünü sömürerek, müreffeh bir hayat yaşayan; kendileri saraylarda safa sürerken, halkı perişan bir halde sokaklara terkedenler, evet bunların hepsi emperyalisttir. Şu kadar ki bu, düne ait, geçmiş dönemlere ait bir emperyalizm anlayışıydı. Günümüzde aynı neticeyi, askerî işgale başvurma gereği duymadan, siyasî entrikalarla, kültürel yollarla teknik ve teknolojik imkânlardan faydalanarak ekonomik oyunlarla elde ediyorlar. Gayelerine ulaşmak için de hiçbir engel tanımıyorlar. Meselâ, bir neticeye ulaşmak için insanların kobay olarak kullanılması gerekiyorsa, bunu gözlerini kırpmadan yapıyorlar. Bunlara ne gerek var, işte Hiroşima ve Nagazaki: 80.000 anında ölü ve hâlâ devam edegelen radyoaktif tesirler...

Osmanlı’ya gelince; Osmanlı, 6 asırlık ömrünün en küçük bir zaman diliminde bile sömürgecelik yapmamıştır. Kendileri zevk ü sefa içinde iken, milleti -velev ki yabancı bile olsalar- perişan ve derbeder etmemiştir. Siyasî entrikalara, ekonomik oyunlara kat’iyen başvurmamış, milletlerin tarih, örf, âdet, din ve dilleri ile oynayarak, hiçbir asimilasyona gitmemiştir. Rica ederim, bir zamanlar 250 milyon Osmanlı teb’ası içinde safkan Türk adedi 11-12 milyon idi. Bu kadarcık insanın, 240 milyonu istismarından söz edilebilir mi?

Osmanlı, Allah’ın adının her yerde yükselmesi ve devletler arası muvazene için, O’nun emri gereği cihad etmişti. Bu cihad ile ülkeler fethetmiş, fakat hiçbir ülkeyi işgal etmemişti. Cihad neticesinde elde edilen ganimet malları, cihada katılanların halis hakkı olmasına rağmen, tarih boyunca ganimetten zengin olan bir insan gösterilebilir mi? Bütün bunlara rağmen, Osmanlı’ya emperyalist deme, ya tarih bilmemenin bir ürünü, ya da hıyanet ve denaet içinde bulunmanın bir ifadesidir.

İttihâd ve Terakki adı verilen siyâsî cemiyet nasıl teşekkül etti ve nasıl iktidara geldi? Bunların fikrî yapıları nedir?

1890 yılında Harbiye ve Askerî Tıbbiye talebeleri tarafından, İttihâd ve Terakki adı altında, Abdülhamid’e muhalif gizli ve siyasi bir cemiyet kuruldu. 1897’de bu cemiyet dağıtıldı ise de, üyeleri Paris’e kaçtı ve az da olsa Ahmed Rıza Bey başkanlığında faaliyetlerine devam ettiler. Avrupalılarla işbirliğine giren İttihâdcılar, Arapça, Fransızca, İngilizce, Ermenice ve Arnavudca olarak çıkardıkları gazetelerle, Abdülhamid aleyhinde her türlü çirkin iftiraları yaymaya başladılar.

1899 yılında Damad Mahmûd Celâleddin Paşa, oğulları ile birlikte Brüksel’e giderek Abdülhamid aleyhtarlarına katıldı. Arkasında İngiltere olan ve bazı şahsî menfaatlerinin peşine düşen bu adamın misyonunu oğlu Prens Sabahaddin devraldı. Avrupalılar gittikçe dozunu arttıran bu harekete Jön Türkler (Genç Türkler) diyorlardı ki aslında Bediüzzaman’ın yerinde ifadesiyle bunlardan bazılarına Şeyn Türkler (Çirkin Türkler) demek gerekiyordu. Prens Sabahaddin, Abdülhamid’i Ermeni Katili diye itham ederken, Tevfik Fikret de, Abdülhamid’i bomba ile öldürmek isterken öldürülen Ermeni komitecilerine ağıtlar yakıyordu.

İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kendine yakın bulduğu III. Ordu subaylarının arasında yayılmaya başladı. Selanik ve Manastır şubeleri açıldı. Sonradan Bey ve Paşa haline gelen postacı Tal’at Efendi işin başına geçti. 1908’de Kur’ân, bayrak ve silah üzerine yemin eden III. Ordunun bütün subayları ittihâdcı olduklarını açıkça ilan ediyorlardı. Artık asker siyâsete karışmıştı. Cemiyetin fiili liderleri, Tal’at Efendi, Kurmay Binbaşı Enver Bey, Kıdemli Yüzbaşı Niyazi Efendi’ydi.

İttihâdcıların en önemli sloganı ittihâd-ı anâsır yani güya istibdad yıkılıp meşrutiyet gelince, Osmanlı Devleti’ndeki bütün milletler, din, dil, mezheb ve ırk farkı gözetilmeksizin aynı devletin vatandaşları olarak birlikte yaşayacaklardı.

M. F. Gülen: Zaten yaşıyorlardı!..

Bu sadece sathî bir düşünce idi. Zira bu düşünce ile yola çıkan İttihâdcılar, Balkanlarda binlerce Müslümanın kanını akıtan Bulgar, Yunan ve Sırp Çeteleri ile işbirliği yaptılar ve hatta Makedonyadaki yabancı konsolosluklara muhtıra vererek, istibdâd-ı hâzır ve idare-i müstebidâne dedikleri Abdülhamid idaresinin yıkılmasını bile arzu ettiler. Bununla kalmayıp siyasi cinayetler işlemeye başladılar. Binbaşı Enver Bey, Selanik Merkez kumandanı Albay Nâzım Bey’i tabanca ile öldürdü. Artık İttihâdcılar çeteye dönüşmüşlerdi.



M. F. Gülen: Çeteydi zaten, başçete.. Balkanlarda oluşmuş; önceleri oradaki bazı çeteleri bastırdıkları için herhalde Abdülhamid’i muvakkaten uyutmuşlar; adeta “Bunlar iyi, çeteleri bastırıyorlar” dedirtecek şekilde küçük bir rüşvetleri olmuş.

İttihâd ve Terakki Partisinin sloganı Fransız İhtilalinden tercüme edilen “hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet” idi. Ancak hiç bir zaman bu esaslara uymadılar. Bunların memlekete yaptıkları zararları şöylece özetlemek mümkündür:

a) Ordu siyâsete alet edildi ve bu kötü adet Cumhuriyet döneminde de devam ettirildi. Onlar bazı makamları elde ettiler; ama devlet ve memleket kaybetti, b) Orduyu İttihâdcı (Halaskar) ve muhalifler diye böldüler; bu yüzden Balkan Harbi kaybedildi. c) Türk milletine siyasi demagojiyi İttihâdcılar yerleştirdi. Halkı da ikiye böldüler. Muhaliflerine mürteci demeye bunlar başladı, d) Abdülhamid’in icra ettiğini iddia ettikleri istibdadı tek kişi temsil ediyordu, onu iktidardan almakla istibdada son verilebilirdi; İttihâdcıların istibdadını ise tek kişi temsil etmiyordu. Kanlı, suikastlı, sehpalı, devletin temellerine dinamit koyan ve orduyu kullanan, oligarşik bir istibdad devri başlamıştı. Artık devlet, Tal’at-Enver-Cemal üçlüsünün başını çektiği oligarşik istibdadla idare ediliyordu.

M. F. Gülen: Ekânim-i selâse.. böyle derler onlara, İttihatçıların üç rüknü. O gün İttihatçıların dümen suyunda giden Rıza Tevfik, Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden kısa bir müddet sonra, bu üçlünün verdiği zararların farkına varmış, Devlet-i Aliye’ye tabi toplumların, imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi darmadağınık olduğunu görüp bin pişmanlık içinde, ‘Abdülhamit’in Ruhaniyetinden İstimdat’ dilenmiş ve pişmanlığını şöyle ifade etmiş:

Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?

Feryadım varır mı barigahına?

Ölüm uykusundan bir lahza uyan,

Şu nankör milletin bak günahına.
Tarihler ismini andığı zaman

Sana hak verecek ey koca sultan!

Bizdik utanmadan iftira atan.

Asrın en siyasi padişahına.
Padişah hem zalim, hem deli’ dedik,

İhtilale kıyam etmeli dedik,

Şeytan ne dediyse biz ‘beli’ dedik,

Çalıştık fitnenin intibahına!.
Divane sen değil, meğer bizmişiz.

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz

Sade deli değil, edepsizmişiz!

Tükürdük atalar kıblegahına!’

Evet, filozof ünvanıyla o gün ihtilalin ideologluğunu yapan şair, iş işten geçtikten sonra bunları söylemişti. Bunları söylerken de İttihatçıların meşhur üçlüsüne şu sözleri layık görmüştü:

Ne günlere kaldık ey gazi hünkâr;



eşek silahdar oldu, köpek mühürdar, katır da defterdar.”

Enver Paşa silahdar, Talat mühürdar, Cemal defterdar, maliye nazırı.

Nitekim 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile bu denilenler oldu. İki dereceli olarak yapılan seçimler neticesinde, 275 milletvekili olan Meclis açıldı. Sadece 140 Türk milletvekili vardı. Azınlıklar çoğunluktaydı ve İttihâdcıların dediklerinin aksine, bu azınlık milletvekilleri, Osmanlı Devleti’nin birliğini değil, ittihâd-ı anâsır sloganıyla kendi milletlerini ve bağımsızlıklarını savunmaya başladılar.



İttihâd ve Terakki mensuplarının hepsini, bu anlattığınız çerçevede kabul etmek doğru olur mu?

Hayır, olmaz. Zira İttihâd ve Terakki Cemiyeti içinde cereyan eden çeşitli görüş ve fikirlerin tamamı iki kola ayrılıyordu:

Birincisi; Maalesef, tamamen batı taklitçisi, mason, farmason ve hatta Osmanlı ve din düşmanı grubudur ki, Osmanlı Devleti’ni Avrupalı devletlere şikâyet edecek kadar alçalan ekip bunlardır. Bunların içinde Tevfik Fikret gibi tamamen dinsiz olanlar; Prens Sabahaddin gibi İngilizlerin oyuncağı haline gelecek kadar basiretsiz olanlar; Ermeni, Sırp ve Yunanlılar gibi tamamen gayr-i müslim olanlar bulunmaktadır.

M. F. Gülen: Adem-i merkeziyeti de teklif ediyorlar Abdülhamid’e. Bu eyalet sistemi falan.. günümüzde olduğu gibi teklif ediyorlar. Tabii o zaman azınlıkların bulunduğu yerlerde bölünmeler olacak. Bugün PKK’nın istediği gibi şeyler. Prens Sebahaddin’in bir de öyle bir isteği var. Üstad o zaman ona karşı çıkıyor.

İkincisi; Hamiyet, milliyet, hürriyet ve müsavatı gerçek manada müdafaa eden Ahrâr grubudur ki, sonradan Ahrâr Fırkası adı altında İttihâd ve Terakki’den ayrılmak istemişlerdir. Ahmed Rıza Bey, Enver ve Niyazi Beylerin bu manada İttihâdcı olduklarını ve ancak birinci grubun esiri olduklarını düşünüyoruz.



M. F. Gülen:Üstad Hazretleri İttihadcıların hepsi mason demiyor, hepsini karalamıyor. Demek kitle psikolojisi, bir şey oluşunca böyle başkalarına da tesir ediyor. Devleti kurtarma, Fatih dönemindeki, Kanuni dönemindeki haşmeti, büyüklüğü yeniden iade etme gibi sloganlar var. Bunlara kanıp da İttihat ve Terakki’ye intisab edenler var. İnsaflı konuşuyor Ahmet Akgündüz Bey de; onda da Üstad’ın o mevzudaki mütalaalarının tesiri vardır. Üstad Hazretleri öyle mutedil düşünüyor ki, Halk Partisi içinde o zulmü, istibdadı devam ettiren insanlar %5 diyor. Bugün de öyle kaç tane milletvekilleri varsa, demokrasiye zıt hal ve hareketleri olanlar, dine uzak duranlar %5’tir. Diğerleri kitle ruh haletiyle o cereyana kapılmış gidiyorlar.

Bu ikinci gruba mensup olan hakiki hürriyetperverler, daha sonra Abdülhamid’e yaptıkları zulümlerden pişman olmuşlar ve kusurlarını itiraf etmişlerdir.

Maalesef, II. Meşrûtiyet’in kurulmasından sonra, İttihâd ve Terakki’nin içinde hâkim olan kuvvet birinci grup olmuştur. Hakiki hürriyetçiler iki defa hükümetin başına geçtikleri halde, birinciler tarafından çeşitli oyun ve entrikalarla devrilmişlerdir. İşte Mehmed Akif ve Bediüzzaman gibi İslâm âlimlerinin kendilerine nasihat ettikleri İttihâdcılar grubu, Ahrâr denilen ikinci gruptur.

Bir asra yakındır irtica olayı denilerek hep dindar insanların üzerine yıkılan 31 Mart Hadisesi’nin iç yüzü nedir ne değildir?

M. F. Gülen: İlk önce “irtica” kelimesi ortaya atılıyor, irtica sözü kullanılıyor. Cumhuriyet döneminde belli bir devreden sonra “gerici” filan dediler. Herhalde o kelime çok ürkütücü olmadı; yeniden irticaya döndüler. Meselenin manasının çok anlaşılmaması, muğlak olması.. iğlakta bir ilzam vardır, yeniden irtica tabirini kullanıyorlar. Meselenin esası da Fransa’ya dayanıyor. Bunların ilkleri krallara karşı Fransız ihtilalini gerçekleştiren, hapishane kaçkınları, serseriler, haydutlar, daltonlar…

Soru: Bazı şeyleri dilde sadeleşme deyip reddediyorlar ama?

M. F. Gülen: Bazı şeyleri.. ezanda bile “hayyalel felah”ta “Haydin felaha.. Haydin felaha!..” dediler. Çünkü “kurtuluş” kelimesi ruhlarda, milletin vicdanında camiye gitmenin kurtuluş olduğunu uyarır; onun için onu kapalı tuttular, “haydin namaza, haydin namaza” diyorlardı. “Haydin felaha..” Onu kurtuluş diye çevirmediler. Ne olur ne olmaz, insanların psikolojisinde camiye gitme kurtuluş olarak yer eder, dediler. Her şey çok şeytancadır. Zannediyorum eskiden şeytan insanlara ders veriyordu. Şimdi de şeytan bazen bu münkirlerin rahle-i tedrisinin önüne oturuyor, bunlardan fikirler alıyordur, zannediyorum..

Bir insan dese ki, “Ben şeytanın icraatından tamamen azâdeyim.” O şeytanın güdümündedir. Hayaline gelen olumsuz bir şey bile, mesela hayaline gelse ki “Bu abdest böyle de olabilirdi”, bunu büyük bir günah işlemiş gibi saymak ve hemen orada istiğfar etmek lazımdır; çünkü, bunların hepsi ondandır. Onun bizim yapımızda, mahiyet-i maneviyemizde bir santrali var. O santrale sürekli sinyal gönderiyor.

31 Mart Vak’ası diye tarihe geçen bu olay, 14 Nisan 1909 gününe rastlamaktadır. Tarihçiler, bu olayın, kendi zulümlerini örtmek isteyen İttihâdcıların, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini temin etmek için, İngiliz Gizli Servisinin yardımı ile ve İngilizlerin aleti olarak tertipledikleri bir hadise olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak suçun, samimi Müslümanlara yıkılması için, “şerî’at elden gidiyor” gibi bir kısım dinî sloganlar kullanılmış ve dindarlara hücum planları hazırlanmıştır.



M. F. Gülen: Günümüzde de onu yapıyorlar ya.. kafir esasen, ama müslüman görünüyor; figüranları müslümanlardan seçiyorlar.. müslümanları vurmak için müslümanlardan görünen saf kimseleri seçiyorlar.. bugün de aynı, değişen bir şey yok. Biz beceremeyiz, vicdanımız cevaz vermez, Allah’tan korkarız, hasımlarımıza karşı bile entrika bilmeyiz.. hud’a o türlü muharebelerde caizdir ama, biz o meselenin meşruiyetini kollarız. “Allah ne der bu mevzuda” deriz. Fakat karşı tarafın öyle bir kıstası yok, her şeyi yapar. Sarıklı marıklı.. bugün de var Ergenekon iddianamelerinde… “Sarık giydim, Çarşamba’ya girdim” diyor adam. Sizin içinize girmek daha kolay, çünkü ne sarık var ne cübbe var, ne şalvar var.. daha kolaydır. Bir de öyle camilerdeki gibi kısa, kestirmeden namazlar olunca, çok sıkıntıya düşmez. İbadetlerin hakkı tam verilse ve gerçek âbidler gibi yaşansa, münafıklar dayanamaz ona, hemen kaçarlar.

İttihâdcılar, kendilerinin tertipledikleri bu olayı dindarları mürteciler diye suçlayarak onlara yıkmışlardır. Bu olayı kendileri tertip etmelerine rağmen, ısrarla olayın bir irtica hadisesi olduğunu ifade etmeleri, günümüze kadar gelen devlet ile milletin arasını açma âdetinin kötü bir başlangıcı olmuştur.

Tahrik ve tertipler sonucu isyan eden cahil askerlere, kendileri gibi cahil olan hamallar ve sağını solunu ayırt edemeyecek kadar ahmak olan bazı dindarlar da katıldı. Zaten İttihâdcıların muhalifleri de böyle bir fırsat bekliyorlardı. Onlar da akıllı hareket edemediler. İş, çığırından çıkmıştı. Bediüzzaman başta olmak üzere, bir kısım basiretli İslâm âlimleri, askerlere ve hamallara, bunun bir oyun olduğunu ve oyuna gelmemeleri gerektiğini ikaz ettiler. Hatta Bediüzzaman, bir nutuk ile sekiz taburu itaate getirmişti.

M. F. Gülen: Evet, onu kendisi ifade ediyor. İstanbul’da ve Selanik’te isyanı bastırıyor, tesir ediyor. O zaman da o eski Said dönemi. Sadece devlet-i aliyenin bekası için yapıyor onu.

Fırsatı ganimet bilen İttihâdcılar, olaylar büyüyünce, Selanik’ten Hareket Ordusu adını verdikleri kuvvetleri, Padişah’ı kurtarmak gibi yalancı bir sloganla İstanbul’a sevk etmeye başladılar. Tarihî kaynaklara göre; bu hareket ordusunun sadece kumandanı olan Mahmûd Şevket Paşa Müslüman ve Türk’tü;



M. F. Gülen: Zannediyorum Arnavut’tu ve ahmaktı. Arnavutlar ahmak değil, güzel insanlardır ama o ahmak bir Arnavut’tu. Mecliste ön sıralarda oturur, erkan-ı harb-i umumiye reisi olarak, yani şimdiki genel kurmay başkanı.. mecliste olanları anlamaz. Bazıları derlermiş ki “Ayıp oluyor, Avrupalılar bile bilhassa geldi, dinliyorlar ama bu adam uyuyor, çünkü anlamıyor.” Daha sonra İstanbul’da faytonuyla bir yere giderken Topal Rıfat vuruyor onu.

askerlerin çoğu, yağmacı ve Müslüman kâtili olan Makedonyalılardı. Tam bir çapulcu ordusuydu. Olayın vahâmetini anlayan İstanbul’daki generaller ve özellikle I. Ordu Komutanı Nâzım Paşa, Sultân Abdülhamid’e müdahale etmeleri gerektiğini anlattılarsa da, Müslümanı Müslümana kırdırmayacağını söyleyen Padişah, onlara gerekli talimatı vermedi. I. Ordu Kumandanı Nâzım Paşa’ya, Hareket Ordusuna silah çekmemeleri için yemin bile ettirdi. 25 Nisan’da Hareket Ordusu Komutanı Mahmûd Şevket Paşa İstanbul’a girdi ve şehre hâkim oldu. Sıkıyönetim ilan eden Paşa, bir kısmı tamamen masum olan binlerce insanı idam ettirdi. Daha sonra da 27 Nisan 1909’da Meclis-i Umumi toplanarak Abdülhamid’in hal’ kararı silah zoruyla çıkarıldı.

Kısaca 31 Mart Olayı, İttihâdcıların tertipledikleri bir fitneydi; ancak muhalifleri olan Kâmil Paşazâde Said Paşa, İsmail Kemal Bey, muhalif gazetecilerden Mizancı Murad ve Volkan Gazetesi baş yazarı Derviş Vahdetî gibi bazı safdiller de durumdan faydalanmak uğruna ateşe körükle gittiler ve fitne ateşini söndürmek yerine daha da alevlendirdiler. Neticede düşmanlar kâr etti; devlet, millet ve din zarar etti. Çünkü kurulan Divan-ı Harb-i Örfî çok masumları idam sehpalarında sallandırdı. Din düşmanı kesimlerin eline de tam bir irtica sermayesi verilmiş oldu. Bediüzzaman gibi allâmeler bile, 31 Mart Olayı ile suçlandılar; ama beraat ettiler.

Bediüzzaman Said Nursi gibi İslâm âlimlerinin de Sultân Abdülhamid’e muhalif olduğu ve hatta hal’ fetvasını hazırladıkları iddia edilmektedir. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Abdülhamid’in hal’ fetvasını kim vermiştir?

Bazı kimseler, Bediüzzaman’ın İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhalif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, 1952 yılında Üstad hazretleri talebelerine kaleme aldırdığı Lahika’da (Abdulkadir Badıllı’nın 3 ciltlik tarihçesinde) aynen şunları ifade etmiştir:

1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetinin hataları ona verilemez. 2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş; bazı siyasi muhaliflerinin istibdâd adını verdikleri Abdülhamid idaresi için “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”; İttihâdcıların zulmü için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdadından ibaret ise ve şerî’ata muhalif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.” 3) Hürriyet, İslâmî terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdada dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur. 4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir. 5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve fakat bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”

O halde başta Bediüzzaman ve Mehmed Akif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhalif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvasını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvayı zamanın Fetva Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhülislâm Mehmed Zıyâaddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvadaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır.



Soru: Büyük bir ağabey Üstad Hazretleri’nin “Abdülhamid’in etrafındaki nifak şebekesini görememişiz” dediğini söylemişti.

M. F. Gülen: Çok doğru değil. Üstad’ın başka risalelerinde yok. Öyle şahıslardan duyduğumuz şeyler tam doğru olmayabilir. Burada usul-ü hadis açısından bir şey diyeyim. Sahabeden, tabiinden, ulemadan bazıları “Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in ef’ali akvaline tereccuh eder. Çünkü akvalde bazen meseleyi olduğu gibi anlayamama vardır. Konjonktürel olan da vardır. Bir şahsa münhasır olan da vardır. O türlü meselelerde Efendimiz’in dediği o şey davranışlarında ne şekilde ortaya konuyorsa, o esas olmalıdır.” derler. Şimdi Hazreti Üstad’ın hayat-ı seniyyeleri içinde nasıl görülmüş, nasıl yaşamış, nasıl kabul etmiş… şahıslar söyledikleri sözleri doğru anlayamamış olabilirler. Burada da ben bir şey diyorum, millet başka türlü anlıyor. Mesela, parmağımdaki kırmızılığı görünce bazıları hemen yakıştırmış; güya ben viladet münasebetiyle parmaklarıma kına yakmışım, millet böyle anlıyor bunu.

Geçenlerde dedim ki: Ben biraz Bektaşi’yim. Necip Fazıl da okudum, Nurettin Topçu da okudum, Ali Fuat hocanın arkasından koştum... Biri meseleyi nasıl anlamış bakın: Ben kendime Bektaşi diyorum, o “Demek Üstad Necip Fazıl Bektaşiydi” dedi. Beni de hakikaten Bektaşi sayabilir, oysa ki mecaz o. Her meşrebe karşı saygı duyuyorum, herkesi alkışlıyorum.. hiç Süleyman Efendi’nin adını andığım zaman hazret demediğim an oldu mu benim, Mahmut Efendi’yi andığım zaman hazret demediğim oldu mu? Kendime göre bir meşrebim var, meşrebimin muhabbetiyle yaşarım, ama bu katiyen başkalarını hafife almayı, saygısızca karşılamayı gerektirmez. Ben doğru bildiğim yolda yürümüyorsam zaten riyakarın tekiyim, demektir. Doğru bildiğimden dolayı, yararlı bildiğimden dolayı buradayım. Fakat bu başkalarını alkışlamadan beni alıkoyamaz, yani bu yönüyle kendime Bektaşi dedim. Demek iyi ki sordu adam, sonra gidip diyecek ki sağda solda, “Fethullah hoca Necip Fazıl’a Bektaşi dedi.” İşte böyle anlamalar olabilir.

Biz beşeriz, her zaman hata da edebiliriz. Arkadaşlarımız gözü gözümüz, kulağı kulağımız, muhakemesi muhakememiz olan arkadaşlarımız yanlışlarımızı düzeltirler. Biz masun değiliz ki, fakat bir de hiç olmayacak şeylerde sağa-sola çekmeler var.

Birkaç ay önce de bir vesileyle “İsâr ruhunu yaymalı herkese mal etmeliyiz” demiştim; malumunuz isâr, insanın kendi ihtiyacı olduğu halde diğer muhtaçların ihtiyaçlarını öne çıkarıp onları gidermesi, kardeşlerini kendine tercih etmesi demektir. İşte bu manada “isâr ruhunu yayalım” demiştim. Bir de ne göreyim, arkadaşın biri not olarak yazmış ve orada burada seslendirmiş, Hocaefendi “İsa ruhunu yayalım” dedi demiş ve dahası bir sürü teviller yapmış kendince. Evet bazen bu denli yanlış anlamalar da olabiliyor.

Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin