Hicab Meselesi
Evvela şunu bilmek gerekir ki sömürgeciler İslam devrimini dıştan her türlü entrika ve komplolarla yıkılmadığını görünce bu defa içten yıkmaya çalıştılar. Hicapsızlık, uyuşturucu alışkanlığı, fesad ve laubalilik bu içten yıkma siyasetinin birer parçası olarak uygulamaya geçirildi. Toplumun dini ve milli değerlerine karşı büyük bir saldırı başlatıldı. Hızla yeni yeni butiklerin açıldığı gözlendi. Bu butikler batı propagandası yapan tişörtler, penyeler ve hatta el altından ahlaksız video kasetleri satmaya başladı. Kum gibi dini bir şehirde bile artık tehlike canlan çalmaya başladı. Tahran'da bu tür butikler mantar gibi türemeye başladı. İslam devleti bütün bu olanları yakından takib ediyordu. Ama özellikle savaş yıllarında devlet tüm gücünü savaşa sarfettiği için, bu iç fesatla fazla ve gerektiği kadar ilgilenemedi. 1986 yılında çıkartılan kanunlarla hicapsızlık, fesat ve uyuşturucu kullanımı ve Batı tarzı giyimlere karşı büyük bir savaş açtı. Devlet ülkeyi bir ahtapot gibi sarmış olan bu hastalıklara karşı başlattığı bu ciddi savaşta başarılı adımlar attı. Fesadın yaygın olduğu bu merkezlerin birinde oturan 686 aileden 576 aile ya uyuşturucu satmış, ya uyuşturucu kullanmış veya diğer fesatlardan birine düşmüş ailelerdi. Devlet büyük bir alana kurulu fesat odaklarına karşı yıldırım harekatı başlattı. Bir anda bu fesat bölgelerin tüm giriş çıkışı duvarlar örülerek kapatıldı. Bu bölgede mahsur kalanlar bir bir denetlendi. Suçsuz bulunanlar bırakıldı, diğer suçlular ise tedavi için gerekli merkezlere gönderildi ve oradaki evlerin tümü birkaç saat içinde buldozerlerle yerle bir edildi ve daha sonra da bu fesat ve çirkef bölge, yeşil alan haline getirilerek halkın hizmetine sunuldu. Bir an düşünebiliyor musunuz, tam 686 aileden 576 ailenin fesada müptela olduğu bir bölgeyi başka nasıl temizleyebilirdiniz ki?
Uyuşturucu kaçakçılarına da peş peşe ağır darbeler vuruldu. 1988 yılında 151 uluslararası kaçakçı şebekeleri ele geçirilerek dağıtıldı. Ülkenin doğu sınırlarından 130 km. bölümü yasak bölge ilan edildi. Yüzlerce uluslararası silah ve uyuşturucu kaçakçısı idam edildi. Özellikle de son yıllarda İmam'ın vefatından sonra batı tarzı giyimler, dekolte elbiseler, rezilce tişört, penye vb giyim eşyaları satan ve giyenlere karşı bir takım önlemler alındı. Devlet dairelerine sokulmadılar, yollarda kendilerine iyilik emredildi ve kötülükten sakındırıldılar. Müptezel eşya satan butikler kapatıldı, kozmetik eşya satan yerler sıkı bir denetim altına alındı. İslam için kanını ve canını vermiş bir milleti fesat yoluyla içten çökertmeye çalışan sömürgeciler, Hizbullah müslümanların bu hareketlerinden rahatsız oldular ve "İran'da özgürlük yok, insan hak ve özgürlükleri ihlâl ediliyor." diye itiraz seslerini yükseltmeye başladılar. Onlara göre İslâm'da zorlama yoktur. İslam toplumunda kadın istediği gibi gezebilir. Sömürgeciler bu oyunu diğer İslam ülkelerinde özellikle de Türkiye'de gündemde tutmaya çalıştı. İslam adına hiçbir söz söylemeye hakkı olmayan batı zihniyeti! Aydınları televizyonlara çıkartarak İslam toplumunda kadınların örtünmeye zorlanamayacağını sözüm ona İslami delillerle (!) ortaya koydular. Hatta bazıları İslam'da örtünmenin İran'da olduğu şekliyle olmadığını, en ideal örtünme şeklinin Benazir Butto tarzı örtünme tarzı olduğunu söylediler. OnlarAllah'ın ayetine, müçtehidlerin içtihadına, ümmetin icmasına ve tarih boyunca müslümanların pratik hayatına ters düştüklerini bile bile söylediler. Zira hepsi de laik devletin resmi kuruluşlarında birer öğretim görevlisiydi. Aksi bir söz, onları makamından veya kendilerini seyreden entel dostlarından mahrum edebilirdi. Bunlar İslam toplumunda bir kadının mini etekle veya makyajlı haliyle sokağa çıkmasının bir kötülük olduğunu bilmiyor mu? Eğer biliyorlarsa o halde kötülükle mücadelenin yöntemiye aşamaları nedir onu okuyup öğrensinler. Eğer içki içen birine (İslami olmayan bir toplumda bile) iyiliği emreder ve kötülükten sakındırma ama o şahıs -yine bildiğini okumaya devam ederseniz bununla yetinemezsiniz. O şahısla iyi ilişkilerinizi sürdüremezsiniz, oturup kalkamazsınız. İçki içen şahsı boykot etmeli ve ona en azından kendisinden rahatsız olduğunu hissettirmelisiniz. Eğer İslami toplumu olursa, o zaman zaten toplum müdahale eder ve İslam devleti buna engel olur. Mümkün olan her türlü yolla bu kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışır. İslam, toplumda hiçbir kötülük kalmasın ister. İslam hiçbir zaman kötülükle uyuşmaz, bir arada kalamaz. Kötülükle uzlaşan bir din İslam değildir. Cephede tüm dünyayı dize getiren bazı İslam savaşçılarının bir tek kadının tahriki ve şeytanlığı sonucu fesad ve günaha düştüğünü az mı gördük? Şimdi nasıl olur da sırf laiklerin, sahte demokratların ve entel takınanların beğenisini kazanmak için İslam toplumun da kadınların istedikleri gibi giyinebileceklerini ve devlet dahil hiçbir kurumun kadının bu hakkına müdahale edemeyeceğini iddia edebiliyorlar?
Bu doğulu kafalar her nedense böyledir işte; yukarılara çıkamayınca hep yukarıdakileri aşağı indirmeye çalışırlar. Keşke onları da güzel indirse ya! Velhasıl İslam'da hicab ve tesettür meselesi kesin bir hükümdür. Bunu reddedenler İslâm'ın apaçık bir hükmünü reddetmektedirler.
Mütahhari de bu hususta şöyle diyor:
"Bu konu ile ilgili ayetler, Kurman-ı Kerim'in iki suresinde yer almıştır: Biri Nur suresi, diğeri ise Ahzab süresidir. Biz önce ayetlerin tefsirini açıklayacak ve daha sonra bu sorunun fikhî yönünü ve bu konudaki rivayetleri naklederek fakihlerin fetvalarını ele alacağız. Nur suresinde konuyla ilgili ayet 31. ayet olup bundan önce gelen birkaç ayette evlere girmek için izin alma yükümlülüğüne değinilmekte ve söz konusu ayete bir giriş niteliği taşımaktadırlar. Ayetin tefsirine önceki ayetlerden başlayalım.
Nur Suresi 27. ayet: "Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere sahipleriyle tanışmadan ve onlara selam vermeden girmeyin, düşünüp öğüt almanız için bu size daha hayırlıdır."
Nur Suresi 28, ayet: "Orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmedikçe girmeyin ye eğer 'geri dönün' denirse size, dönün ar
tık, bu, sizin için daha temiz bir harekettir. Ve Allah, ne yaparsanız hepsini bilir." .
Nur Suresi 29. ayet: "Orada bir menfaatiniz varsa, içinde kimse oturmayan eve girmenizde size bir suç yoktur ve Allah, açığa vurduğunuzu da bilir gizlediğinizi de."
Nur Suresi 30. ayet: "İnananlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu, daha temiz bir harekettir. Şüphe yok ki Allah ne işlerseniz hepsinden de haberdardır."
Nur Suresi 31. ayet: "İnanan kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ırzlarını korusunlar ve açığa çıkanlardan, görünenlerden başka ziynetlerini göstermesinler. Başörtülerini (cil-bablarım), göğüslerini örtecek bir tarzda omuzlarından aşağıya doğru sarkıtsınlar; kocalarından, babalarından, kocalarının babasından, oğullarından, üvey oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kız kardeşlerinin oğullarından, müslüman kadınlardan, kendi malları olan kölelerden, erkeklikten kesilmiş veya kudreti olmayan erkek hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların gizli durumlarını bilmeyen erkek çocuklardan başka erkeklere ziynetlerini göstermesinler; gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tövbe ederek Allah'ın hükmüne dönün."
Birinci ve ikinci ayetlerden anlaşılan şudur; mü'minler izin almadan ve habersiz olarak birinin evine girmemelidirler. Üçüncü ayette, genel mekanlar ve içinde oturulmayan evler, bu emirden istisna tutulmaktadır. Daha sonra kadın ve erkeğin birbirleriyle olan ilişkilerindeki görevleriyle ilgili son iki ayet gelmektedir ki birkaç bölümden oluşmaktadır:
-
Erkek olsun, kadın olsun her müslüman, harama bakmaktan sakınmalıdır.
-
İster erkek, ister kadın olsun müslüman namuslu olmalı, avret yerini başkalarına karşı örtmelidir.
-
Kadınlar örtünmek', süs ve ziynetlerini başkalarına göstermemeli ve erkekleri kendilerine çekmeye, tahrik etmeye kalkış
mamalıdırlar.
-
Kadının örtünmesi emrinde iki istisna zikredilmektedir: Biri, süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar'
cümlesiyle açıklanmaktadır ve bu durum bütün erkeklere karşı geçerlidir. Diğeri, süslerini kocalarından başkasına göstermesinler' cümlesiyle anılmakta ve kadının özel bir gruba karşı örtülü olmaması durumuna izin verilmektedir.
Bu ayetin anlamı üzerinde yeri geldikçe duracağız.
İslam'a göre, haber vermeden ve önceden izin almaksızın hiç kimsenin bir başkasının evine girmeye hakkı yoktur,
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu yerde, Araplar arasında bir kişinin başkalarının evine girmek için izin istemesi adet değildi, evlerin kapılan açıktı. Zamanımızda köylerde görüldüğü gibi, gece olsun^ gündüz olsun kapılan kapamak adet değildi. Çünkü kapıları kapamak hırsız korkusundandır. Oralarda ise böyle bir korkuya gerek yoktu. Mekke'de evlerin kapısının iki kanatlı yapılması emrini ilk olarak Muaviye verdi ve kapıların kapatılmasını da yine o emretti.
Her durumda, evlerin kapısı sürekli-açık olduğu ve izin almak Araplar arasında adet olmadığı için, hatta izin almayı kendilerine karşı bir çeşit hakaret saydıklarından önceden haber vermeden birbirlerinin evine girerlerdi.
İslam bu yanlış adeti kaldırarak, başkalarının oturulmakta olan evlerine haber vermeden girmemeyi emretti. Açıktır ki bu hükmün hikmetinin iki yönü vardır: Biri namus konusu, yani kadının örtülü olmasına uymaktır. Bunun içindir ki bu emir örtünme ayeti ile aynı yerde anılmıştır. Diğeri ise, şudur; her insanın kendi ikamet mekanında birtakım sırları vardır ve bunu başkalarının anlamasını istemez, hatta samimi iki arkadaş bile bu noktaya uymalıdır. Çünkü aynı düşünceli iki dostun, bu birlik ve aynı düşünceliliğine rağmen her birinin özel hayatlarında diğerinin anlamasını istemediği birtakım sırlan olabilir.
Bunun için sanılmasın ki izin alma emri sadece kadının yaşadığı evlerle ilgilidir. Bu, kesin ve genel bir yükümlülüktür. örtünmekle yükümlü olmayan erkek ve kadınlar, başkalarının onları görmesini istemedikleri bir durumda bulunabilirler. Her durumda, bu, hicab emrinden daha genel bir emirdir, felsefesi, hikmeti ise hicab felsefesinden daha geneldir. "Hatta teste'nesu"
(27. ayetten) cümlesi şu anlamdadır: İstilam etmeden, yani sorup haber vermeden içeri girmeyin. "Üns" kökünden gelen ve zıt anlamı "korku" olan bu kelimeden anlaşıldığı kadarıyla başkalarının oturduğu evlere girerken kesinlikle bilgi vermek ve izin almak gerekir, aksi durumda haber vermeksizin girildiğinde rahatsızlığa yol açılabilir.
Rivayetlere göre Resul-i Ekrem (saa) şöyle buyurdular: "Haber vermek için Allah (cc) anılsın, sübhanallah, Allahu Ekber vb." Bizdeki "ya Allah" deme adeti, Resul-i Ekrem'in (saa) bu emrinden ilham alınarak yerleşmiştir.
Resul-i Ekrem'e (saa), "acaba anne ve kızlarımızın evlerine girerken de izin almalı mıyız?" diye sorulduğunda, Resul-i ekrem (saa) şöyle buyurdu: "Acaba annen kendi odasında çıplak olsa ve sen de haber vermeksizin girsen daha mı iyidir?", "hayır" denildiğinde şöyle buyurdular: "O zaman izin alınız."
Resul-i Ekrem'in (saa) kendisi bu emri gerçekleştiriyor ve ashabına da öğütleyip tekrar ediyordu. Sünnî ve Şiî her iki gruptan alimlerin naklettiklerine göre, Resul-i Ekrem (saa), daima kapının arkasında durur ve "Esselamu aleyküm ya Ehl-i Beyt" buyururlardı, eğer girme izni verirlerse girerdi, eğer cevap alamazsa selamı ikinci ve üçüncü defa tekrar ederdi. Çünkü gerçekten de evde oturan kişinin birinci ve ikinci defadaki sesleri işitmemesi mümkündür. Fakat eğer. üçüncü defasında da cevap alamazsa şöyle buyururdu; "Ya evde değiller veya girmemizi istemiyorlar." Resul-i Ekrem, bunu kızı Fatıma-i Zehra'nın (aleyhi's selam) evinde de uygulardı.
Bu ayetin (27. ayet) tefsirinde bir noktayı hatırlatmalıyız: "Beyt" kelimesinin çoğulu olan "büyüt", "odalar" anlamındadır. Bugünkü Farsça ıstılahta, "hane (ev)" anlamındaki kelimenin Arapça karşılığı "dâr"dır. Elbette Horasan gibi İran'ın bazı noktalarında "hane (ev)" kelimesi oda anlamına da kullanılır. Her durumda "büyüt", "odalar" anlamınadır. Bundan çıkarılan sonuç şudur: İsti'zan (izin isteme), kişilerin odasına girmekle ilgili ölüp evlerin bahçesine girmekle ilgili değildir.
Ancak şuna dikkat edilmelidir; Araplar arasında evlerin kapılan devamlı açık olduğundan evlerin bahçesi ister istemez özel bir yer sayılmazdı ve eğer biri kendi evinde soyunmak isterse odanın içine giderdi, fakat daha sonraları evin bahçesi de evin hükmünü aldı -şu anda bizim yaşantımız da böyledir-. Çünkü kapılar kapalı ve duvarlar yüksektir. Tamamen oda gibi Sığınak ve boş sayılmasa bile, sonradan kendisine has bir yer almış bulunuyor. Böyle yerlerde istizan (izin alma) hükmü avlu için de geçerlidir.
Ayet-i Kerime'de daha sonra şöyle buyruluyor: "Bu sizin için daha hayırlıdır." Yani size verdiğimiz emir nedensiz değildir, hikmeti vardır, maslahatınız ondadır. Olur ki anlamış olurdunuz ve onun maslahatına kavuşursunuz.
Daha sonra ikinci ayette (28. ayette) şöyle buyruluyor: Eğer haber verdikten ve izin istedikten sonra evde kimsenin olmadığını anlarsanız, size izin verilmedikçe girmeyin. Ama ev sahibi, evin anahtarını size vermek veya yanınızda bulunmak suretiyle izin vermişse, o zaman girebilirsiniz.
Sonra şöyle buyruluyor: "Eğer ev sahibi size, 'geri dönün, size kabul edemeyeceğim' derse siz de dönün ve rahatsız olmayın.
Daha önce de söylediğimiz gibi Araplar izin istemeyi ayıp sayıyorlardı, bu onların cehaletindendi. Ne yazık ki bugün bile bizim toplumumuzda içeri girmeye izin vermemek, her ne kadar özür dilense de hakaret olarak anlaşılmaktadır. Bu tutum bu konudaki cehaleti göstermektedir. Bir kişi bir eve gittiğinde ev sahibi, "şu anda sizi kabul edecek zamanım yok" derse bu cevâba darılmaktadır. Dahası küser ve nereye gitse, "ben filancanın kapısına kadar gittim de beni kabul etmedi" diye söylenir. Bu da bir anlayışsızlık ve cehalettir.
Biz bu konuda Kur'an'ın emrini yerine getirmeliyiz, bu emri yerine getirmek bir çok güçlüklere katlanmayı ve rahatsızlıkları bizden uzaklaştırır. Birtakım yalanların ve ayrılıkların aramızda yaygınlaşmasının nedeni, işte bu yanlış davranış ve yersiz beklentilerdir.
Adamın biri önceden haber vermeksizin bir başkasının kapısını çalıyor. Ev sahibi ise onu kabul etmeye istekli değildir, örneğin, olabilir ki gerekli işleri vardır ve bu adamın gelmesi sıkıntılar doğuracaktır, ama diyor ki, "evde olmadığımı söyleyin". Oysa gelen adam genellikle bu yalanlan anlar. Ama aslında kendisi önceden zaman belirlemeksizin kabul edilmesini beklemekle haksızlık etmiştir. Ev sahibi ise, "özür dilerim şimdilik kabul edecek zamanım yok" diyecek kadar açıklık gösterememektedir/Ve eğer "zamanım yok" derse, gelen adam onun özrünü kabul edecek kadar anlayışa sahip olmadığından, "filan adamın kapısının kadar gittim de beni kabul etmedi" diye rahatsızlığını ömrünün sonuna kadar orada burada söyleyip duracaktır. Bunun için böyle durumlarda hem yalan söylenmekte ve hem de rahatsızlık ortaya çıkmaktadır. Fakat Kurman-ı Kerimin emrine uyulsa ne yalan söylenir, ne de bir rahatsızlık belirtisi ortaya çıkar. Kur an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Sîze öğrettiğimiz bu davranış sîzin için daha temizdir."
"Allah, ne yaparsanız hepsini bilir."
Burada merhum Ayetullah Burucerdi'ye ait hatırımda kalan bir olayı, nakledeceğim: Rum'da bulunduğum yıllardaydı, bir ara İran'ın tanınmış hatiplerinden biri Kum'a geldi. Bir rastlantı sonucu, bütün görüşmeleri benim odamda gerçekleşti. Kum'da bulunduğu sıralarda adamın biri uygun olmayan bir zamanda O'nu Ayetullah Burucerdi'nin evine götürmüştü. Ayetullah Burucerdi'nîn ders saatine bir saat kalmıştı. Adeti olduğu üzere Ayetullah Burucerdi o dakikalarda konunun üzerinde düşünür ve kimseyi kabul etmezdi. Ziyaretçiler Ayetullah Burucerdi'nin kapısını çalmışlar ve hizmetçiye, "Ayetullah Burucerdi'ye, filancanın kendisini görmeye geldiğini söyle" demişler; Hizmetçi söyleneni ulaştırmış ve geri dönerek şöyle demiş: "Şu anda ders konumun üzerinde düşünüyorum, başka bir zaman gelsinler dedi" O muhterem kişi de geri dönmüş ve aynı gün içinde kendi şehrine gitmiş. Aynı gün Ayetullah Burucerdi derste beni görünce, "dersten sonra filancayı görmek için sizin odanıza geleceğim" dedi. Ben, "o kişi gitti deyince şöyle konuştu: "O halde onu görünce de ki, beni görmeye geldiği zamanki durumum aynen senin konuşmayı eleştirmek için hazırlandığın durum gibiydi. Gönlüm isterdi ki o kişiyle konuşurken zihnim serbest olsun ve rahat sohbet edeyim. O kişi geldiğinde konu üzerinde düşünüyor ve ders için hazırlanıyordum."
Bir sûre sonra o kişiyi gördüm ve Ayetullah Burucerdi'nin özür isteğini ilettim. Bazı kişilerin vesvese yapmış olduklarını ve muhterem kişiye: "Sana hakaret edilmesi için kapı önünden çevrilmende kasıt vardı" gibi sözler söylendiğini duyduğumu söyleyerek, "Ayetullah Burucerdi sizi görmek istiyordu. Hareket ettiğinizi öğrenince özür diledi" dedim. Adamın verdiği cevap çok ilginçti. Şöyle dedi: "Bu davranışın bana herhangi bir zararının olmaması bir yana, tam tersine çok memnun bile oldum. Avrupalıların yersiz utanma ve çekinmelere kapılmamaları onların övülecek yönlerindendir. Ben o kişiden daha önce randevu almamıştım. Gaflet ederek uygun olmayan bir zamanda gitmiştim. 'Şimdi işim var diyen bu âlimin açık sözlülüğünden çok hoşlandım. Acaba bu mu daha iyiydi, yoksa istemeyerek beni kabul etmesi, sürekli olarak gönlünün rahatsız olması ve 'bu bela neydi üzerime indi, zamanımı aldı, ders planımı bozdu' demesi mi? Tam bir açık kalplilikle beni kabul etmediği için çok memnun oldum. Müslümanların taklid merciinin böyle açık kalpli, açık sözlü olması nekadar da iyidir."
Ayetlerin tefsirine dönelim: Bu ayet-i kerimede (29. Ayet) istisnalar belirtilmiştir. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, izin almak konusunda verilen emir, içinde oturulan evlere mahsustur. Yani insanların özel yaşantı yerlerinin söz konusu olduğu belli yerler anlatılmak istenmektedir. Ama böyle olmayan, gidiş-gelişin genel olduğu yerler, başkalarına ait olsa da bu hükmün dışındadır.
Örnek olarak, bir pasaj, şirket veya bir mağazada işiniz olsa, kapı önünde durup giriş izni istemeniz gerekmez. Bunun gibi, kapısı açık olan umumî hamamlar da böyledir. Bu durumlarda izin almak gerekmez. Yine oturulmayan evlere, işiniz olduğu zaman izin almaksızın girmenizde sakınca yoktur.
"Fiha metaun lekum" ifadesinden anlaşılan şudur: İnsanın bu gibi mekanlara girmesi, işi olduğu zaman olmalı ve o mekanların sahipleri sıkıntıya sokulmamalıdır.
"Allah, açığa vurduğunuzu da bilir, gizlediğinizi de": Birinin evine ve işyerine girdiğiniz zaman amaç ve niyetinizden haberdardır.
Bir sonraki ayette (29. ayet) şöyle buyruluyor: "Mümin erkeklere söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar..."
Bu ayet-i kerimede "basar" kelimesinin çoğulu olan "ebsar" kelimesi kullanılmıştır. "Basar" ve "ayn" kelimeleri arasındaki fark, aynen Farsçadaki "çeşm" (göz) ve "dide" (görme) kelimeleri arasındaki fark gibidir. Farsçası "çeşm" olan "ayn" kelimesi, yaptığı işe bakılmaksızın belli bir organa verilen isimdir. Ancak Farsçası "dide" (görme) olan "basar", "görme" (ebsar) işine mahsus olduğu için "göz" kelimesi yerine kullanılmaktadır. Her ne kadar bu iki kelime bir organın adı olsa da, kullanışta farklılık gösterirler. Sevgilisinin gözünün güzelliğini tanımlamak isteyen bir şair "dide" (basar) kelimesini değil, "göz" kelimesini kullanır. Burada "basar" kelimesini kullanmak yersizdir. Çünkü burada
gözün kendisine dikkat çekilmekte, gözün ela, yeşil olması üzerinde durulmaktadır.. Fakat gözün eylemi, yani görmek işi üzerinde durulmak istendiğinde "basar" kelimesi kullanılır. Söz konusu ettiğimiz ayet-i kerimede gözün işine, yani görme eylemine dikkat çekildiği için "ebsar" kelimesi kullanılmaktadır, "uyun’’ kelimesi değil.
Bu ayet-i kerimede (30. ayet) kullanılan kelimelerde bir diğeri ise, "yeguddu" kelimesidir. Bu kelime "gad" kökündendir. "Gad" ve "gamd" kelimelerinin her ikisi de "göz" konusunda kullanılmaktadır. Bazı kimseler bu ikisini birbirine karıştırırlar. Bu iki kelimenin anlamını açıklamamız gerekir: "Gamd", göz kapaklarını birbiri üzerine koymak, kapamak anlamınadır. "Gözü gamd et" denilmesi, "vazgeç, göz yum" anlamına bir dolaylı anlatımdır ve "âyn" kelimesiyle birlikte kullanılır, "basar" kelimesiyle değil. Fakat "gad" kelimesinde, "gadd-ı basar" yahut "gadd-ı nazar" veyahut "gadd-ı tarfe" kullanımları sözkonusudur. "Gad"; azaltma, kısaltma, eksiltme anlamındadır. "Gadd-ı basar", bakışı azaltmak anlamındadır. Kur'an-ı Kerim, Lokman Suresinin 19. ayetinde Lokman 'in dilinden şöyle diyor: "Sesini fazla çıkarma, şeşini kısarak (gadd) uygun konuş, yüksek sesle bağırma." Yine Hucurat Suresinin 3. ayetinde şöyle buyuruyor: "Allah'ın Resulü'nün yanında seslerini alçaltanlar (gadd), yani feryat etmeyenler öyle kişilerdir ki, Allah onların gönüllerini takvayla sınamıştır.
Hind b. Kale'nin, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) nitelik ve dış görünüşünün özelliklerini belirten meşhur hadisinde şunlar yer almaktadır: "Sevindiği zaman gözlerini yan kapalı (gadd) bir hale getirirdi." Açıktır ki bu ifade, karşısındakine göz kapaklarını kapatarak bakardı anlamına değildir. (1)
Merhum Meclisi bu cümleyi şöyle tefsir ediyor: "Göz kapağını kısar, başını aşağıya doğru eğer ve gözlerini açmazdı." Böyle yapıyordu ki, sevinçlilik halinden uzak durabilsin. Normal olarak hislerine yenilebilen insanlar sevinçli bir durumla karşılaştıklarında ellerinde olmadan gözlerini oldukça açarlar ve kahkahalar atarak ağırbaşlı ve vakarlı kişilerin aksine heyecana kapılırlar.
Hz. Ali (selamullahi aleyh), oğlu Muhammed b. Hanefiye'ye meşhur öğütünde, Cemel savaşında bayrağı ona yerdiği zaman şöyle buyurdu: "Dağlar yerinden kopsa bile yerinde kal, dişlerini sık (böylece hışım ve gazap tahrik olsun), başını Allah'a emanet et ve ayaklarım yere çivile". Hz. Ali, aynı öğütünü şöyle sürdürdü: "Düşmanın en son noktasına kadar bak ve gözlerini topla" (2)
Bunun gibi Hz. Ali (selamuîlahi aleyh) savaşlarda ashabına genel taktikler verirken şöyle buyuruyordu: "Düşmanın teçhizatına olan bakışlarınızı kısın ki böylece kalpler daha kuvvetli ve hu-
-
Safî tefsirinde Nur Suresi 31. ayetine atfen, Ali b. İbrahim'den naklen.
-
Nechu'l Belağa 11. hutbe ve Vesail c.2, Kitabü'l Cihad sh. 429. Açıktır ki burada amaç, gözlerini kapaması veya bakmaması değildir. Burada anlatılmak istenen, belirli bir noktayı, özellikle düşmanın teçhizatını gözetleme kavramıdır.
zurlu olsun. Seslerinizi kısın ki, böylece tembellik, güçsüzlük daha rahat uzaklaştırılsın". (1)
Mecmeu'l Beyan'ın sahibi, söz konusu ayete (Nur Suresi 30) atfen şöyle diyor: "Gadd kelimesinin asıl anlamı, eksiltme ve azaltmadır. Bu kök, ses veya görmeye uygulandığı zaman, 'onu azalttı, eksiltti' anlamım alır." Hucurat suresi 3. ayetinin tefsirinde ise şöyle diyor: "Gadd-ı bakara’nın anlamı, keskin bakmayı (bakışları) azalttı demektir." Ragıp İsfahan, 'Müfredat-ı Kurman' adlı kitabında bu kelimeye aynı anlamı vermektedir.
Bu bakımdan, söz konusu ayette geçen söz, "bakışı azaltsınlar" anlamındadır. Yani, şaşkın şaşkın (veya gözlerini bir noktaya dikerek) bakmasınlar, usul alimlerinin deyişiyle, 'nazarları (bakışları) yüce olsun, bağımsız değil'.
Bir zaman olur insanın bir kişiye bakışı, baştan ayağa süzmek ve o kişinin kendisine dikkat etmek içindir. Şöyle ki, onun elbisesinin durumunu, nasıl süslenmiş olduğunu incelemek ister. Örnek olarak, .elbisesini nasıl giydiğini, saçını nasıl süslemiş olduğunu görmek niyetindedir. Fakat bazen de bir kişiye bakılır ki, onunla konuşmak için yüz yüze durulmuştur ve konuşma bakmayı gerektirdiği için ona bakılmaktadır. Bu türden bakışlar konuşmak üzere gerekli olduğu için nazar-ı âlî (konuşmaya yarayan bakış), birinci tür bakış ise nazar-ı istiklali (bağımsız, bakış) olarak adlandırılır. Öyleyse cümlenin anlamı şudur: "Mü'minlere söyle kadınlara dikkatle bakmasınlar (onları süzmesinler) ve gözlerini otlatmasınlar (harama bakmaktan sakınsınlar.)" , Şunu da eklemeliyiz ki, "gadd-ı basar"ı, "terk-i nazar" (bakmamak) olarak almış olan bazı müfessirler, terk-i nazardan amacın avret yeri olduğunu iddia ederler. Daha sonraki cümle de avret yerinin nazardan korunmasına işaret etmektedir. Ve yine fakihlerin söylemiş olduğu gibi, eğer "gadd-ı basar"dan amaç bakmayı tamamen terk etmek olarak alınırsa, o zaman ister seyretmek ve lezzet almak amacıyla olsun, ister konuşmak için gerekli olan bakma olsun, bakışın neyle bağlantılı olduğu zikredilmemiş sayılır. (2) Dostları ilə paylaş: |